Geçmişte önemli ve kıymetli işlere imza atmış yönetmenlerin ve senaristlerin artık iş yapamadığı, yaptırılmadığı bir ortamdan bahsediyoruz. Medyada, sporda ve ardından da sanatta da çölleşen, tek tipleşen bir ülkeyi anlatıyorlar.
Türk dizileri; bir dönem herkesin soluksuz izlediği, kendini hikayenin bir parçasıymış gibi hissettiği projelerdi. Eski popülariteleri kaldı mı bilemiyorum. Artık nitelikli dizilerin eskisi gibi televizyon kanallarında yer almadığı bir Türkiye’den bahsediyoruz. Sanat damarları kuruyan bir ülke; çoraklaşan, vasatlaşan işlerin prim yaptığı, popülerleştiği işler daha revaçta. Ayrımcılığın, ötekileştirmenin az çok dizilerde yansıtılabildiği dönemler vardı. Günümüzde, hatta birkaç yıl öncesi de dahil, ayrımcılığın karikatürize edildiği, devam eden yıkıcı sorunların es geçildiği, tartışılmadığı, seyirciye hissettirilemediği, suni çatışmaların önem kazandığı ‘yeni’ Türkiye. Geçmişte önemli ve kıymetli işlere imza atmış yönetmenlerin ve senaristlerin artık iş yapamadığı, yaptırılmadığı bir ortam. Medyada, sporda ve ardından da sanatta da çölleşen, tek tipleşen bir ülkeyi anlatıyorlar. Kimler anlatıyor bu sancılı zamanları? Dilerseniz 13 Ekim Perşembe gününe dönelim.
Hrant Dink Vakfı’nda zihin açıcı bir panel gerçekleştirildi. Türkiye’deki ana akım medyada yer alan dizilerin nereye doğru koştuğunu ve içinde barındırdığı ayrımcılık örnekleri konuşuldu. ‘Hikâyenin Zor Hali: Türkiye’de Yerli Diziler ve Ayrımcılık’ paneline Feyza Akınerdem’in moderatörlüğünde, yönetmen Tomris Giritlioğlu, senaristler Gaye Boralıoğlu ve Nilgün Öneş katıldı. Bu isimleri tek tek tanıtmaya gerek yok herhalde. Hepsi kendi alanında önemli işler yapmış, başarmış ayakları üstünde hala haysiyetlerine dokundurmadan duran kadınlar.
Panelde Türkiye’de çekilen dizilerde yapılan açık veya örtük ayrımcılık masaya yatırıldı. Konuşmacılar başlarından geçen hikayeleri, yapımcıları ve kanalların onlara olan tavırlarını, ayrımcılığın dizilerde nasıl tezahür ettiğini anlattılar.
Bu söyleşi, popüler kültür içinde yer alan dizlerdeki ayrımcılığa iki şekilde bakılmalı tespitiyle başladı. Birinci soru popüler anlatıların ayrımcılığı nasıl konu ettiği, ikincisi de ayrımcılığın nasıl üretildiğiydi. İlk sözü alan Gaye Boralıoğlu, dizilerin popüler kültürün öğeleri olduğunu, beğenileri, ekonomik ölçütleri yansıtmak zorunda kaldıklarını söyledi. Azınlıktakiler, çeperde kalanların yani ötekilerin merkezde yer almasının güç olduğunu belirtti. Her bir drama kendi içinde çatışmaları barındırdığını ve bunların da siyasi, dini, ahlaki olduğunu, fakat Türkiye’de bu çatışma alanının iyice sertleşerek ve kutuplaşarak anlamını yitirdiğini, künt yapılar haline geldiğini ifade etti. Boralıoğlu, dramanın izlenebilirliğini azaltmak pahasına kanal ve yapımcılar tarafından vazgeçildiğini, yıllardır çok can yakan Kürt-Türk meselesinin hiçbir diziye gerçek anlamda yansıtılmadığını, yapılanların da yetersiz ve amacına ulaşmayan işler olduğunu söyledi. Ayrımcılığın ise, ta buralardan başladığını, dram olması için iki karşıt uçun olması ve senaryonun en sivri şekilde oluşturmasının gerektiğini söyledi. Mesela din örneğini veren Boralıoğlu, en ufak eleştiriye bile yaklaşamadıklarını anlattı. Dizilerde etnik ve mezhep üzerine farklılıklara bile yer verilmediğinden yakındı.
Senarist Nilgün Öneş, Gaye Boralıoğlu’nun tespitlerine ek olarak, “dizilerde eşcinsellere yani ötekilere ayrımcılık yaparak kullanmak istiyorsak ancak dalga geçerek rahatlıkla kullanıyor” dedi. Öneş, “mizah malzemesi yapınca sorun olmuyor fakat gerçek anlamda sorun olarak alınınca, dertlerini anlatmak istediğinizde sorunlar başlıyor” diye konuştu. Eski Türk filmlerinde veya dizlerde eşcinseller komedi unsuru olarak kullanıldığını, ama ilk kez ciddi bir eşcinsel karakterin Bir İstanbul Masalı’nda oynatıldığının örneğini verdi. Eğer dizilerin içine bu tip can alıcı sorunları sokabiliyorsak algıyı değiştirmenin mümkün olabildiğini söylerken, belli bir zaman bazı işlerde yapmaya çalıştıklarını, ama son 6 yıldır bunun artık mümkün olmayan bir sürece içinde olduklarını belirtti. TV’nin bizim gibi ülkelerde algıları hızla değiştirebileceğini çünkü izleyicinin karakterleri kendisiyle özdeşleştirebildiğini ve kendince içselleştirebildiği zaman bu algının değişebileceğini vurguladı. Öneş, “ama belli bir yazar grubu olarak artık bu işi yapamıyoruz, oto-sansürün ağırlıkla zihinlere girdiğini ve daha en başta kendilerinin bu işin olmayacağını bildiğini” söyledi.
Tomris Giritlioğlu, TV’nin etkinliğinin çok yüksek olduğunu vurgularken, yaptığı sinema filmleri, TV dizileri ve projelerinde bu toprakların hikayelerini anlatmak istediğini dile getirdi. Bunu bazen becerdiğini bazen de mağlup olduğunu belirtti. Giritlioğlu, “azınlık olmak illa Ermeni, Rum veya Alevi olmak değil. Bir Müslüman olarak ben de kendimi azınlık hissediyorum. Azınlık duygusunu hep hayatta aktarmaya çalıştım. Bazen düşüyorum yaptığımız işler çılgınlıkmış. Şunu gördüm bu ülke Kürt sevmiyor, Alevi sevmiyor, Ermeni hiç sevmiyor. Hatırla Sevgili’de Deniz Gezmiş’in Kürt halkı sözcüğünü kestiler” dedi. Giritlioğlu, birçok şey yaşadığını, en son Kayıp Şehir’de bir transseksüeli koyduğunu, başroldeki kadının fahişe olarak oynattığını ve siyah bir gence aşık olan Müslüman bir kadın karakteri yarattığını tüm açıklığıyla anlattı. Bu karakterlerin ardından kıyametin koptuğunu söyledi. “Bence bu işleri yapmanın çok değerli olduğunu düşünüyorum. Çok sevdiğim ve etkilendiğim bir Rus yönetmenin bir sözü vardı: Biz Avrasyalı yönetmenleriniz, biz topraklarımızın hikayesini anlatmak zorundayız. Bu cümle hiç aklımdan çıkmamasına rağmen ayrımcılığa karşı bir şey yapamıyoruz, büyük engellemelerle karşılaşıyoruz” dedi. Alevi meselesi ile ilgili babaannesinin hayatından esinlenen bir dizi çektiğini ancak 18 bölüm sürdükten sonra yayından kaldırıldığını üzüntüyle anlattı.
Feyza Akınerdem, “Ayrımcılık yapılırken nasıl sıkıntılar yaşadınız?” sorusuyla devam ederek, dizi sektöründeki ötekileştirmenin hangi evrede nasıl yer aldığını açmak istedi.
Gaye Boralıoğlu, ötekiler karikatürize edildiği sürece hiçbir sorun yaşanmadığını söylerken, karakteri insanileştirdikçe ve doğallaştırıldıkça engellerle karşılaştıklarını belirtti. Boralıoğlu, “Zamanında özgürlük alanlarımız vardı, hatta bir dizide eşcinsel karakteri için yapımcı ve kanal ile anlaştık, yüzde 10 reytingin üstünde diziyi yayına alma sözü verdiler. 7 bölüm sonra reyting de yüzde 10’un üstüne çıkmasına rağmen, eşcinsellik konusunun kapanması yönünde uyarıldık" dedi. Nilgün Öneş de, dünyada yabancı dizilerin Türkiye’ye göre kat kat özgürce yapıldığını, aksine Türkiye’nin çok karışık ve karmaşık bir toplum olmasından dolayı birbirine düşmanlık besleyen gruplar halinde yaşadığımızı vurguladı. Televizyon dizisi yazarken sorumluluk gözeterek yazmanın gerekliliğine işaret etti.
Giritlioğlu da şu sözlerle otosansüre dikkat çekti: “Aslında Türkiye’nin yarısı ayrımcı değil, onlara ötekileri anlatan hikayeler sunabiliriz. Fakat bu hikayeleri dizi veya filmlerimizde anlatmak istediğimizde, RTÜK’e gelmeden önce başka kurul ve kurumlar sansürlüyor çalışmalarımızı. Mesela evli bir insanının aşkını anlatmak istiyorsunuz, olamaz mı? Tabii ki olur! Aman aman RTÜK diyorlar. Onu nasıl anlattığınız önemli. Evli kadının aşkını anlatmak zaten imkansız şu şartlarda.”
"Gerilimli mevzularda hikayelerinizi nasıl anlatıyorsunuz?" sorusuna verilen cevaplar da oldukça düşündürücü idi.
Nilgün Öneş, Tomris Giritlioğlu ile yeni bir çalışma için bir araya geldiklerinden bahsederken, senaryonun içine Suriyeli kadın karakter yerleştirdiklerini ve Suriyelilerin Bodrum’a kadar kaçak yollarla geldiği bir hikaye yazdıklarını ancak yapımcının Suriyeli hikaye kısmı ile pek de ilgilenmediğini söyledi. “Hatta bu da nerden çıktı gibisinden, kırmamak adına cevap verdiler” dedi. Öneş, TV’nin artık ticaret alanı olduğunu üzüntüyle belirtti. İsmail Cem zamanında TRT’nin çok ciddi entelektüel yayınlar yaptığını, şu anki TV’lerin yanından bile geçemeyeceklerini ifade etti. “Şu an hayal bile edemiyoruz. İşimiz bu anlamda çok zor” dedi.
Gaye Boralıoğlu, “Ötekileri anlatan, maddi sorunlardan dolayı dışlanan hırsız-polis dizisi yazmıştık. Bir buçuk sezon devam edildi. Hep ilk beşin içinde oldu. Bize ‘beni anlatıyor’ hissiyatındaki insanlardan geri dönüşler geliyordu. İlk defa benim hikayemi yapıyor anlayışını hissettirebildik. Cesaretli işlerin yapıldığı dönemdi. Şimdi öneremiyoruz bile bu tip senaryoları. Maalesef imkanımız kalmadı. Önersek bu deli mi diye bakıyorlar şu an. Sektör son derece tutucu ve renksiz bir düzeye geldi. Hakiki çatışmaları yok ederek TV ve dizi sektörü aslında kendi bacağına kurşun sıkıyor. Şu an reyting olarak da sonuçlarınız görüyoruz. Reytingler 5,5 veya 6 olunca göbek atıyorlar. Genelde klişeler üzerine kurulu, suni çatışmalar yaratarak var olmaya çalışıyorlar. Biraz parlak oyuncu ve kıvrak bir zekaya sahip senaristle olunca az biraz seyrediliyor. Bu dizilerin tek tip bir anlatıya sahip olmaları büyük bir başarısızlık bence. Tek tipleştirmek arzusu ile yapılmak isteniyor ama büyük bir ticari başarısızlık bekliyor kendilerini” diye konuştu.
Yeni teknolojiler ve global dizlerin Türkiye’deki dizi sektörünü nasıl etkilediği sorusu üzerine Tomris Giritlioğlu, “Arap dünyasında Türk dizileri çok satıldı ama şimdi eskisi gibi rağbet yok diye biliyorum. Avrupa’dan ise hiç yok. Aslında seyirci çok da masum değil. Birbirine benzer projeleri seyrediyorlar. Aynı zamanda ölçümleme yapılan denek grubu muhafazakar, cahil ve paralı seyirci kitlesinden oluşuyor. Onların meselesi, dertleri Türkiye’nin entelektüel gelişimi değil, basit aşk ve çatışma temalı diziler istiyorlar” diye vurguladı.
Boralıoğlu, “En şiddetli çatışma gülmek için vardır. Neye güleceksin ki? Mizah en radikal bir şekilde toplumun yaygın değerlerini sorgulayan, altüst eden, ezber bozan tekniktir. Drama mizah gibi değildir. Bu dönemde, maalesef en çok zarar gören şey ise mizah oldu” diyerek biraz da sıkıntılı bir şekilde son sözlerini söylerken, Giritlioğlu da, Boraoğlu’nun söylediklerine ek olarak, “Bence en nitelikli mizah çalışmaları Ertem Eğilmez ile bitti. Geriye dönüp bakınca hakikaten büyük yönetmenmiş. Benim gibi bir insanı bile gülümsetebiliyor. Nitelikli mizah yazmak çok zor” diyerek konuşmasını bitirdi.
Panelle Türkiye’nin popüler kültürüne ciddi bir darbe vurulduğunu anlayabiliyorsunuz. Korku ikliminin varlığı ile yaratıcılığın öldürüldüğünü, yapılan işlerin vasatlaşarak toplumun gerçek manadaki çatışmaları ekrana getiremediklerini belirtiyorlar. Ez cümle, popüler kültürün önemli temsilcilerinden olan bu üç kadın Türkiye’nin şu anki ve gelecekteki durumundan pek de umutlu olmadıklarını açıkça ifade ediyorlar. Bize ‘yeni’ Türkiye perspektifi sunamıyorlar…