İlk uzun metrajlı filminde katıksız bir kadın filmine imza atan Senem Tüzen bir yanıyla çok tanıdık, hayli hastalıklı bir ilişkiyi gözler önüne sererken, bir yanıyla da kadını boyunduruğu altına alan toplumsal dinamiklere değiniyor.
Nijeryalı yazar Chimamanda Ngozi Adichie “Hepimiz Feminist Olmayılız” başlıklı TED konuşmasında erkeklik denen olgunun toplumun en büyük tabularından biri olduğunu ve “erkekliğinden mahrum edilmiş erkek” kavramının en çok da erkeklerin gururuna dokunduğunu söyler ve bu kavramdan acilen kurtulmamız gerektiğini ileri sürer. “Emasculation” (erkeklikten etmek) diyor Adichie, “aslında erkeklik denen şeyi yüceltiyor ve erkekleri zor durumda bırakıyor. Bir anda kurtulmalıyız bu ‘emasculation’ teriminden.” Elbette Adichie de farkında bunun o kadar kolay olmadığının ve işin büyük kısmının kızlarını toplumun dikte ettirdiği şekilde büyüten kadınlara düştüğünün. İşte Ana Yurdu biraz da Adichie’nin sözleriyle tamamlanıyor kafamızda, kadınlık ve toplumun kadınlık algısı gibi konuları düşünürken.
Nesrin (Esra Bezen Bilgin), yeni boşanmış, yazmakta olduğu romanı bitirmek için kendini annesinin köyüne atmış ve bir parça yalnızlığa sığınmak isteyen bir kadın. Ne var ki normalde Ankara’da yaşayan annesi Halise (Nihal Koldaş) bir şekilde köye, kızının yanına gelecek ve onun 30 küsur yaşında, yetişkin bir kadın olduğuna bakmaksızın her şeyine karışmaya başlayacaktır. Bu pasif agresif tavrı Nesrin’in balkona astığı iç çamaşırını ipten almaktan (kimseler görmesin, maazallah) tutun da, ikide bir birlikte namaz kılmaya teşvik etmeye dek uzanan bir yelpazade kendini var edecek; zaman zaman kızıyla açıkça tartışmaktan, onu tenkit etmekten geri kalmayacaktır. -SPOILER- Yağmurdan kaçarken doluya tutulduğunu anlamakta gecikmeyen Nesrin bir türlü romanını bitiremediği gibi, katlandığı duygusal işkenceden de gitgide bunalacak ve nihayet köyün yarım akıllı tamirci çırağının ırzına geçmesine izin verecektir. -SPOILER- Bu intikam ediminin anne-kız arasındaki ilişkiye nasıl bir yön verdiğini görmeyiz ama tahmin etmekte de çok zorlanmayız.
Ana Yurdu sinemamızda pek görmediğimiz türden bir anne-kız hesaplaşması. Neredeyse tüm film bu iki karakterin hiç ara vermeden sürdürüdüğü çekişmeyi anlatırken, kadraja hemen hemen hiç erkek girmiyor. Bu anlamda saf bir kadın filmi var karşımızda; sağlam çatılmış, ustaca kotarılmış, ama kimi fırsatları da kaçırmış (ya da elinin tersiyle itmiş). Keşke diyor insan, Halise’nin bir de oğlu olaydı da, kızıyla olan marazi ikişkisi daha bir kristalleşseydi. Vardır çünkü öyle anneler; kızlarına kan kustururlar da, kendilerini kırk yılda bir bile arayıp sormayan oğullarına toz kondurmazlar. Gerçi bir sahnede sabık damadına hak verdiğini ve kızını iki saniyede harcadığını görüyoruz ama ailede her daim baştacı edilen –ve yine hiç görmeyeceğimiz- bir erkek evlat tabloyu çok daha güzel bütünlerdi sanki. Öte yandan köylü kadınların Nesrin her sokağa çıktığında onu “kötü şeylere” karşı uyarmaları da (toplumsal boyunduruğun tekrar tekrar hatırlatılması) o kadar gerekli değil gibi geldi bize.
Vedat Özdemir’in yalın bir görüntü yönetimiyle bezediği film yakın planlardan alabildiğine kaçınan, hatta çoğu kez konuşan değil, dinleyen karakterin yüzüne odaklanan anlatım tarzıyla soğukkanlı bir yaklaşım sergiliyor ve mümkün olduğunca iki karakter arasında tarafsız kalmaya çabalıyor. Bu anlamda oyunculuklar tam da beklediğimiz gibi mükemmele yakın ve her iki başrol oyuncusu da bu yılki kapanış töreninde ödül almak için sahneye çıkmaya layık bizce. Köydeki diğer kadınların performansları ise (büyük çoğunun amatör oldukları kanısındayız) resmen parmak ısırtıyor. Hem oyuncu kadrosuna, hem de yönetmene şapka çıkarmak gerek.
Her anında kadınlık mevzusunun ele alındığı, sorgulandığı, farklı veçhelerinin sergilendiği Ana Yurdu bireysel düzlemde de, toplumsal düzlemde de alınacak çok yol olduğunun bir sağlaması gibi. Sinemamız için önemli bir adım olduğunu yadsımak ise bize yakışmaz.