A password will be e-mailed to you.

Söyleşi için bir giriş metni yazmaya başladığımda, uzun süre boyunca “Michael Kenna, 1953 doğumlu İngiliz bir fotoğrafçı” cümlesinden öteye gidemedim. Bunun nedeni Kenna’nın fotoğraflarının sessiz ve minimal kurgulanan, bu sayede de seyirciyi kendi anlamlarını yüklemeye davet eden yapısı. Bu bilinçli açıklığa daha ilk andan kendi anlamımı doldurup bir aktör haline gelmeyi istemiyorum.

Bu yüzden kendi çalışmaları yerine, işlerinde sıklıkla ilham aldığını söylediği Japon şiir türü haiku‘dan bahsetmek daha manidar olacaktır. Okuyucunun anlam yüklemesine en açık şiir türlerinden biri olan haiku’nun; aynı zamanda kesin bir hece yapısı, belirli bir konu yelpazesi ve genellikle iki imge/kavramı birleştirmek üzere kurulu kurgusuyla adı konulmamış net kurallara sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz. Fotoğrafı şiirle ilişkilendirmek, “fotoğrafın şiirselliği”nden bahsetmek oldukça ürkütücü olsa da Kenna’nın fotoğrafları ile haikunun örtüşmesinde histen daha öte bir ortaklık var: Bu ucu açık görünen, ancak incelikle düşünülmüş şiir türünün yalnızca his olarak değil, biçim ve teknik olarak da Kenna’nın çalışma biçimine paralellikler gösterdiğini söyleyebiliriz.

Michael Kenna ile ilgili en etkileyici şeylerden biri de elindeki fotoğraf makinesinin teknik olanaklarına gösterdiği saygı. Bunu Looking Glass dergisine verdiği röportajda ayrıntılarıyla görebiliyoruz: “Herhangi bir dilde incelikli konuşmak ya da şiir yazmak için; insan öncelikle o dilin kelime dağarcığını, dilbilgisini ve sözdizimini öğrenmeli ve anlamalıdır. İstikrarlı olarak iyi fotoğraf çekebilmek için de, aynı şekilde, kullanılan fotografik aracın marifetlerini ve teknik özelliklerini anlamanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Birçok sanatçının potansiyellerinin tepe noktasına hiçbir zaman ulaşamamalarının nedeni seçtikleri aracın temel teknik özelliklerine hakim olmamaları. Sanatçı, kendisine sunulan olanakları anlamayarak kendisini sınırlıyor. Halbuki işçilik de en az ifade, iletişim ve vizyon kadar kritik bir öneme sahip.” 1

Dolayısıyla Kenna’nın fotoğraflarında teknik ve hissin oldukça başarılı bir dengesini görebiliriz. İşine gösterdiği hassasiyeti ve dikkati ise cevaplarından sezebilirsiniz.

 

“Fotoğraf çekmek bir insanla tanışmaya benziyor”

Michael Kenna, Çam Ağaçları, Wolcheon Gangwando, Güney Kore, 2007. Elipsis Galerinin izniyle.

Bir yandan, fotoğraflarınız deadpan fotoğrafçılığın yalnız, ifadesiz ve teknik olarak kusursuz olma halini taşırken, diğer yandan da oldukça romantikler. Uzun pozlamanın etkisiyle zamansızlık, insan içermeyen yapılarıyla ölçeksizlik, kusursuz ritim ve ışıkları sayesinde neredeyse boyutsuzluk hissi yaratıyorlar. Fotoğraflarınızı çekerken nelere dikkat ediyorsunuz? Kararlarınızı tekil fotoğraf kareleri üzerinden mi yoksa bir fotoğraf serisini göz ederek mi veriyorsunuz?

Fotoğraf çekerken, üç boyutlu dünyada benim için ilginç olanı arıyor ve gördüklerimi iki boyutlu fotoğraf baskısında görsel olarak çekici hale gelecek şekilde tercüme ediyor ya da yorumluyorum. Görsel örüntüler, ilginç soyutlamalar ve grafik kompozisyonlar ile konuyu araştırıyorum. Görüntülerimin özü genellikle insan elinden çıkma yapılarımızın doğadaki daha akışkan ve organik unsurlarla yan yana getirilmesini içeriyor. Gizem ve atmosfere sahip yerlerden, belki de çağın patinasından, açıklamadan ziyade önermekten, 1-2 soru sormaktan hoşlanıyorum. Anıları, izleri, insanın araziyle etkileşiminin delillerini arıyorum. Bazen saf doğayı, bazen kentsel yapıları, çoğunlukla da her ikisini birlikte fotoğraflıyorum.

Bir yere gitmeden önce çok ayrıntılı bir hazırlık yapmıyorum. Çoğunlukla yaptığım şey yürümek, keşfetmek ve fotoğraflamak. Orada dakikalarca mı, saatlerce mi yoksa günlerce mi kalacağımı asla bilemiyorum. Fotoğraf çekmenin bir insanla tanışmaya ve bir sohbete başlamaya benzediğini hissediyorum. Bunun nereden nereye gideceğini, konunun ne olacağını, ne kadar samimi olacağını, potansiyel ilişkinin ne kadar süreceğini kim nasıl bilebilir? Kuşkusuz merak duygusu ve sabırlı olma isteği, ayrıca bir konunun kendisini göstermesine izin vermek süreç için önemli unsurlardır. İlginç olmadığını düşündüğüm yerlerde beklediğimden ilginç görüntüler ortaya çıktığı oldu. Bunun tersi de aynı derecede doğru ve geçerli. Kimi zaman sürprizlerin söz konusu olduğunu ve sonuç üzerinde kontrol sağlamanın her zaman gerekli olmadığını; hatta bunun istenmeyebileceğini kabul etmek gerekir.

Tüm fotoğraflarım birer yolculuk bağlamında üretiliyor. Her seferinde tekil kare üretsem de, bu kareler her zaman devam eden olasılıklar kaleydoskopu içinde inşa ediliyorlar. Görüntüler diğer resimlerle diyalog içinde olmaya davet ediyor. Tek kare kaçınılmaz olarak serinin parçaları haline geliyor; tıpkı tek günlerin bir ayın, ardından bir yılın parçası haline gelmesi. Kırk beş yıldan uzun süredir fotoğraf çekiyorum ve tüm görüntüler bir şekilde birbirine bağlı. Yetmişli yıllarda gördüğüm ve fotoğrafladıklarım, bugün ve yarın gördüğüm ve fotoğrafladıklarım ile doğrudan ilişkili.

“Taklitle çok şey öğrendim”

Michael Kenna, Yedi Ağaç, Castello di Canossa, İtalya, 2007. Elipsis Galerinin izniyle.

Önceki röportajlarınızda beni etkileyen şeylerden biri, ilham aldığınız fotoğrafçılar hakkında konuşurkenki şeffaflığınız. Örneğin, kariyerinizin başında Sudek’in fotoğrafladığı yerleri ziyaret etmek için Prag’a gitmeniz ya da benzeri bir şeyi Bill Brandt için de yapmanız.Ya da Rouge için başlangıç noktası olarak Charles Sheeler’in imgelerini kullandığınızı dürüstçe söylemeniz. Bu noktada iki adımlı bir sorum var: Bu tür ilham ve başlangıç noktalarına nasıl bakıyorsunuz? İkinci olarak da, bu “uyarlamalar” kişisel vizyonunuzu nasıl geliştiriyor?

İçtenlikle, diğer sanatçıların çalışmalarını incelemenin, hatta başkalarının çabalarını taklit etmenin; kişinin kendi vizyonunu keşfetmesinin normal ve sağlıklı bir yolu olduğuna inanıyorum. Bu nedenle tarih boyunca tüm yaratıcı ifade araçlarında taklit bir yöntem olarak kullanılmıştır. Sanatçı, “başkalarının omuzlarında yükselerek” ilerler. Perspektif böyle yüksek bir yerden çok daha nettir. Söylediğiniz gibi, yolculuğumda aktif olarak birçok tanınmış fotoğrafçının gözünden görmeye çalıştım. Fotoğrafladıkları yerlere giderek tarzlarını ve konularını bilinçli olarak taklit ettim. Bu yöntemle çok şey öğrendim. Birçok alandan farklı sanatçılar, fotoğrafçı olarak gelişimime çok yardımcı oldular. Küçük takdir jestleri olarak, isimlerini çalışmalarımın başlıklarına sıklıkla ekleyerek bu etkileri açıkça göstermeye çalışıyorum. Bunu temel bir nezaket kuralıyla yapıyorum ve bu sanatçılardan çalıyormuş gibi hissetmiyorum.

Bana öyle geliyor ki, erişilebilir fotoğraf teknolojisinin çoğaldığı ve artık her şeyin mümkün olduğu bu dijital fotoğrafçılık çağında, daha önce yapılanları çoğaltmak daha kolay hale geldi. Başka bir sanatçının imgesini “temellük etmek” oldukça normalleşti. Bence bu tehlikeli. İşinde ciddi olan bir sanatçının kendi sesini bulmak adına, kopyalama aşamasının ötesine geçmek için tutkulu bir yoğunlukta çalışacağına inanıyorum. Kendimizi keşfetme arayışı, kendi kişisel vizyonumuz gerçekten tatmin edici ve herhangi bir sanatsal yolun ayrılmaz bir parçası.

“Hepimiz kendi yolumuzu bulmalıyız”

Michael Kenna, Huangshan Dağları, 42. Eskiz, Anhui, Çin, 2010. Elipsis Galerinin izniyle.

Fotoğraflarınızı romandan ziyade görsel haiku şiirleri olarak görüyorsunuz. Gerçekten de, fotoğraflarınızdaki minimallik ve gösterdiklerinin ötesini anlatma hali, haikunun yapısına daha yakın. Tek tek bakıldığında izleyicilerin kişisel yorumlarını dahil etmeye çok açık olan bu fotoğraflara bir seri olarak yaklaştığımızda, çok iyi planlanmış ve tamamlanmış olduklarını görüyoruz. Öyleyse fotoğraf serilerine, yani anlatılara nasıl yaklaşıyorsunuz ve kurgu süreciniz nasıl işliyor?

 

Fotoğraflarınız izleyicinin anlam yüklemesine, dolayısıyla da bir aktör olarak dahil olmasına alan bırakıyor. Üretiminizde seyirciyi nerede konumlandırıyorsunuz? İzleyicilerin projelerinizde bir etkisi / geliştirici rolü oluyor mu?

Fotoğraf baskısı ve izleyici arasında kurulan yakın bir ilişkiyi teşvik ediyorum. Tek taraflı bir aktarımdan ziyade iki yönlü bir konuşma yapılabileceği fikrini seviyorum. İzleyici aktif bir katılımcı olabilir ve bir görüntüye girebilirse, belki de tüm deneyim daha ilginç ve tatmin edici bir hale gelebilir. Bu nedenle fotoğraflarımda bilerek boş alanlar bırakıyorum. İzleyiciler, üçgeni (fotoğrafçı, konu, izleyici) tamamlamak için çerçeveye girmeye davetli. Birisi kendi deneyimini ve hayal gücünü denkleme dahil edene kadar imgelerimin tamamlanmadığını  hissediyorum. Hepimizin olayları farklı gördüğümüzü düşünüyorum. Bu yüzden her izleyici kendi kişisel ve benzersiz deneyimine sahip olabilmelidir. Çalışmalarımın bu şekilde başarılı olduğunu iddia etmiyorum, ama en azından olasılıkların bilincindeyim.

“Anlama süreci bazen bir ömür sürer”

Michael Kenna, Yaprak Koridoru, Guastalla Emilia Romagna, İtalya, 2006. Elipsis Galerinin izniyle.

“Bas çek” fotoğrafçısı değilsiniz. Çoğu zaman, konunuzla uzun zaman geçiriyor, bazen 10 saate yakın pozlama süreleri kullanıyorsunuz. Bu size konunuz veya kendiniz hakkında düşünmek için bolca “boş” zaman sağlıyor olmalı. Bu boş zamanın sizin ya da konunuzu algılama biçiminizin üzerinden ne gibi etkileri olduğunu merak ediyorum.

Genel hissim, bir konu ile uzun vakit geçirirsek; sadece bir anlık bir bakıştan, bir çırpıda edinilmiş bir izlenimden ziyade düşünülmüş bir fotoğraf üretirsek, genellikle daha fazlasını keşfedebilecek olduğumuz. Bu biriyle tanışmaya benziyor. Hızlı, bir anlık tanışmayla o kişinin karakterini gerçekten bilemeyiz. Birlikte ne kadar çok zaman geçirirsek anlayışımız da o kadar artar. Bu anlama süreci bazen bir ömür sürer ve hala birini tam olarak anlayabildiğimizi söyleyemeyiz. Dünyamızın gittikçe daha hızlı döndüğünü sık sık hissediyorum. Bir günde yapacak çok işimiz, bakmamız gereken çok fazla cihaz var; insanların sürekli sosyal medyayı takip ederek iletişimde olması bekleniyor. Bilgi her yerde ve görüntüler sürekli olarak üretilerek dağıtılıyor. Dünyamız hızlı ve çok yönlü, bilinçli olarak durumun farkında olmazsak birçok duyumuzun tükenme potansiyeli var. Bazen kendimizi yavaşlatmak ve ana akım türbülanstan çıkmak gerekiyor.

Genellikle uzun pozlamalar yapıyorum. Çoğu pozlamam birkaç dakikayken; bazen bütün gece boyunca, on iki saate kadar sürebiliyor. Bu zaman dilimlerinde hiçbir şey yapmak zorunda olmamak büyük bir lüks. Hepimiz şu cümlenin farkındayız: “Öyle oturmayın, bir şeyler yapın.” Bence zaman zaman bu tavsiyenin tersine gidersek hayatımızda daha fazla dengeye sahip olabiliriz: “Sadece bir şey yapma, orada otur.” Sessiz, sakin ve yalnız olmayı seviyorum; bu yüzden kendi hislerimle iç içe yerler arıyorum. Fotoğraf keşiflerime ilk başladığımda sabahın erken saatlerinde fotoğraf çekmeyi tercih ediyordum çünkü sakinliğe ve huzura, insanların yokluğuna ve havada “cızırtı” olmamasına ilgi duyuyordum. Sabah ışığı genellikle yumuşak ve yayılmıştır. Dağınık bir arka planı iki boyutlu tonun dereceli katmanlarına indirgeyebilir. Minimalizm estetik hedeflerimden biri olmaya devam ediyor.

“Japon topraklarında gizemli ve harika bir şey var”

Michael Kenna, Taushubetsu Köprüsü, Nukabira Hokkaido, Japonya, 2008. Elipsis Galerinin izniyle.

İnternet sitenizde fotoğraflarınızı ülkelere göre kategorilere ayırıyorsunuz. Ayrıca, aynı yere geri dönüp aynı konuları tekrar ele aldığınız da oluyor. Fotoğraf sürecinizde seyahat ettiğiniz herhangi bir şehir / ülkenin özel bir anlamı var mı?

Japonya’ya ilk seyahatim 1987 yılında Kyoto ve Nara’nın tapınaklarını ve tapınak alanlarını fotoğrafladığım zamandı. Takip eden yıllar boyunca sergi, kitap tanıtımı ve konferanslar için genellikle Tokyo’ya veya diğer büyükşehirlere döndüm. Ancak hayalim Hokkaido, Honshu, Kyushu, Okinawa ve Shikoku aracılığıyla Japonya’daki manzarayı keşfetmekti. Japon topraklarında gizemli ve harika bir şey var. Su ve toprak arasındaki her yerde mevcut etkileşimler, sürekli değişen mevsimler ve göklerde görsel olarak kendini gösteren bir şey.

Bunu, arazisinde ölçeğin angaje eden yakınlığında ve toprağında bulunan derin tarih duygusunda hissediyorum. Her yerde olan Torii kapılarının simgelediği, toprağa saygı ve onura da dikkat çekmek gerekir. Fiziksel olarak Japonya‘nın ana vatanım İngiltere ile benzerlikleri var; nispeten küçük, ayrıksı, yüzyılların yaşanmışlığını taşıyan, su ile çevrili; her parçası ve sahilinin hikayesi olan bir yer. Japonya ayrıca tayfunlar, depremler ve tsunamilerle birlikte; bazen öngörülemeyen ve tehlike potansiyeli olan, belli bir değişkenliğe sahip bir yer. Arazinin canlı ve güçlü, doğa unsurlarının kuvvetli olduğu bir ülke. Japonya’da zaman geçirmenin, geçici dünyamızın kırılganlığı ve güzelliği hakkındaki farkındalığımın altını çizdiğine inanıyorum.

Kuzeyde yer alan Hokkaido özellikle ilgi çekici bir yer. Nazikçe baştan çıkarıcı, tehlikeli derecede vahşi ve umutsuzca romantik. Burası benim için yeryüzünde bir cennet, yapraksız ağaçlarıyla gerçek bir kış harikalar diyarı, renk yoksunu ve ürkütücü sessizliklerle dolu. Duyusal dikkat dağınıklıklarının keskinliği ve azalması kara üzerinde yoğun bir odaklanma gerektiriyor. Bu koşullar, devam etmekte olan yaratıcı süreçlerimde büyük önem taşıyor. Son on sekiz yıl boyunca bu adada çalışmak ve buraya seyahat etmek şaşırtıcı bir deneyim oldu. Hokkaido’ya karşı güçlü bir duygusal sorumluluk hissettim ve bu özel yerin ışığında ve atmosferinde muazzam bir yaratıcı ilham kaynağı buldum. Daha geçen hafta oradaydım ve daha birçok kez burayı ziyaret etmeyi umuyorum.

“Looking Glass A Photography Journal.” vol. 14, 2016, s. 53.

Türkçede donuk, ifadesiz, cansız gibi sözcüklerle betimlenebilecek olan deadpan fotoğrafçılığının kökleri Alman fotoğrafçılar Bernd ve Hilla Becker’a dek uzanır. İlk bakışta düz ve sıkıcı görünebilecek bu fotoğraf akımı; fotoğraflanan konunun, fotoğrafçının hislerinden bağımsız bir şekilde, biçimsel olarak en iyi ifade edilebileceği açıyı yakalamaya çalışır.

 

Kaynak: Micheal Kenna ile bir Söyleşi / Borusan Contemporary Blog

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 22:56:41