Slavoj Zizek, ‘AB Mülteci Krizi Küresel Kapitalizmle Yüzleşmeden Ele Alınamaz’ başlıklı yazısında şöyle diyor: Mülteciler için öğrenilmesi gereken acı ders şudur ki, Norveç’te bile “Norveç diye bir yer yok”. Hayallerini sansürlemeyi öğrenmek zorundalar: gerçekliğin içinde hayallerinin izini sürmek yerine, değişen gerçekliğe odaklanmalılar.
Çeviri: Özlem Akarsu
Elisabeth Kübler-Ross artık klasikleşmiş olan çalışması Ölüm ve Ölmek Üzerine’de ölümcül bir hastalığımız olduğunu öğrendiğimizde verdiğimiz tepkinin beş aşamasını gösteren ünlü şemasını sunar: inkar (kişi basitçe durumu kabullenmeyi reddeder: “Bu doğru olamaz, bana değil.”); öfke (durumu inkar etmeyi sürdüremeyecek noktaya geldiğinde patlar: “Bu nasıl benim başıma gelebilir?”); pazarlık (durumu bir biçimde erteleyebilme ya da önemini azaltma umudu: “Çocuklarımın mezuniyetini görmeme izin verecek kadar yaşamama izin ver.”); depresyon (libidinal enerji stoklarının azalması: “Öleceğim, öyleyse neden kafama birşeyi takayım ki?”); kabullenme (“Bununla mücadele edemeyeceğim, onun gelişine hazırlanmalıyım.”). Kübler-Ross daha sonra bu aşamaları felaket getiren her türlü kişisel kayıp türüne uyguladı (işsizlik, sevilen bir kişinin ölümü, boşanma, madde bağımlılığı) ve her zaman zorunlu olarak aynı sıralama içinde gelişmeyebileceğini vurguladı. Hatta hasta bu beş aşamanın her birini yaşamak zorunda değildi.
Batı Avrupa’daki kamuoyunun ve yetkililerin Afrika ve Orta Doğu’dan gelen mülteci akınına verdikleri tepki de tıpkı bunun gibi birbiriyle benzeşmeyen tepkilerin benzer bir kombinasyonu değil mi? Başlangıçta inkar vardı, şimdi artık azalmakta: “Çok ciddi bir şey değil, boşverin gitsin.” Öfke vardı: “Mülteciler bizim yaşam biçimimize bir tehdit oluşturuyorlar, aralarında aşırıcı tutucu İslamcılar saklı, her ne olursa olsun durdurulmalılar!” Pazarlık vardı: “Pekala, kotalar koyalım ve kendi ülkelerindeki mülteci kamplarında destek verelim!” Depresyon vardı: “Kaybettik, Avrupa Avrubistan’a dönüyor!” Eksik olan aşama ise kabulleniş. Kabulleniş bu durumda mültecilerle nasıl ilişkiye geçileceğine dair tüm Avrupa’yı kapsayan tutarlı bir plan yapmak anlamına geliyor.
Dolayısıyla savaştan ve açlıktan kaçarak Afrika’nın kuzeyinde bekleyen, denizi aşarak Avrupa’ya sığınmaya çalışan yüzbinlerce çaresiz insanla ilgili olarak ne yapılmalı?
İki temel yanıt var. Solcu liberaller Avrupa’nın binlerce insanın Akdeniz’de boğulmasına izin verişine karşı duydukları öfkeyi ifade ediyorlar. Avrupa’nın kapılarını sonuna dek açarak dayanışmasını göstermesi gerektiğini iddia ve talep ediyorlar. Mülteci karşıtı popülistler kendi yaşam tarzımızı korumamız gerektiğini ve Afrikalıların sorunlarını kendi kendilerine çözmeleri gerektiğini savunuyorlar.
Hangi çözüm daha iyi? Stalin’den alıntı yapmak gerekirse her ikisi de berbat. Sınırların açılması taraftarı olanlar en iki yüzlü olanlar: Bunun asla gerçekleşmeyeceğini çok iyi biliyorlar çünkü bu Avrupa’da anlık bir popülist kalkışmayı tetikler. Çürümüş dünyadan daha üstün olan İyi Ruh’u oynarken gizlice bu çürümüşlüğe katılıyorlar.
Mülteci karşıtı popülist de çok iyi biliyor ki, kendi hallerine bırakıldıklarında Afrikalılar kendi toplumlarını değiştirmeyi başaramayacaklar. Peki neden? Çünkü biz, Kuzey Amerikalılar ve Batı Avrupalılar onlara engel oluyoruz. Libya’yı kaosa sürükleyen şey Avrupa’nın ülkeye yaptığı müdahele olmuştur. IŞİD’in yükselmesine olanak sağlayan koşulları yaratan ABD’nin Irak’a saldırması olmuştur. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde sürmekte olan iç savaş sadece etnik nefretin patlamasından ibaret değil, Fransa ve Çin de petrol rezervlerine hakim olmak için savaşıyor.
Ama suçumuzun en açık örneği bugünkü Kongo’dur. Bugün Afrika’nın “siyah kalbi” olarak yeniden ortaya çıkan Kongo… 2001’e geri dönersek Kongo’daki doğal kaynakların yasadışı sömürüsü ile ilgili olarak yapılan bir BM araştırması, Kongo’daki iç çatışmaların temel olarak beş ana mineral kaynağına –koltan, pırlanta, bakır, kobalt ve altın- erişimden, kontrolden ve bunların ticaretinden kaynaklandığını belirlemiştir. Etnik savaşın aldatıcı dış görünüşünün gerisinde küresel kapitalizmin çevirdiği dolapları fark edebiliyoruz. Kongo artık birleşik bir devlet değil, mutlaka uyuşturulmuş çocukları da içeren bir orduyla kendi toprak parçalarına egemen olan yerel diktatörler tarafından yönetilen birçok bölgeye ayrışmış durumda. Bu diktatörlerden her birinin, bölgedeki yer altı zenginliklerini sömüren yabancı bir şirketle ya da kurumla ticari bağı var. İronik olan şu ki bu minerallerden pek çoğu dizüstü bilgisayarlar ve cep telefonları gibi ileri teknoloji ürünlerinde kullanılıyor.
Bu denklemden yabancı ileri teknoloji şirketleri çıkarıldığında eski hırsların körüklediği etnik savaş söylemi iflas edecektir. Afrikalılara gerçekten yardım etmek ve mülteci akınını durdurmak istiyorsak başlamamız gereken yer işte tam da burasıdır. Herşeyden önce mültecilerin çoğunluğunun “başarısız devletler”den geldiklerini hatırlamamız gerekiyor. Suriye, Lübnan, Irak, Somali, Kongo gibi devletlerde kamu otoritesi en azından geniş bölgelerde öyle ya da böyle etkisiz hale gelmiştir. Devlet iktidarının bu biçimde parçalanması yerel bir olgu değildir. Tam tersine uluslararası ekonominin ve politikanın bir sonucudur. Hatta Libya ve Irak örneklerinde olduğu gibi Batı müdahalesinin doğrudan bir sonucudur. “Başarısız devletler”in yükselişinin yalnızca beklenmedik bir talihsizlik olmadığı apaçıktır. Bu durum büyük güçlerin ekonomik sömürgeciliklerini uygulama biçimlerinden biridir. Ayrıca Orta Doğu’nun bugünkü “başarısız devletler”inin köklerini, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ve Fransa tarafından çizilen keyfi sınırlarda, dolayısıyla o gün yaratılan bir dizi “yapay” devlette aramak gerektiğini aklımızda tutmalıyız. IŞİD Suriye ve Irak’taki Sünnileri bir araya getirmeye çalışarak aslında sömürgeci efendiler tarafından paramparça edilmiş olanı en sonunda bir araya getirmektedir.
Türkiye, Mısır ve Irak gibi çok da zengin olmayan bazı Orta Doğu ülkelerinin mültecilere karşı Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi gerçekten zengin olanlardan çok daha açık davrandıklarını söylemenin bir faydası yoktur. Krizin yaşandığı ülkelere sınır ülkeler olmalarına ve çoğu Müslüman olan mültecilere kültürel olarak Avrupa’dan çok daha yakın olmalarına rağmen, Suudi Arabistan ve Emirlikler hiç mülteci kabul etmedi. Suudi Arabistan hatta Somalili bir grup Müslüman mülteciyi geri çevirdi. Bunun nedeni Suudi Arabistan’ın hiçbir yabancı misafiri hoşgöremeyecek kadar kökten dinci bir teokrasi olması mıydı? Evet, ama aynı Suudi Arabistan’ın ekonomik olarak bütünüyle batıya entegre olmuş olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Ekonomik bakış açısıyla sorarsak bütünüyle petrol gelirlerine bağımlı devletler olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, düpedüz Batı sermayesinin ileri karakolları değiller midir? Uluslararası toplum Suudi Arabistan, Kuveyt ve Katar gibi ülkelere mültecilerin büyük çoğunluğunu kabul etme görevlerini yerine getirmeleri konusunda tam bir baskı yapmalıdır. Dahası Suudi Arabistan Esad karşıtı isyancılara verdiği destek nedeniyle Suriye’nin bugünkü durumunun başlıca sorumlusudur. Bizim de dahil olduğumuz pek çok başka ülke de durumdan farklı derecelerde sorumludur.
Yeni Kölelik
Bu zengin ülkeler tarafından paylaşılan bir başka önemli olgu da yeni köleliliğin yükselişidir. Kapitalizm bir yandan kendini (serbest piyasa değişiminin bir koşulu olarak) kişi özgürlüğünü vurgulayan ve genişleten ekonomik sistem olarak meşrulaştırırken öte yandan dinamiklerinin bir parçası olarak kendiliğinden kölelik üretir: kölelik Orta Çağ’ın sonlarına doğru neredeyse son bulmuş olsa da modernitenin başlangıcından Amerikan İç Savaşı’na kadar sömürge devletlerde yeniden hortladı. Ve bugün yeni küresel kapitalizm çağında yeni bir kölelik döneminin de yükseldiği hipotezini ortaya koymayı göze alabiliriz. Köleleştirilmiş kişiler bugün artık yasal olarak doğrudan köle statüsünde değerlendirilmiyorlarsa da, kölelik pek çok yeni biçim kazanmış durumda: Suudi yarım adasında (Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Katar’da ve diğer ülkelerde) temel insan hak ve özgürlüklerinden fiilen yoksun olarak çalışan milyonlarca mülteci işçi; Asya’da genellikle doğrudan toplama kampları olarak örgütlenen Asyalı angaryahanelerde çalışan milyonlarca işçi üzerinde kurulan mutlak denetim; Kongo ve benzeri pek çok orta Afrika devletindeki doğal kaynakların sömürülmesi sırasında zorla çalıştırılan kitleler. Ama çok uzağa gitmemiz gerekmiyor. 1 Aralık 2013’de Floransa’nın merkezinden 19 kilometre uzakta bir İtalyan kasabası olan Prato’daki sanayi bölgelerinden birinde yer alan Çinlilerin kurduğu bir tekstil fabrikasında çıkan yangında mukavvadan yapılmış uyduruk bir yatakhanede sıkışıp kalan işçilerden en az yedi tanesi öldü. Kaza kasabanın konfeksiyon fabrikalarıyla bilinen Macrolotto sanayi bölgesinde meydana geldi. Binlerce Çinli göçmenin kentte kaçak olarak yaşadığına inanılıyor. Bu insanlar büyük fabrikalarda ya da küçük atölyelerde ucuz konfeksiyon üretimi yapan bir şebeke için günde 16 saate varan ağır çalışma koşullarında çalışmaktalar.
Dolayısıyla yeni kölelerin zavallı hayatlarına bakmak için Şangay’ın ya da Dubai’nin ya da Katar’ın banliyölerine kadar uzanmamız ya da ikiyüzlü bir biçimde Çin’i eleştirmemiz gerekmiyor. Kölelik hemen burada olabilir, evimizde, sadece onu görmeyiz ya da daha doğrusu onu görmemeyi tercih ederiz. Bu yeni fiili ırkçılık, farklı fiili kölelik biçimlerinin sayısındaki bu sistematik patlama üzücü bir tesadüf değil, günümüz küresel kapitalizminin yapısal bir gerekliliğidir.
Ama Avrupa’ya giriş yapmakta olan mülteciler kendilerini aynı zamanda, yerel işçileri yerlerinden etmek pahasına, ucuz ve istikrarsız bir emek gücü olarak sunmuyorlar mı? Yerel işçiler bu tehdite göçmen karşıtı politikalar izleyen partilere katılarak tepki veriyorlar. Mültecilerin çoğu için hayallerinin gerçekleşmesi aslında bu demek.
Mülteciler yalnızca savaş tarafından paramparça edilmiş vatanlarından kaçmıyorlar bunlar aynı zamanda belli bir hayalin peşindeler. Ekranlarımızda defalarca görebiliyoruz. Güney İtalya’ya ulaşmış olan mülteciler orada kalmak istemediklerini açıkça ifade ediyorlar. Mülteciler daha çok İskandinav ülkelerinde yaşamak istiyorlar. Ya Calais civarındaki mülteci kamplarında yaşamakta olan ve Fransa’dan memnun kalmamış ve İngiltere’ye giriş yapabilmek için hayatlarını tehlikeye atmaya hazır olan binlerce kişiye ne demeli? En azından Almanya’ya ulaşmak isteyen Balkan devletlerindeki onbinlerce mülteci ne olacak? Onlar bu hayali koşulsuz hakları olarak ilan etmiş durumdalar ve Avrupa yetkililerinden yiyecek ve sağlık hizmetlerinin yanı sıra gitmek istedikleri yere ulaştırılma hizmetini de talep ediyorlar.
Bu imkansız talepte gizemli bir biçimde ütopik olan bir şey var: onların hayalini gerçekleştirmek sanki Avrupa’nın göreviymiş gibi sunuluyor. Oysa açık konuşmak gerekirse bu hayal Avrupalıların çoğunun ulaşamayacağı bir hayaldir. Güney ve Doğu Avrupalıların kaçı Norveç’te yaşamayı tercih etmez ki? Burada ütopyanın paradoksunu görebiliriz: insanlar tam da kendilerini yoksulluk, felaket ve tehlike içinde bulduklarında ve insan dışarıdan bakınca onların minimum bir güvenlik ve refah ile tatmin olabileceklerini umarken, mutlak ütopya fışkırır. Mülteciler için öğrenilmesi gereken acı ders şudur ki, Norveç’te bile “Norveç diye bir yer yok”. Hayallerini sansürlemeyi öğrenmek zorundalar: gerçekliğin içinde hayallerinin izini sürmek yerine, değişen gerçekliğe odaklanmalılar.
Solun Tabularından Biri
Solcuların büyük tabularından biri de burada yıkılmak zorunda: kişiye özgü yaşam biçiminin korunması fikri kendi içinde faşizmin öncüsü ya da ırkçı olan bir kategoridir. Bu fikri terk etmezsek Avrupa’nın her yerine yayılmış olan göçmen karşıtı dalganın önünü açmış oluruz. (Danimarka’da bile göçmen karşıtı Demokratik parti tarihinde ilk kez Sosyal Demokratların önüne geçti ve ülkedeki en güçlü parti haline geldi.) Sıradan insanların özel hayatlarındaki tehditlerle ilgi kaygıları, Solcu bir bakış açısıyla da ele alınabilir. Bernie Sanders bunun canlı kanıtıdır! Ortak yaşam biçimlerimize yönelen gerçek tehdit yabancılar değildir, dinamik küresel kapitalizmdir: Son 20-30 yıl içinde gerçekleşen ekonomik değişimlerin sadece Amerika Birleşik Devletleri’ndeki küçük kentlerdeki ortak hayata verdikleri zarar bugün tüm göçmenlerin verdikleri zararın toplamından çok daha fazladır.
Bu duruma verilen standart Sol liberal tepki şüphesiz küstah bir ahlakçılık patlaması oldu: “yaşam biçimimizi koruma” düsturuna herhangi bir biçimde sahip çıktığımız anda kendi duruşumuzdan ödün vermiş oluruz çünkü biz göçmen karşıtı popülistlerin açıkça destekledikleri politikaların daha ılımlı bir biçimini öneriyoruz. Bu geçtiğimiz on yılların hikayesi olabilir mi? Merkezi partiler göçmen karşıtı popülistlerin açık ırkçılığını reddediyorlar ama aynı zamanda sıradan insanların “kaygılarını anlama” çabalarını itiraf ediyor ve aynı politikaların çok daha “rasyonel” bir biçimini yasalaştırıyorlar.
Bu politikalar gerçeğin özünden bir parça taşırken, ahlakçı yakınmalar –“Avrupa empati kurmayı unuttu, başkalarının acılarına karşı kayıtsız kalıyor,”vb. – yalnızca göçmen karşıtı vahşetin öteki yüzünü temsil ediyor. Her iki tutum da, hiçbir biçimde kanıtlanamayan şu varsayımı paylaşıyor; insanın kendi yaşam tarzını savunması evrensel ahlakı dıştalar. Dolayısıyla kişinin liberal “ne kadarını hoş görebiliriz” oyununa düşmekten kaçınması gerekir. Çocuklarının devlet okullarına gitmesini engellemelerini hoş görebilir miyiz, çocuklarını birbirleriyle evlendirmelerini hoş görebilir miyiz, kendi aralarındaki eşcinsellere merhametsizce davranmalarını hoş görebilir miyiz? Bu aşamada şüphesiz ya asla yeteri kadar hoşgörülü değilizdir ya da yabancıların haklarına kadınların haklarını yok sayacak kadar çok hoşgörü göstermeye dünden hazırızdır. Bu çıkmazdan çıkmanın tek yolu sadece başkalarına hoşgörü ya da saygının ötesine geçerek ortak bir mücadele vermeye başlamaktır.
Dolayısıyla kişinin, mülteciler küresel ekonominin bize ödettiği bedeldir, bakış açısını yaygınlaştırması gerekmektedir. Küresel dünyamızda mallar özgürce dolaşırken insanlar dolaşamıyor: yeni ırkçılık biçimleri filizlenmekte. Başa çıkılamayacak bir yabancı akınına maruz kalma tehdidi ve gözenekli duvarlar konusu küresel kapitalizme sıkı sıkıya içkindir, kapitalist küreselleşmede yanlış olan şeyleri listeler. Büyük göçler insanlık tarihinin değişmez bir özelliği iken modern tarihteki büyük göçlerin temel nedeni sömürgeci yayılmacılıktır: Küresel Güney sömürgecilikten önce büyük ölçüde kendi kendine yeten ve göreli olarak kapalı yerel topluluklardan ibaretti. Bu yaşam biçimini sona erdiren ve büyük ölçekli göçleri başlatan şey sömürgeci işgaller ve köle ticareti olmuştur.
Avrupa göç dalgası yaşayan tek yer değil. Güney Afrika’da Zimbabve’den gelen bir milyonun üzerinde mülteci var. Bu mülteciler işlerini çaldıkları gerekçesiyle yerli fakirlerin saldırılarına maruz kalıyorlar. Ve daha çok mülteci gelecek, yalnızca silahlı çatışmalar nedeniyle gelmeyecekler, “haydut devletler”, ekonomik kriz, (küresel ısınma nedeniyle artan) doğal felaketler, insanoğlunun sebep olduğu felaketler ve benzeri nedenlerle de gelecekler. Şimdi çok iyi biliyoruz ki, Japon yetkililer Fukushima nükleer sızıntısından sonra, bir an için tüm Tokyo bölgesinin –yaklaşık 20 milyon insan- bütünüyle tahliye edilmesi gerektiğini düşünmüşlerdi. Bu durumda bu insanlar nereye gideceklerdi? Hangi koşullarda göç edeceklerdi? Onlara küçük bir toprak parçası verilecek miydi yoksa dünyanın çeşitli yerlerine mi dağıtılacaklardı? Peki ya kuzey Sibirya çok daha yaşanabilir ve tarıma elverişli bir yer haline gelirken, Sahra çölünün güneyinde yer alan geniş topraklar orada yaşamakta olan kalabalık nüfusu geçindiremeyecek kadar kurak bir yer haline gelirse ne yapacağız? Nüfuslar arasında mübadele nasıl örgütlenecek? Geçmişte benzer şeyler olduğunda çok vahşi yöntemlerle gündeme gelen, vahşet ve yıkımın yaşandığı toplumsal değişimler ortaya çıkmıştı (Roma İmparatorluğu yıkılırken ortaya çıkan büyük göçleri hatırlayın). Pek çok ulusun kitlesel imha silahlarına sahip olduğu günümüz dünyasında böyle bir ihtimal büyük bir felaket anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla alınması gereken en önemli ders insanoğlunun çok daha “esnek” ve göçer bir tarzda yaşamaya hazır olması gerekmektedir: Çevre koşullarında yaşanan hızlı yerel ve küresel değişimler, bugüne kadar görülmemiş, benzeri yaşanmamış, büyük ölçekli toplumsal değişimleri gerektirebilir. Bir şey çok açık: Ulusal egemenlik kavramının radikal bir biçimde yeniden tanımlanması ve yeni düzeylerde küresel işbirliği yöntemleri oluşturulması gerekiyor. Peki ya yeni iklim koşulları ya da su ve enerji sıkıntıları nedeniyle ekonomide ve doğal kaynakları korumak konusunda yaşanan büyük değişimlere ne demeli? Bu değişimlere hangi karar alma süreçleri yoluyla karar verilecek ve değişimler hangi mekanizmalar yoluyla uygulanacaklar? Burada pek çok tabunun yıkılması ve bir dizi karmaşık önlemin alınması gerekiyor.
İlk olarak, Avrupa mevzuatını mültecilerin onurlu bir biçimde yaşamaları için gerekli olan araçları temin etmeyi koşulsuz olarak üstlenecek biçimde yeniden düzenlemelidir. Bu konuda hiçbir taviz verilmemelidir: Büyük göçler bizim geleceğimizdir böyle bir vaadden kaçınmanın tek alternatifi yeni bir tür barbarlıktır (bazıları bunu “medeniyetler çatışması” olarak adlandırıyor).
Bu taahhütün zorunlu bir sonucu olarak Avrupa kendini örgütlemeli ve açık seçik kurallar ve düzenlemeler getirmeli. Macaristan ya da Slovakya’daki yetkililerin tutumlarında yaşandığı gibi yerel barbarlıklardan kaçınmak için, mülteci akınının tüm Avrupa Birliği’ni kuşatan devasa bir yürütme ağı aracılığıyla devlet tarafından denetimi sağlanmalıdır. Mültecilerin güvenlikleri konusundaki endişeleri sona erdirilmeli ama Avrupa yetkilileri tarafından kendilerine ayrılan yaşama alanını kabul etmek zorunda oldukları kendilerine açıkça bildirilmelidir, ayrıca Avrupa devletlerinin yasalarına ve toplumsal normlarına saygı göstermeleri gerektiği hatırlatılmalıdır: inandığı din, cinsiyeti ya da etnik kimliği nedeniyle hiç kimsenin şiddet görmesi hoşgörülemez, hiçkimsenin kendi yaşama biçimini ya da inancını bir diğerine zorla kabul ettirmeye hakkı yoktur, her bireyin kendi toplumsal geleneklerini terketme özgürlüğüne saygı göstermek gerekir, vb. Eğer bir kadın yüzünü örtmeyi tercih ederse buna saygı duyulmalıdır ama eğer onu açmayı tercih ederse, onun bunu yapma özgürlüğü garanti altına alınmalıdır. Evet bu tür bir kurallar silsilesi Batı Avrupalı yaşam tarzına ayrıcalık tanımaktadır, ama bu da Avrupa’nın misafirperverliğinin bedelidir. Bu kurallar açıkça belirlenip, gerekirse (yabancı köktendincilere olduğu kadar bizim göçmen karşıtı ırkçılarımıza karşı) zorlayıcı önlemler kullanarak uygulanmalıdır.
Üçüncüsü yeni bir uluslararası müdahale biçimi bulunmalı: yeni sömürgeci tuzaklardan kaçınan askeri ve ekonomik müdaheleler. Libya, Suriye ya da Kongo’da barışı garanti altına alan BM kuvvetlerine ne oldu? Bu tür müdahaleler yeni sömürgecilikle yakından ilgili olduğundan aşırı korunma önlemlerine ihtiyaç duyulacaktır. Irak, Suriye ve Libya örnekleri yanlış biçimde yapılan müdahelelerin (Irak ve Libya gibi) ve aynı zamanda karışmama siyasetinin (Suriye örneğinde olduğu gibi, karışmama görüntüsü altında Rusya’dan Suudi Arabistan’a ve Amerika Birleşik Devletleri’ne kadar pek çok yabancı güç duruma bütünüyle müdahil olmuşlardı) nasıl olup da aynı çıkmazla sonuçlandığını göstermiştir.
Dördüncü olarak en zor ve önemli görev ekonomide, mülteciler üreten toplumsal koşulları ortadan kaldıracak radikal bir değişim yaratmaktır. Mültecilerin varlığının temel nedeni bizzat bugünün küresel kapitalizminin kendisi ve onu jeopolitik oyunlarıdır ve bunu radikal bir biçimde değiştirmezsek yakında Yunanistan’dan ve diğer Avrupa ülkelerinden gelen göçmenler Afrikalı mültecilere katılacaklar. Gençliğimde ortak olanları düzenlemek ve denetlemek için girişilen böylesi bir örgütlü çabaya Komünizm deniyordu. Belki onu yeniden keşfedebiliriz. Belki, uzun vadede komunizm bizim tek çözümümüz olabilir.
Tüm bunlar bir ütopya mı? Belki, ama eğer bunu yapmazsak, gerçekten yok olacağız ve yok olmayı hak edeceğiz.