Selfie bizi Rembrandt’ın yapmış olduğu şeyden uzaklaştırmakla tehdit ediyor: Kendimize yakından, dürüstçe ama merhametle bakmak
Otoportreler daima özsaygıyı yansıtmıştır. Bu ifade Rönesans döneminde doğru bir ifadeydi. Bu ifade, Rembrandt’ın Ulusal Galeri’de çarşamba günleri sergilenmeye devam eden ve aralarında pek çok otoportrenin yer aldığı son çalışmaları için de doğru bir ifadeydi. Bu ifade şimdi bizim için de doğru bir ifade.
Makyajlı ya da makyajsız çekilen selfie’lere yönelik güncel takıntı hem takdire şayan hem de tehlikeli bir özgüven patlamasını yansıtmakta.
Bir ölümsüzlük girişimi
Erken Rönesans sırasında sanatçının toplumsal konumu büyük bir değişime uğradı. O zamanlar aralarında nadiren ayrım yapılan sanatçılar ve bilimciler, modern çağın temellerini atacak olan, yeni filizlenmiş bir araştırma ruhunun öncülüğünü üstlendiler.
Dolayısıyla, sanatçıların Rönesans’ın başlagıcından bu yana ölümsüzlük girişiminde bulunmaya başlamaları hiç de şaşırtıcı değildir. Sanatçıların ısmarlama biyografileri baş göstermeye başladı. Sanatçılar kendi yapıtlarını ilk kez bu dönemde imzalamaya başladılar.
Ama giderek artarak büyüyen bu kendine sahip çıkma halini ötekilerden kat kat daha iyi ifade eden şey yeni yeni ortaya çıkan otoportre deneyimi oldu. Ve otoportre denince aklımıza doğal olarak Rembrandt geldi.
Ömürboyu süren bir takıntı
Rembrandt arkasında kendi imgesinin resim, desen ya da gravür tarzında 80 tane yorumunu bıraktı. Otoportreyle olan meşguliyeti ne gelip geçici bir gençlik hevesi ne de yaşlı bir adamın takıntısıydı: tüm kariyerini kapsıyordu.
Ulusal Galeri sergisi, onun geç dönemine denk düşen bazı çarpıcı örnekleri bizim için özel olarak biraraya getirmiş. Örneğin, ilk salonda onun son on yılına ait dört otoportreyle karşılaşıyoruz.
Onun yüzyıllar sonrasında geride kalan otoportrelerinin toplam sayısı, onun kendine has tescillenmiş özgüvenine ve ölümsüzlük arzusuna şahitlik ediyor. Rembrandt bizim onu hatırlamamızı istemişti çünkü o önemli biriydi.
Ve biz bir selfie çektiğimizde, bizim de meramımız aynı oluyor. Şöyle diyoruz: Bana bak. Ben önemli biriyim. Ben de tanımlanmayı hak ediyorum.
O halde Stephen Fry, iPhone’da bir kamera olmasını neden özellikle istemiyordu, selfie’nin ortaya çıkışını belki de önleyebilmek için mi?
Rembrandt’ın dürüstlüğü
Usta bize bir ipucu veriyor. Zamanın izlerini yakından izleyen Rembrandt’ın otoportreleri değişir. Son otoportreleri özellikle çarpıcıdır.
İflasla yüzleşen, en sevdiklerinin ölümlerine katlanmak zorunda kalan Rembrandt aynanın önüne geçerek kendi resmini yaptı. Onun otoportreleri onu yansıtır, onun olmak istediği kişiyi değil, nasılsa öyle: yaşlanan, kalınlaşan, irin dolu bir kasvetin içinde yapayalnız.
Onu hatırlamamızı istiyordu –kuşkusuz bir sanatçı olarak, ama aynı zamanda bir insan olarak: yaslı, belki yalnız ama inkar edilemiyecek bir biçimde onurlu.
Simon Schama’nın onu sıradan biri olarak tanımlamasının nedeni budur: çok dikkatli bir biçimde ayrıntılandırılmış yüzünde, “sayısız başka karakteri” görürüz. Biz ona bakarken o da bize bakar ve sanki onu anladığımızı hissederiz.
Bizim dürüstlüğümüz?
Peki ya bizim selfie’lerimiz? Biz de gerçekten olduğumuz gibi görünmek istiyor muyuz?
Gözkenarlarımızdaki kırışıklıkların yana doğru uzayışını, kalçalarımızın genişleyişini özenle çizerek göstermek ister miydik? Cildimizin sarkışını?
Biz o kadar keskin görüşlü, doğru ve yeterli değiliz. Biz “iyi yanlarımız” hakkında kaygılanırız. Şişman görünmek bizi rahatsız eder.
Telaşla tembel gözümüzü ya da eğri büğrü dişlerimizi yakalayan Facebook fotoğraflarındaki etiketleri kaldırırız; en kişisel kusurlarımızı silmeye çalışırız. Fotojenik olmak kendimiz gibi görünmekten daha önemlidir.
Rembrandt fizyonomisinin belli bazı yönleriyle belli belirsiz oynar, gözleri bazı tasvirlerde diğerlerinde olduğundan daha büyüktür, yüzü daha uzun ya da daha kısa olabilir ama yüzünün asimetrik hatlarına daima çok titiz bir özen gösterir.
Aslında, çehresindeki kırışıklıkları ve gözkapaklarındaki sarkmaları birebir resmedebilmesini sağlayan özel hassasiyeti, sanat tarihçilerinin Rembrandt’a ait olduğu varsayılan bir resmin özgünlüğünü ölçmesini mümkün kılan göstergelerden biridir.
Kendi fiziksel kusurlarının ayrıntılarını vermek konusunda çok titizdi.
iPhone’unumuzu selfie çekmek üzere havaya kaldırdığımızda –daima yukarıdan, asla aşağıdan değil- vicdanlarımızın sesini pek de dinlemeyiz.
Özgüven mi vurdumduymazlık mı?
Rembrandt kuşkusuz titizdi; ama belki de bu titizliğine rağmen titiz olduğu kadar dürüst değildi. Belki de kendi imgesini duygusallaştırıyordu.
Kendi imgesi üzerinden kendi ruhunu keşfetmek için içsel, romantik olmayan bir tepkiye kapılmaktansa, belki de “sanatçının kendisi tarafından yapılmış sanatçı portresi” talebini karşılıyordu.
Ya da belki de yalnızca insan suretinin dikkatle temsil edilmesi ile ilgileniyordu –bu sureti keşfederken en sabırlı ve en yardımsever modeli kuşkusuz kendisi olacaktı. Muhtemelen asla emin olamayacağız.
Buna karşın, bir şey çok nettir: onun imgeleri itina, tasavvur ve yetenek gerektirir. Zaman alırlar. Uzun ve dikkatli bir bakışın, ve bir başkasının, ve bir başkasının ürünüdürler; kaçamak bir bakış sonucu ortaya çıkmamışlardır.
Ve Rembrandt’tan öğrendiğimiz işte budur. Snapchat ile birlikte, otoportre emre amade oldu. Tıklıyoruz, yolluyoruz ve son hacking skandalının ortaya koyduğu gibi, onlara bir daha bakmak istemiyoruz.
İlginin merkezi olmak istiyoruz, oluyoruz da –ama bu asla uzun sürmüyor. Rembrandt’ın otoportrelerinin tersine, bizim selfie’lerimiz ince eleyip sık dokuyan bakışları taşıyamazlar.
Vakardan sadece kendisiyle ilgilenmeye
Özgüven vazgeçilmezdir. İnsan hakları hareketinin köşetaşıdır: uzun zaman suskun kalan seslerin yükselmeye başlamasının zorunlu öncülüdür, modern çağımızın gururudur.
Kayıtsız bir topluma karşı “Biz Önemliyiz” demek mühimdir.
Ama kendi çehrelerimize ya da iPhone’larımızın ekranlarına ne kadar çok bakarsak, bizi kuşatan dünyayı o kadar az görürüz.
Sadece fotoğraflarını çekmek ve bu fotoğraflara filtre uygulamak amacıyla deneyimlemeye yanıp tutuştuğumuz yaşantılar var, çünkü hayatımız için istediğimiz en son şey onun sıradan gözükmesidir. Ama bir Rembrandt otoportresinin karşısında durduğumuzda, asıl ilgiyi çeken şeyin sıradan olmak –insan olmak- olduğunu farkederiz.
Rembrandt son zamanlarında bile, keşfetmeye, kendine meydan okumaya, yeteneğinin sınırlarını zorlamaya devam etti. Desenlerin kompozisyonu ya da ışığın gösterilişi ya da dokunun araştırılması sözkonusu olduğunda, Rembrandt, sanat tarihçisi Ernst Van de Wetering’in ortaya koyduğu gibi, “asla hazır çözümlere başvurmazdı”.
İnsan Rembrandt’ın, Instagram’ın herkese uyan kalıpları hakkında ne düşüneceğini hayal bile edemez.
Selfie’ler otoportre değildirler
Özgüven bir sorun değildir. Ve otoportreler de bir sorun değildirler. Otoportre; önemsiz, banal ve en nihayetinde kullanılıp atılacak bir selfie haline geldiğinde, adımlarımızı temkinli bir şekilde atmaya başlamalıyız.
Selfie bizi Rembrandt’ın yapmış olduğu şeyden uzaklaştırmakla tehdit ediyor: kendimize yakından, dürüstçe ama merhametle bakmak
Rembrandt bize kendimizi gözetmeyi, kendimize özen göstermeyi öğretti. O bize selfieler çekmek yerine otoportreler yaratmayı öğretti. O bize yeniden bakmayı öğretti.
Rembrandt’s lessons for the selfie era: why we must learn to look again