Ben Frost, Borusan Müzikevi konseri için İstanbul’daydı

Kongo, Brian Eno, Suriye, ambient, göçmen, Lars Von Trier, Af Örgütü, savaş fotoğrafçılığı… Beklenmedik bir sırayla dizilen bu ifadeler modern elektronik müziğin nevi şahsına münhasır ismi Ben Frost’la oturup konuşurken havada uçuşuyor. Hepsinin ortak yanı müzisyenin kafa karışıklığından ziyade çok fazla disiplinle aynı anda haşır neşir olmasından kaynaklanıyor. Richard Mosse’nin askeri fotoğraf filmi Aerochrome’la dağlarını taşlarını pembeye boyadığı Kongo’da çekilen The Enclave’in seslerinden sorumluydu. Avustralya’dan İzlanda’ya göç etmesinin getirdiği göçmen statüsü kutup ışıklarına yakınlık son albümü Aurora’da ortaya çıktı. Brian Eno’yla çalıştı. 12 bölümlü The Fortitude’un müziklerini yaptı. Ben Frost, sanata katkıları gün geçtikçe daha iyi anlaşılacak önemli bir müzisyen. İkinci İstanbul ziyaretinde daha masaya oturur oturmaz, “Bu şehirde kendimi çok iyi hissediyorum ama sokakta ne çok Suriyeli var. 3 çocuğuyla dilenen baba… Aman Tanrım.. “ Uzun duraksamalarla dolu bir röportaj işte bu derin ‘off’ hüznüyle başladı.

 

Sanatatak: Brian Eno ile karşılaşmalarınızdan başlamak istiyorum. Ambient’ın babası diyoruz kendisine, sese bakışınızı nasıl etkiledi, By the Throat albümünden sonra gitarı ve piyanoyu bırakmaktan bahsetmiştiniz… Gitarı, piyanoyu bırakmanız bana The Five Obstructions (5 Engel) filmini hatırlattı. İzlediniz mi?

Ben Frost: Tabii ki. Bilmiyorum, ilginç. O zamandan beri basında çıkan belki 200 röportajda kimse bunu sormadı bana. Ben kendimle Lars von Trier arasında bir benzerlik çizmeye çalıştım. Yani orada duruyor, gerçek bir şey. Filmi ilk defa izlediğimi hatırlıyorum, dayanılmaz bir kıskançlık hissetmiştim. Von Trier, değilse bir başkası o tarz gaddarca sınırlamalar empoze edebilir bana çünkü sonuçta kendi kurallarımı çiğneyecektim.

Kurallarınızı kendinizin kırmasıyla bir başkasının kırması arasında ne fark var?

O filmin bir yerinde von Trier kurallarından birini kendisi çiğniyor ve o da onu tekrar yapması için geri yolluyor. Böyle militanca bir yaklaşıma sahip olmak isterdim ama büyük ihtimalle değilim. Brian’ın işleyişinde bir havailik vardı. Sürekli matematik ve bilim bir vurgu; Rakam oyunlarına bayılırdı ve müzik üretiminde belli bir sistem uygulamak isterdi. Bunun bende bir yansıması var. Benim için yeni bir şey olduğunu söylemiyorum ama o ilişki aracılığıyla güçlenmiş oldu.

Stephen Malkmus’un Thurston Moore, pardon Kim Gordon ile karşılaşmasını hatırlıyorum, Thurston Moore yarın burada çalıyor bu arada...

Thurston Moore mu?

Evet. Stephen Malkmus Kim Gordon’la Pavement’ın Wasted EP’’sini paylaşıyor, beraber turdalar o zamanlar. Ve o anı şöyle tanımlıyor Malkmus: “Müziğim ilk defa profesyonel anlamda değerlendirilecekti. Nasıl tepki vereceğini çok merak ediyordum. Kalbim yerinden çıkacaktı” Sizin de şöhret olmuş, alternatif bir yolla şöhret olmuş Brian Eno ile karşılaştığınız an nasıldı?

Şanslıydım ki benden önce müziğimi dinlemişti. Müziğimi tanışmamızdan çok daha önce duymuştu. O yüzden bir listeleme yapmak zorunda kalmadım. Benim için bir ağırlığı vardı.

Brian Eno kısmını unutalım. Şimdi Fortitude için müzik üretiyorsunuz.

Hepsi tamamlandı evet.

12 episod sanırım.

Geçen sene bitirdim onu.

Nasıldı peki?

İlginçti. Giderek çok eğlenceli bir hal aldı. İlk başlarda işe bulaşmakla ilgili şüphelerim vardı. Ama yaptığımızdan gurur duyuyorum.

Önce episodları gördünüz ve sonrasında müziği mi yarattınız?

Hayır, tüm müziği önceden yazdım. Senaryo üstünden çalıştım. Senaryoya beste yaptım ya da aslında fikre müzik yaptım, ana hikaye üstüne, karakterlere…

Bir de Gael Garica Bernal’in The Invisibles’ı var. Benim için çok çarpıcı mesela bir Af Örgütü’nün projesiydi. Sizin de bu tür konulara yakınlığınızı düşünüyorum da sanki ayrıcalıklı beyaz erkek konumu sizi rahatsız ediyor, böyle olmaktan mutsuzsunuz.

Hayır, onunla alakalı bir mutsuzluğum yok. Ben sadece bu ayrıcalıkların doğru bir şekilde kullanılmadığını düşünüyorum. Biri bana müzik yapmam için yüklü bir para ödediğinde, bir TV dizisi için olabilir, o paranın yarısını çocukları kurtarmak için ya da başka bir sebeple dağıtmamı gerektiren bir sorumluluğum olduğunu düşünmüyorum. Dünyanın geri kalanıyla aranızdaki ilişkide kendinizi bu şekilde teskin edemezsiniz, kolaya kaçmak olur bu. Giderek sorumluluğumun işime daha fazla asılmak, onu daha çok kendime ait kılmak olduğunu düşünüyorum. Yani bir bağırmadan daha basit, daha kolay bir müzik kaydedemem. Her kayıtla, her projeyle ne çıkacağı çok önemli yoksa kendimi kandırıyormuşum gibi hissederim. Bu tür zor kararları verecek ayrıcalıklı bir pozisyonum var; yani sonuçlarını düşünmek zorunda kalmadan uğraştığım şeyi sonuna dek götürmek. Bu sanatçının, (gülerek) ayrıcalıklı beyaz adamın sorumluluğu. Bu disiplin aynı zamanda; kolay olmasına izin vermemek.

Işıklarla ilişkiniz ve rave… Ryoji Ikeda “Ne öğrendiysem club’larda öğrendim” diyor.Geriye gittiğinizde, müziğin devlerine, büyük isimlere Detroit’e, Derrick May’e kadar uzanan bir liste var.

Kesinlikle.

Işıkla olan ilişkinizi, şöyle tarif ediyordunuz: “Sesi kısıyorum ve ışığa bakıyorum.” Rave kültürü ve sizin bundan aldığınız ilham arasındaki bağı açıklayabilir misiniz?

Işıklarla miras alınmış bir büyülenmeye doğru gidiyorum. Kamp ateşlerinden, mağaradaki bir alevden miras aldık. Ateşin seni büyülemesi. Büyülenme, bu hipnotize edici güzellik ile genelde korku diyebileceğim şey arasındaki öforik bir alandan kaynaklanıyor. Potansiyel olarak çok tehlikeli bir şey. Bir kıvılcım bir anda kontrol edilemeyen bir yangına dönüşebilir. Çok uzaklarda oluşan yıldırım bir anda tepenize inebilir. Bu Aurora algısı, bu ışık şovu eğlendiriyor bizi; o şeyin gerçekte ne olduğu konusunda bizi yanılgıya sürüklüyor; gerçekte bu radyasyon. Aslında çok tehlikeli, ömür törpüsü, hayat bitirici bir enerji. Bizim eğlenmemiz için orada değil ve bu da onun umurunda değil zaten. Özündeki bu huzursuzluk ilginç. Yani bir club’ı düşünelim, öncelikle bu ışık şovlarını neden istiyoruz? Hepsinin bir şekilde aynı yerden geldiğini düşünüyorum. Bilmiyorum…

İnsanın neden büyülendiğini açıklaması her zaman zordur. Anlayabiliyorum. Konserlerinizideki görsellerden bahsedecek olursak, Ikeda W’nın işlerini beğendiğinizi biliyorum. Görsellerle ilişkisini açıklarken şöyle diyor: “Bir sanatçı olarak sahnede tamamen kaybolmak istiyorum” diyor. Winamp yıllarını düşünelim, görseller download edilirdi, screen saver’lar, oradan şimdi görsellerin çok agresif ve aşırı kullanıldığı bir zamandayız. Fenensz’in Türkyie’deki ilk konserini hatırlıyorum, yıllar önce. Bomboş bir duvar önünde sadece çaldı, millet dinledi. Buradaki ikinci şovunda görsel bir sanatçı vardı yanında. İşler ne çabuk değişiyor. Facebook ve diğer başka şirketler sanal gerçeklik makinaları üretiyorlar. Diyelim siz Rejkavik’te çalıyorsunuz, biz buradan dinliyoruz. Ne hissediyorsunuz bununla ilgili? Görsel ve ses arasında eşik gidip geliyor.

Ben müziği sinemalaştırmayı temelden reddediyorum. Ne olursa olsun benim için hiç ilgi çekici değil. Canlı performansın fizikselliği öylesine eksik ki v-jay getiriyorlar yerini tutsun diye. Benim deneyimlerime göre fiziksel olarak var olamamanın yerine çok tembel bir şekilde telafi etmeye çalışılıyor.

 Aynı zamanda müziğinizin mekanı yeterince doldurmadığını kabul etmek gibi.

Kesinlikle.

O zaman başka bir şeylere başvuruyorsunuz.

Sen mimariden bahsediyorsun ama müziğin kendi çerçevesi içerisinde de bu müzik başka bir şeyin temsilcisi demiş oluyorsun. Müzik bu deneyimin %75’ini mi oluşturuyor, %85’ini mi, o zaman görseller geri kalan %15’in yerini dolduruyor. Bu ilişkilere ne kadar yatırım yapmalıyız?Carsten Nicolai gibi isimleri düşünecek olursak bu tamamen farklı bir vaziyet. Sesler geliştirmek amacıyla çok dar bir sinestezi bandında çalışmak, örneğin Robin Fox gibi sesle çalışan, kelimenin tam manasıyla sesler aracığıyla görüntü yaratan insanlar; görüntü ve ses bu şekilde birbiriyle çarpışıyor ve bütün, kısımlarından daha büyük. Bir artı bir iki değil, on, belki. En iyi anlarında acayip bir mükemmellik söz konusu.

Sonunda bir enstalasyon oluyor.

İnanılmaz, inanılmaz.

Carsten Nicolai ile kısa sohbetimizden anladığım yaptığı şeyin canlı performans tarafı en az ilgisini çeken şey. Sahnede olmak ilgilendirmiyor onu ama işlerin yürümesi için fiziksel olarak orada bulunması gerekiyor.

Onu çok takdir ediyorum. Görselle ilgili, sinemada o kadar çok öyle iş var ki bir yandan, bazı boktan filmlerde. Benim kendi işime gelirsek ben ondan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorum. Bu sanat değildir diyen adam olmak istemiyorum. Diğer insanların yaptıkları beni ilgilendirmez.

Son yıllarda Sakamato ile çalışmak çok popüler oldu.

Carsten o pazarı tuttu diye düşünüyorum.

Herhangi bir işbirliği söz konusu olur mu Sakamato ile?

İşbirliği? Tabii, olabilir. ama şu an biriyle çalışmak istesem William Basinski olurdu. Çok farklı kafalar. Daha önce de konuştuk. Kayıt yaparken benim beğenilerim önemli. Farklı mesleklerde de böyle mi merak ediyorum. Bir Çin restoranında çalışıyorsanız noodle yemek istemezsiniz, mümkün olduğunca uzak durursunuz.

Brian Eno’nun avantajlarından biri şuydu, Ambient 4’ten sonra harika albümn My Life in the Bush of Ghosts’u yaptı. Böyle bir şansı vardı. Tamamen farklı bir albüm. Sonra Aurora albümünüzde bazı anlara dikkat ettim; My Life in the Bush of Ghosts’ta olduğu gibi. Davul, ritm arayışı var sanki.

Kesinlikle, o kaydı seviyorum.

Sizin ilk albümünüz Steel Wound’da Loren Connors’ı andıran bir şarkı var. Elektro gitarla çalınan. Ben ilk dinlediğimde ‘işte budur’ dedim, sesin kasveti, bu.

Steel Wound coğrafi açıdan çok spesifik bir yerde yaptığım bir kaç albümden biri. Baştan sona tüm albümü Melbourne’e 4 saat mesafede kıyıda bir evde kaydettim. Çok yakın olduğum büyükannem ölmek üzereydi. Uzun, acılı, kanser bağlantılı bir ölümdü. İnsanların kendilerini öldürmelerine izin yok, ötenazi Avustralya’da uygulanmıyor, insanların gururlarıyla ölmek yerine acı içinde yok olmaları bekleniyor. Bu evde yaptım o kaydı ve sanırım bir daha böyle bir şey yapmam mümkün değil.

Amerikalı yazar Don Delillo’yu bilir misiniz? White Noise diye bir kitap yazdı.

Çok severim o kitabı.

Bir ev kiralıyor, kendini adeta hapsediyor bu eve ve orada yazıyor, o kitap olağanüstü. Tabi insanlar kendillerini hapsetsin demiyorum da kitap çok iyi. Sesteki o kasvet Delillo’nun o kitabı yazma tarzına benziyor biraz. Sahneye koyduğunuz The Wasp Factory’nizi konuşmak istiyorum. Baş karakter bir yerlerde şunu söylüyor: Bana alet edevatları verin, kazmayı verin, baraj inşa edeyim. Ancak böyle mutlu olacağım. Sizin için nedir bu baraj inşa etme?

Bilmiyorum, sanırım doğamda problem çözücülük var. Çözülmesi gereken sorunlara iyi reaksiyon veriyorum. Bir fikre, bir soruna karşılık vermek benim için daha kolay. İlgi alanımın çoğu bir temanın varyasyonları üstüne. Uçurma balıkçılığı benim için bir problem çözme oyunu. Doğru tekniği, doğru nehirde, doğru balık için doğru yemi seçme. Pek çok faktör işin içinde. Nehirde doğru derinlikte mi bulunuyorsunuz, yemi doğru mu sunuyorsunuz, beyniniz durmadan çalışıyor. Benim için çok heyecan verici.

Avustralya’dan İskandinavya’ya geçersek, İzlanda’da, ışıklara, kutba yakın yaşamak konusunda düşünceleriniz neler? Avustralya’da kalsanız sizin için her şey aynı mı olurdu? Şu an bir göçmen gibisiniz.

Kesinlikle. Kimileri doğdukları yerde şanslıdır. Çoğu insan doğduğu yeri evi hisseder. Geri kalanımız da o evi bulmak zorundadır. Ben kesinlikle ikinci kategorideyim.

Evinizi buldunuz mu? Arıyor musunuz?

Buldum kesinlikle. On yıldır İzlanda’dayım. Orası benim evim ve ilk taşındığımda da öyle hissettim. Bir gün ayrılsam bile, ki bunu sürekli düşünüyorum çünkü İzlanda’da yaşamak başa bela bi durum. Turlara çıkan bir müzisyen olarak makul bir lokasyon değil. Çok uzakta, pahalı, hayatım kahrolası uçaklarda geçiyor. Fırsatım olursa Rejkavik’e, eve dönmek isterim.

Yalnız Nico Muhli’yi görüyor musunuz? Ne yapıyor? Beraber bir şeyler yapacak mısınız?

Hep iletişim halindeyiz. Nico’nun ilginç yanı, yeni, heyecan verici, genç olana karşı doyumsuz talebi. Dört kez onu bir kutu gibi boyadık ve insanlar üstüne onunla ilgili bir sıfat işaretleyecekler ve onunla ilgili bir kimlik formüle edeceklerdi. Filled Glasses projesi idi ve Anthony ve Burke ile çalıştı. Yeni, klasik Iphone kullanan, moda düşkünü, genç bir besteci. Nico’nun medyayla ilişkisi çok keskindi yıllarca, insanlar yaptıklarını takip ediyordu. Ama yavaşça ve emin bir biçimde kanıtlandı ki kendini takip eden bu aldatıcı reklam saçmalığı onun çalışmalarını olduğundan daha değersiz göstermiş, ağırlığını göz ardı etmiş. Bir besteci olarak başarısı yeni başlıyor. Müziğin doğasını gerçekten anlamış durumda beyni o kadar geniş ki ben hiçbir zaman anlayamayacağım.

Siz bir orkestra için beste yapmayı düşünüyor musunuz?

Pek değil. İşimin o kadar izole bir işle ilgileneceğimi sanmıyorum. Sanırım başka bir yöne gidiyor benim çalışmalarım. Kaydedilen müziğin sınırları dışında var olacak bir yere doğru gidiyor eserlerim sanırım.

Kayıt altına alınan müzikten uzaklaştığınızı mı söylüyorsunuz?

Albümün formatı, albümün manifestosu içimde ne kadar nefes bıraktı bilmiyorum.

Yeni bir albüm çıkaracak mısınız? İki yıllık bir döngünüz var zaman . Sanki yeni albüm vakti geldi gibi.

Hiç acelem yok yeni albüm için. Ne var bundan sonra ben de bilmiyorum.

Daha fazla yazı yok
2024-03-29 11:46:50