A password will be e-mailed to you.

Bu dev yapının burada ne işi var?

Büyükada’daki Yetimhane (Prinkipo Palace) binasını gören kişilerden genellikle duyduğum ilk söz bu. Üstelik ne şehir merkezinde, ne deniz kenarında… Hiç beklenmedik bir yerde: Adanın tepesinde, ormanın içinde!

Bu dev binanın tıpkı bir batmış transatlantik gibi burada duruşu görenleri şaşırtıyor. 

Yıllardır terk edilmiş bir vaziyette duran bu cüsseli yapı ya yanlışlıkla, ya da bilmediğimiz bir nedenle buraya yapılmış olmalı!

Kimileri dünyanın en büyüğü diyorlar, kimileri de Japonya’daki bir yapıdan (Orfanotrofilo Külliyesi) sonraki en büyüğü.

Bu soruya benim gibi muhatap olanlar, bir cevap arıyorlar.

Dünyanın parası harcanan, yüzlerce odaları, büyük salonları, döneminin en gelişmiş mutfak ve çamaşır yıkama makineleri bulanan bu dev bina herhalde yalnızca insanları hayretlere düşürmek için yapılmadı! Makul insanlar böyle işlerin, büyük yatırımların durup dururken yapılamayacağını bilirler. Yakın tarihlere kadar ben de buradaki tuhaflığı çözmek için mantıklı bir cevap bulmaya çalışıyordum. Ancak son günlerde (özellikle Charles King’in Pera Palas’ta Gece Yarısı adlı kitabını okuyunca) zihnimdeki karışıklık biraz azaldı. Bu yapının tıpkı dönemin önemli anıt yapıları gibi insanları şaşırtmak için yapıldığını düşünmeye başladım.

Bu yazıda bu düşünceye nereden vardığımı açıklamak istiyorum. Bunun için de önemli bir şahsiyete, insanları merak içinde bırakan bu gösteriyi sipariş eden kişiye uzanmamız gerekiyor. 

Bugün bana öyle geliyor ki bu dev yapı, çok daha muazzam bir fikrin, büyüleyici bir girişimin, gerçekleşmekte olan bir hayalin final noktası. Yani muazzam bir iddianın son sahnesi. Bu kanıya nereden vardığımı anlatmak istiyorum.

Büyükada’nın tepesindeki bu devi, Prinkipo Palace’ın neden oraya yapıldığını anlayabilmek için belki de bu yapıyı kendi başına değil, çok büyük bir ağın bir parçası olduğunu düşünmek gerekiyor. Bunun için de bu girişimin başındaki kişiyi, George Nagelmakers adlı ilginç girişimci-buluşçuyu tanımakla başlamak… 

Bunun için de Amerika Birleşik Devletleri’ne uzanmak gerekiyor. Doğu-batı tren yolları kurulduğunda bu muazzam uzunluktaki kıtayı bir uçtan diğerine geçebilecek, Atlas Okyanusu kıyısındaki bir şehirden iç kısımlara, ya da Atlantik Okyanusu’na giden buharlı trenlerin yolculuğu on günlerce sürüyordu. Bu sorunu aşmak için Georges Pullman isimli bir kişi tarafından çok önemli bir buluş ortaya çıktı, meşhur ray üzerinde giden "tekerlekli koğuşlar." Pullmann vagonları bir anda muazzam popüler oluyor. 

Nagelmakers de rakibi Pullman’ın bu buluşunu geliştiriyor. Belçika’da bir fabrika kuruyor. 1870’de ABD’ye giderek incelemeler yapıyor ve kendi tasarımını gemi mimarları ile tamamlıyor.  Belçika Kralı II. Leopold’u da arkasına alıyor. Artık vagonlar tek dingilli değil, rayın bükülmesine göre dönebilen, çift dingilli ve mükemmel uzun araçlar halini alıyor. Süspansiyon sistemini de helezon yaylarla kombine ederek sarsıntıları azaltacak hale getiriyor. Böylece Avrupa’yı tıpkı ABD gibi birleşik bir coğrafya olarak kat etmek mümkün hale geliyor. Artık karşımızda devletlerin sınırlarını aşacak, arkasında yemek salonu bulunan, tıpkı bir gemide yolculuk yapar gibi konfor sağlayan bir sistem bulunuyor.

Birbirine doğru şaha kalkmış çift arslanla ortasında WL harflerinin olduğu logosu bulunan, yatlardaki gibi pırıl pırıl maun ve pirinç iç donanımı, törenlerdeki asker kıyafetine benzeyen kıyafetleri olan kondüktörleri olan şirket, Wagon-Lits adı altında Türkiye’de de yakın zamanlara kadar hizmet veren bir işletme. Nagelmakers’in şirketi Osmanlı imparatorluğunda bir çok demiryolunun yapım ve işletme imtiyazını alıyor

Bugünkü gemilerden bile hızlı sağlam ve konforlu gemilerle Mudanya ile İstanbul’u birbirine bağlıyor.

Ayrıca Avrupa’yı bir uçtan diğer ucuna, İstanbul’a bağlayan "Orient Express" adını taşıyan lüks bir yolculuk tasarlıyor. 

Sirkeci Garı bu yolculuğun final noktası. Ancak Nagelmakers’in istediği görkemli final değil. Yolculuğun sonunda varılan yerdeki oteller bir dahi ya da çılgın girişimci olarak adlandırılabilecek Nagelmakers’i tatmin etmiyor. Bu nedenle Pera Palas‘ı inşa ettiriyor. Ancak başka bir hayali Büyükada’daki "Grand Hotel". Yalova Termal’deki de hayallerinin nereye kadar uzandığını gösteriyor: Orient Express’in finalinde müşterilere unutamayacakları bir tatil vaadi.  Bu hayal öylesine şaaşalı bir finali öngörüyor ki, şirket hem hızlı gemiler, hem de aradaki kısa yolda lüks Rolls-Royce otomobiller çalıştırmayı bile planlıyor. Her iki projenin de mimarı, o zaman Paris’te Ecole des Beaux-Arts’ı bitirmiş Vallaury. Ancak bu otel hiçbir zaman açılamıyor. Daha sonra Eleni Zarifi tarafından maliyetinin beşte birine satın alınarak Yetimhane’ye dönüştürülüyor. Yalova’daki otel ise savaş sonrası yağmalanıyor. 

 

Sonuç olarak Büyükada’da şu anda son uykusuna yatmış gibi duran bu devi, Prinkipo Palace’ı tıpkı mimarı Alexandre Vallaury’nin diğer çılgınlık eserlerini, Mektebi Tıbbiye, Osmanlı Bankası, Cercle d’Orient, Arkeoloji Müzesi gibi yapıları bildiğimiz, sonradan hakim olan işlevselci mantık içinde algılamak galiba mümkün değil.   

Daha fazla yazı yok
2024-11-24 00:23:51