Yazarımız Mimar Korhan Gümüş, Arkitera’daki yazısında "Venedik Mimarlık Bienali için hazırlanan işin ne mesajı, ne göndermeleri, ne de imaları şu anda tersane alanında yapılması planlanan mimari girişimlerle ilişkili değilken, neden ısrarla Venedik’e sanki tersaneyi yeniden işlevlendirmeyi meşrulaştıran bir proje yollanıyormuş gibi takdim ediliyor?" diye soran Uğur Tanyeli’ye cevap verdi.
Açıkçası bu tartışmaya katılmaya benim de niyetim yoktu ama Uğur Tanyeli’nin kışkırtıcı yazısını okuyunca zihnimden geçenleri paylaşmaya ihtiyaç duydum. Tanyeli’nin tartışmaya açtığı boyut önemli. Venedik Bienali’nin Mimarlık Uluslararası Sergisi Türkiye Pavyonu’nda yer alacak proje üzerinde yaşanan tartışmalarla ilgili söyledikleri üzerinde düşünmek gerekli. Örneğin Tanyeli’nin bu tartışmada kentler arası bağları sorgulayacak bir iş yapılmasına dikkati çekmesini, dünya genelinde bilgi iletim ağları içinde aktif rol oynayan bir toplumu ve dışa kapanmak bir yana, öğrenmeye açık sağlıklı bir kültürel geçmişi hatırlatmasına işaret etmesini anlamlı buluyorum.
Kent projelerindeki bu içe kapalılık benim de geçmişte ilgimi çekmişti. Bunun nedenleri üzerinde durmakta yarar olduğunu düşünüyorum. İstanbul’un birçok yerinde, buradaki yerel uzmanlarla birlikte çalışan değişik uluslararası ekiplerle ilişkim oldu. Tersanelerde de birçok çalışma yapıldı. Bunların gerçekleştirdiği çalışmaların kurul, belediye gibi kamu kurumlarında köşe başlarını tutanlar tarafından nasıl imha edilmeye çalışıldığına şahit oldum. Gördüğüm kadarıyla kamu ile profesyoneller arasındaki ilişkide ciddi sorunlar var. Bazıları kamu gücünü, ilişkilerini, unvanlarını kullanarak ayrıcalık elde etmeye çalıştıkları gözlemleniyor. Bu ekiplerden bazı yöneticilerin, üstelik kamu adına iş almış oldukları halde ve bu ilişkileri bir deneyim paylaşma fırsatı olarak görmek yerine “bizim projelerimizi yabancılar mı yapacak” diye homurdandıklarına çok kere tanık oldum. Bu nedenle kamu alanlarının yalnızca iktidarların özelleştirme sevdası nedeniyle değil, kamu kurumlarında danışman, kurul üyesi, yönetici gibi sıfatlarla görev alan bazı profesyonellerin kişisel hırsları, çıkarları nedeniyle kamusal niteliğini kaybettiğini düşünüyorum. Deneyselliğe, rekabete kapalı olmakla, kamusal nitelik üretememe arasında yakın bir ilişki var. Bu sorunu İstanbul Tersaneleri örneğinde de gözlemlemek mümkün.
Bu hissiyat zannedersem kamu ile profesyoneller arasında kapalı, elde edilen ayrıcalıkların korunmasını amaçlayan bağımlı bir ilişkinin tesis edilmesine yol açıyor. İstanbul Tersaneleri için daha önce geliştirilmiş projelere baktığımda, bunu açıkça görebiliyorum. Örneğin geçmişte aynı alanda ETH (Zurich), Siegen üniversiteleri, Design2 Context, ya da Hollanda Mimarlık Ensitüsü’nün… kamusal nitelikli bir ortam yaratmak amacıyla çoklu keşfetmeye, araştırmaya, öneriler geliştirmeye yönelik çalışmaları ile geçmişte bir protokol ile ve bütçe sağlanarak İBB’nin bu alandaki projelerini yapan ekiplerin yaklaşımları arasında ciddi farklar gözlemlemiştim. Tersaneler için hazırladıkları projelerin uygulama imkanı olmadığı için rafa kaldırıldıklarını tahmin ediyorum.
Bu projelerde çoğu zaman tersanelere de bir milli tarih yazımı optiği ile yaklaşılıyor. Sanki Roma döneminde şehrin tersaneleri yokmuş gibi kuruluşu Fatih dönemi ile başlatılıyor. (Tersanesi olmayan bir imparatorluk başkenti hayal edebiliyor musunuz?) Bu soruyu sorunca bu da yetmiyor, bu defa Osmanlı dönemi etnik bir temelde tanımlanıyordu, Türkleştiriliyor. O da yetmezse modernleşme döneminin belgeleri, mekandaki izleri, gemi tipleri ile daha önceki dönemlerin tekne tipleri birbirine karıştırılıyor. Böylece milli tarih yazımı devşirilen bilgileri, endüstriyel dönüşümü, güncel sorunları okuyamaz oluyor. Bu unutkanlıkla tersaneler bir üretim alanı olarak görülüyor, eğitimle, yarattıkları dinamiklerle ilişkisi kurulamıyor. Böyle olunca da bugünkü dönüşüme karşı farklı bir kamusal alternatifin nasıl bir kentsel deneyimle oluşabileceği tartışma dışı kalıyor. Sorun basitçe “Tersaneler üretim alanı mı olsun, yoksa müze ya da kültür ve sanat alanı mı olsun” tartışmasına indirgeniyor. Günümüzün piyasacı mantığına teslim olan iktidarlarının optiğinden bakınca da “hayal kurmayalım; böyle bir şeyi kamu yapamaz, özel sektöre devredelim, sorunu çözelim” mantığı hakim oluyor. Oysa geçmişteki yönetimlerin bile böyle bir şartlanma içinde olmadıkları çok açık. Osmanlı döneminde yerel iş gücü gibi, İtalyan da, Fransız da, İngiliz de, Hollandalı da tersanelerde çalışabiliyor. Bir başkentte olması gerektiği gibi, istihdam yapısı deneyim alışverişi içinde güçlendiriliyor. Bugün de, İstanbul’da doğru dürüst bir deniz ulaşım aracının olmadığı, deniz ulaşımının çöktüğü ve yönetilemediği bir dönemde, pek ala bu alan açık ilişkiler içinde şehre geçmişteki gibi yeniliklerin sunulduğu bir araştırma-geliştirme alanı olarak hizmet edebilir. Bu bölge pek ala basit bir endüstriyel bölge mantığı ile değil, geçmişteki gibi çok işlevli, yenilik üreten bir deneyim alanı olarak işlevlendirilebilir, yönetilebilir.
Bu açıdan bakınca Tanyeli’nin İstanbul Tersaneleri‘nin kullanımına dair söylemiş olduğu "bu alanın yeniden kullanımını kamu yararını daha fazla gözeterek projelendirmesi talebi tabii ki ciddiye alınabilir bir istektir. Söz konusu alanın müzeleştirilmesi veya sanatsal amaçlı kullanılması veya endüstri arkeolojisi parkına dönüştürülmesi vs. gibi farklı alternatiflerin sorgulanmasını tereddütsüz saygıdeğer buluyorum. Böyle önerileri zorlayacak sivil toplum hareketlerine şapka çıkarırım" sözleri ile ilgili de bazı notlarım var.“Daha fazla kamu yararı gözetilerek projelendirilmesini talebini ciddiye alınabilir bir istek olarak görüyorum” sözünün örneğin meseleyi yeterince anlaşılır kılmadığını düşünüyorum. Çünkü daha baştan yap-işlet modeliyle bir yatırımcıya verildikten sonra hangi kararın daha fazla kamu yararını gözeteceğini önceden bilmek, istemek, tartışmak imkansız. İhale yapıldıktan sonra iş işten geçmiş oluyor ve kamu yararını gözetmesini ihaleyi alan kuruluştan rica etmek anlamsızlaşıyor. “Müzeleştirme, sanatsal amaçlı kullanım veya arkeoloji parkı v.s. gibi alternatiflerin” sorgulanmasından öte yapacak işler de olduğunu düşünüyorum. Öncelik “işlevsiz kalmış bu alanı şimdi ne yapalım” diye tartışmak değil, “merkezi yönetimin farklı kamu yönetimlerinin terk ettiği bu kamu alanını nasıl kentselleştirilmeli, şehrin bu önemli bölgesi ile ilgili kararları, kullanım, yönetim modeli önerilerini nasıl, hangi yöntemlerle geliştirilmeli” olmalı. Dolayısı ile yapılacak iş “önce bir boşaltalım, yok edelim, sonra düşünürüz” demek, ya da öneriler getirmek değil. Öncelikle profesyonellerin kamu fikrinin oluşumda payı olduğunu düşünerek, şehrin tarihi bölgelerini bir boşluk gibi gören bu dönüşüm modelinin değiştirilmesi için kafa yormak galiba daha anlamlı olabilir. Unutmayalım ki bu alan terk edildiğinde ya da zorla boşaltıldığında burada üretim devam ediyordu ve özel tersanelere göre mükemmel bir altyapıya sahipti. Bu alan pekala bir ürün geliştirme, restorasyon, eğitim merkezi de olabilir(di). Kamusal nitelikli bir karar üretmek için önce oldu-bittilerden uzak, nedense hiç üzerinde durulmayan bağımsız bir fikir geliştirme ortamının olmasını talep edilmesi gerekiyor, öncelikle. “Şapka çıkarılması gereken” sivil toplum hareketleri bugünkü işleyişte, mesele yalnızca öneriler üzerinden tartışıldığında ister istemez bir kenara itiliyor, harekete geçen kapasitelerde çıkar grupları öne çıkıyor, doğal olarak. Mesele fizibilite ve projelendirme aşamasında kamunun olduğu kadar, kararların içeriğini oluşturan plan ve proje hizmetlerini üreten profesyonellerin işlevlerini yerine getirmesini talep etmek.Elbette ki endüstriyel üretim şehirde yer değiştirebilir. İşlev değişiklikleri de olabilir. Ama bunların yatırımcı mantığı ile gerçekleşmesi İstanbul’a haksızlık değil mi?
Son olarak, iki proje arasındaki ilişkiye gelince, bence Tanyeli de bunu önceden tahmin ettiğini vurgulayarak, aslında aynı ilişkinin kurulabileceğini bizzat göstermiş oluyor: Geçmişte birbiriyle teknoloji alışverişi, rekabet ilişkisi içinde olan bu iki tersane arasında bugün de bir deneyim paylaşımı neden olmasın? Neden İstanbul Tersaneleri de, Arsenale kompleksi gibi hem üretimin devam ettiği, hem de deniz ulaşımı alanında yeni deneyimlerin hayat bulduğu, şehre enerji veren bir alana dönüşmesin? Neden bu sorunu özgürce tartışmayalım, farklı bir deneyimin olabileceğini düşünmeyelim ve bugün karşı karşıya olduğumuz gibi bir oldu-bitti olarak yaşayalım? İstanbullular olarak bizim de farklı bir deneyim talep etme hakkımız yok mu? İki tersane arasında özellikle bu ilişkinin kurulması neden ihmal ediliyor, sanki hiç böyle bir sorun yokmuş gibi davranılıyor?
Unutmayalım ki profesyonellerin ifade özgürlüğü kendilerini değil, başkalarını ilgilendirir.