Dünyanın en önemli heykel sanatçılarından Tony Cragg geçtiğimiz hafta İstanbul Modern’deki solo sergisi ‘İnsan Doğası’ için İstanbul’a geldi. Sanatçı ziyareti sırasında Türkiye’deki en büyük heykeli (4 metre yüksekliğinde) ‘Must Be’yi de yerinde, Ferko Signature’ın ana girişinde ziyaret etti. İstanbul Modern‘deki sergisi 11 Kasım’a kadar sürecek Tony Cragg’i yakından tanımak için sanatçının doğa-sanat ilişkisini anlattığı, Avrupa’da yaşamanın ve eğitim vermenin kattıklarına değindiği The Guardian röportajını yayınlıyoruz.
Yorkshire Heykel Parkı’ndaki serginizi “Nadir Bir Nesneler Kategorisi” olarak adlandırdınız. Neden?
Heykeller nadirdir. Heykelleri geçiştirmek kaldırımlarda yürümeye benzemez, öyle değil mi? Heykel maddelerin nadir bir kullanımıdır. Biz burada arabaları, çanak çömlekleri, kitapları, tekstil ürünlerini, kimyasalları yapmak için milyarlarca ton maddenin kullanıldığı endüstriyel kuzeydeyiz. Fakat bugün kaç kilo heykel yapılıyor? Maddelerin faydacı olmayan kullanımı önemlidir. İşe yararlık ya da maksada uygunluk üretilen biçimlerde sınırlama anlamına gelir. Çıkarcı endüstriyel üretim sistemleri basit geometriler üretirler –sıkıcı ve biteviye biçimlerin dünyası. Heykel bunun tam tersidir.
Park çalışmanız için şahane, kocaman bir ortam…
Muhteşem bir kurum. Onun gibi başka bir yer bilmiyorum. Bu sergi kapsamlı bir sergi. Dışarıda son on yıl içinde yapılmış 14 büyük heykel, 35 içeride ve 80 kağıt üzerinde çalışma. Bugün burası Yorkshire çok etkileyici; dağların doruklarında kar var, güzel mavi bir gökyüzü, güneş parıldıyor ve Atlantik bulutları hızla üzerimizden geçiyor. Tüm bunların bir etkisi var. İnsanlar herhangi bir şeyi yapabilirler ama doğanın her şeyi daha karmaşıklaştırmak için uzun bir zamanı oldu. Eğer doğada yaşıyorsanız, formlara dair çok daha zengin bir kelime dağarcığınız olur.
Sergideki iki eserinizi birbiriyle karşılaştırır mısınız –bir eski, bir yeni?
Katedral (1990) küçük tepecikleri olan üç metre boyunda bir dairesel nesneler yığınıdır. Daireler eskiden dümdüz yığılmıştı ama belli bir noktadan sonra güvenlik nedenleriyle eseri ayarlamak zorunda kaldım ve yerçekiminin artık bir yapıştırıcı olmadığını farkettim. Yapının içinde kaynaklar ve çubuklar var ve geometriler havaya doğru kalkıyor. Daha büyük bir eser olan Bakış Açıları’nın (2013) üç tane yedi metre uzunluğunda sütunu var. Sütunlar yatay elips yığınlarından oluşmaktalar. Bunların tanjantları boyunca resimler var. Bu iki eser arasında 20 yılı aşkın bir zaman var ama duygusal bir kalite taşıyan bir geometriyi paylaşıyorlar.
Küçük bir çocukken bir bilim insanı olmak istediğinizi düşünmekte haklı mıyım ve heykeltıraş olarak hayatınız bilim içinde bir hayata benziyor mu?
Aslında küçük bir çocukken dedemin tarlasında çalışmak isterdim. Jeolojiye daima ilgim oldu. Yedi yaşımdayken beni büyüleyen bir fosil buldum –hâlâ bendedir. Kardeşim ve ben Welwyn Garden City’de bir sosyal konuta taşındık ve babam bize iş verdi; çakıl taşlarıyla bir patika yapmak… Çok şaşırtıcı bir kalp şeklinde taş ekinoid bulduk. Bunun buraya uzaydan düşmüş olması gerektiğini düşündük. Babam Concorde’da çalışan bir elektrik mühendisi olmasına rağmen hiçbir zaman bir bilim insanı olmadım. Okulu bıraktığımda kauçuk araştırmaları yapan bir kuruluşta ikinci derece bir asistan olarak çalıştım. Sanat bilimden farklıdır. Bilim bizim hayatlarımızı etkiler, çevremizdeki maddelerin biçimlerini bize dayatır. Oysa bilim sanat olmadan bir hiçtir. Sanat her şeye anlam ve değer verir.
Bir keresinde: “Sanatı yalnızca sanat yaparak öğrenirsiniz” demiştiniz…
Yazan insanlar bunun ne anlama geldiğini gayet iyi bilirler. “Bu kelimeyi değiştireceğim” ya da “bunun yeni bir sona ihtiyacı var” diye düşünebilirler ve giderek başta düşündüklerinden çok daha güçlü bir şey yazarlar. Eğer ellerinizle bir şey yapıyorsanız, çizgilerdeki, hacimdeki, yüzeydeki, silüetteki her değişiklik size yeni bir düşünce ya da duygu ilham eder. Birkaç hareketten sonra kendinizi bilinmeyen bir alanda bulursunuz. Ben her ne kadar ellerimle maddeyi değiştirsem de, maddenin kendisi de benim zihnimi değiştirir. Bu maddenin hep son söze sahip olduğu bir diyalogdur.
Sanat öğretiminde en önemli olan şey nedir?
1978’den beri Kunstakademie Düsseldorf’ta ders veriyorum. Sorumluluk ve katılım düzeyleri önemli. Ben insanların gerçekte ne yapmaları gerektiğini bulmalarına yardım etmeye çalıştım. 60’larda, sanat okullarına ideallerle ilgili nedenlerden dolayı gidildiği dönemde, öğrenci olduğuma çok memnunum. Sanat son 30 ya da 40 yıl içinde muazzam bir başarı gösterdi öyle ki bugünün öğrencileri başarılı olmak için kişisel bir yol izlemek yerine, genellikle başarıya giden en iyi yol hakkında stratejiler oluşturuyor.
Kariyerinizin dönüm noktası neydi?
1977 yılında Kraliyet Koleji’nde idim ve Kraliçe’nin jübile sergisine katılmaya davet edilmiştim. Bulutların üzerinde uçuyordum. Şanslı bir hayatım vardı. Kendimi sürekli çimdikliyordum. Ama her seferinde heyecanla beklediğim bir eserin ortaya çıkışı, işte gerçek ödül bu.
Eserlerinize koyduğunuz isimler ne ölçüde önemli –Sinbad, Suistimal, Kan-kan…
Asistanım zaman zaman bir eserim hakkında “Köşedeki o çirkin şey” dese bile, eserlerime verdiğim isimler manasız değiller ve onu nasıl çağırıyorsak öyleler.
Berlin’deki Amerikan Akademisi’ndeki söyleşide aklımızdaki her şeyin dış dünyadan geldiğini söylediniz. Eserinizde herhangi bir manevi unsur var mı?
Bu Heidegger gibi filozofların tartıştığı bir şey. Her şey maddidir. Ama madde çok karmaşıktır. Biz mutlak gerçekliğin neye benzediği hakkında en ufak bir fikre sahip değiliz. Ben bunu çok yüceltici ve moral verici buluyorum. Bunun manevi bir niteliği var. En çok nesnelerin duygusal nitelikleri ile ilgileniyorum. Her duygunun -hormonlar ve sinirler tarafından yönetilen- maddi bir temeli vardır. Ama sizce de bu muhteşem değil mi?
Almanya’da Wuppertal’da yaşıyorsunuz. Bu nasıl gerçekleşti?
İlk karımla Londra’da Kraliyet Koleji’nde okurken tanıştım. O Wuppertal’lıydı. Oraya bir sene yaşama fikriyle taşındım. İki çocuğumuz oldu, boşandık ve ben yeniden evlendim. Dört çocuğum var ve onları terketmeyi asla düşünmedim. Ama ben bir İngiliz’im ve espri anlayışım da İngilizlerden gelme. Ben milliyetçi biri değilim. 1974 yılında Fransa’da çalışmak benim gözlerimi açtı. Ben çok fazla seyahat etme fırsatı bulamamış bir aileden geliyorum. Fransızların iyi giyindiklerini, iyi aile ilişkileri olduğunu, iyi yediklerini vb. farkettim. Başka insanlardan öğrenecek çok şey vardı. Almanya’ya ilk gittiğimde, Joseph Beuys ve Gerhard Richter gibi meslektaşlarım oldu. Öğle yemeklerinde müthiş sohbetler ettik. Varoluşçu şakalar yaptık.
Çizim hala olmazsa olmazınız olmaya devam ediyor. Neden?
Kağıt üzerinde iki noktayı birleştirmenin sonsuz yolu vardır. Bir kere kalemi hareket ettirdiğinizde, bu hareket en karmaşık, en kaçık, en olağanüstü yolculuğa dönüşür. Bu tıpkı kille çalışmaya benzer, eğer Tanrı iseniz ya da yeteri kadar iyiyseniz kille sonsuz biçim yapabilirsiniz.
Sanattan sıradanlığa karşı bir savunma olarak bahsediyorsunuz?
Maddeyi biçimi zayıflatmak için kullanıyoruz. Bir ormanı kesiyoruz, onu önce bir alan ve bir süre sonra bir otopark yapıyoruz. Tabiatı berbat ediyoruz, bizim dışımızdaki her şey değişti. Peki ya heykel? Sanat mekanı kaplar, yeni biçimler, fikirler, duygular, diller, özgürlük yaratır. Giderek artan sayıdaki insanın hayatı artık daha kaliteli çünkü hayatlarında sanat var. Sadece bunu düşünün.
Kaynak: Kate Kellaway / Guardian