…Erguvan olarak tanımlanmış kokunun aslında leylak olduğunu da belirtmek isterim. Yine kaybolan bir İstanbul kokusu oysa leylak. Erguvan ise yakın tarihlere kadar ne edebiyata ne günlük yaşama pek yansımamış; son dönemde Bizans snobizmiyle beraber değeri yükselmiş bir ağaç bence…
…Erguvan olarak tanımlanmış kokunun aslında leylak olduğunu da belirtmek isterim. Yine kaybolan bir İstanbul kokusu oysa leylak. Erguvan ise yakın tarihlere kadar ne edebiyata ne günlük yaşama pek yansımamış; son dönemde Bizans snobizmiyle beraber değeri yükselmiş bir ağaç bence…
Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde Koku ve Şehir Sergisi’ni gezdim.
Kokunun fizyolojik algısının işlendiği ilk kısa bölümde çağrıştırdığım temel bilgi, aklımda pek fazla kalmamış olan çocuk psikolojisi dersinde işlediğimiz bir araştırma oldu: Bebeklerin koku alma duyusuyla ilgili bir deneyde, burunlarına çamaşır suyu yaklaştırıldığında yüz ve vücutları üzerinden olumsuz tepkiler gözlemlenmiştir. Koku almayla ilgili ilk verilerden biridir bu; yani insanın kokuya verdiği, dolayısıyla koku almasının başladığına işaret eden göstergelerdendir. Ancak bu kokuya yönelik erken tepkinin koku almaktan mı, solunum yolları mükozasını kimyasal olarak irite ettiğinden mi olduğu hakkında kesin bir veri yoktur. Dolayısıyla koku duyusunun bebekte ilk zamanlara indirilebilmesini sağlayacak araştırmalar zordur. Yapılıp yapılmadığı konusunda bilgi sahibi değilim ama tıpkı karabiber koklamanın yarattığı aksırma gibi; yukarıdaki araştırmanın da kokuya doğrudan verilen tepkiden çok fizyolojik bir reaksiyon olduğunu düşünmek sanki daha gerçekçidir.
İlk bölümdeki temel sorulardan biri de iyi ve kötü koku kavramının evrensel ve genel geçer mi yoksa öğrenilmiş göreli mi olduğuydu. Sergide de verdiğim ve diğerlerinin de verdiği “kötü” kokulara verilen tepkinin sosyal bir algı kontrolundan ziyade fizyolojik bir reaksiyon olduğu izlenimine kapıldım. Örneğin naftaline, egzosa yönelik yüz buruşturma ve aksırıp öksürmelerin.
Daha önce böyle bir sunum görmediğim için kokuların bir düğmeyle size doğru üflenebilmesi ve bir süre sonra kendiliğinden durması ve bu kokunun yayılıp diğer algıları bozmaması için yapılmış mekanizma teknik olarak beni pek cezbetti.
Bu teknikle salona dizilen kokuların kırılma/ayrım noktalarına ise, şehrin/İstanbul’un toplumsal ve devletsel dönüşümünün koku hikayelerini içeren panolar yerleştirilmiş. Bizans’tan itibaren şimdiki koku algımıza göre oryantalleşen bir koku yelpazesine tanıklık ettim. Ancak modernleşmeyle beraber bir yandan teknik atıklar öte yandan koku pazarının şirketleşmesi sergileniyor.
İstanbul’un, benim tanımlamama göre Yeşilçam filmlerine denk gelen dönemlerindeki yasemin ve menekşe kokularının ihmal edilmiş olmasını yadırgadım. Erguvan olarak tanımlanmış kokunun aslında leylak olduğunu da belirtmek isterim. Yine kaybolan bir İstanbul kokusu oysa leylak. Erguvan ise yakın tarihlere kadar ne edebiyata ne günlük yaşama pek yansımamış; son dönemde Bizans snobizmiyle beraber değeri yükselmiş bir ağaç bence. Mor çiçekler menekşe, leylak ve mor salkımdır geleneksel İstanbul anılarında.
Bugüne dek varlığını/adını sürdüren Reboul/Rebul’den Köln Suyu/Eau de Cologne/Kolonyaya geçişte Batılılaşma izleği basit ama çok net görünüyor. Bu süreçte özellikle kentin modern kadınında Soire de Paris, ardından Magriffe’e geçişi de ben ekledim seriye hayal dünyamda.
Bir koku şirketinden finansal kaynak sağlanan serginin hazırlanmasındaki sosyolog eksikliği naifliğe sebebiyet veriyor. Bu durum ise bir yandan yalınlık üzerinden serginin geniş kitlelere ulaşabilmesine; bir yandan da sorunsal telaşında ya da formatındaki sosyal bilimcinin hayallerini sergiye katıp bir toplumsal değişme hikayesi yazabilmesini sağlıyor.
Herhalükarda çekici bir sergi kısacası; izleyen hiç kimsenin pişman olmayacağını düşünüyorum.