Yıl 1983. Türkiye’nin dört birbirinden değerli entelektüeli Ömer Uluç’la birlikte, Ömer Uluç’un resmini konuşuyor, analiz ediyor. Birbirlerinin analizlerini yorumluyor. Edebi bir diyalog. Ebedi de bir diyalog. Burada çok çok ilginç bir bölüm var. Bu Umut Burnundan Dolaşarak kitabının 40. sayfasındadır.
Uluç resim macerasına bir mühendis olarak 1950’lerde atılıyor. Amerika’yı da görüyor Fransa’yı da…
İki soyutu da biliyor. Birinin bitmemişliği, birinin bitmişliği onu etkiliyor. Belki biraz ve her zaman bitmemişten daha çok etkileniyor. Akademizme inanmıyor. Kuralla öğretilen resme kuralla yapılan ellere. Sanat tarihinden de aykırıları seviyor. Cranach ve El Greco. Cezanne’a çok uzak. Cezanne görünümlü Türkiye köylerine daha da uzak.
Tavanarası Ressamları denilen akademi karşıtı Nuri İyem atölyesinde (Atıf Yılmaz da oradan mesela) ilk resimlerini yapmaya başlıyor. 1958 yılında ilk sergisini açıyor. 1960’lı yılların başında pek çok arkadaşıyla birlikte kaynağa yöneliyor. Kaynaktan hayata dönmeyi kast edecek öze değil. Osmanlı çinileri, minyatürler dikkatini çekiyor. Nereden geldiği, kim olduğu sorusuna onlara bakarak da yanıt arayacak. De Stael sorularını eksik, Rönesans sanatı yabancı gibi yanıtlayacak. Matisse’i Osmanlı çinilerine baktıktan sonra daha iyi anlayacak.
Uluç, geleneğin girilmesi olağan çıkılması gerekli olduğunu düşünecek.
Afrika’ya gidip geldikten sonra da figürle imtihanını vermiş olacak çoktan. Soyut başladığı serüveni figürlü devam edecek. Ama ontolojik bir farkın olmadığı fikriyle figüratif bir resim kuracak. Armalar’dan adalara, atlara, kargalara rengi daha da serbest kullanacağı daha da yoğun titreşimli yayabileceği resimlere geçecek. Form değil! Figür’ü arayacak. 1980’ler geldiğinde Tanker ve Kuş, İran-Irak Savaşı tankı, Akademik Ahu gibi konulu resimler boyayacak.
Bu girişte bahsettiğim konuşma, ağırlıklı olarak bu resimleri ve bu resimlere kadarki özetlemeye çalıştığım süreç ile ilgili.
4 entelektüelden biri Adnan Benk, Uluç’a, yaptıklarının hesaplı olduğunu iddia ediyor. İçinden geldiği gibi yapmadığını, içinden geldiği gibi yapsa tükeneceğini belirtiyor ve ekliyor: “Böyle resimler yaptığın sürece rakı içeceksin, yapmadığın anda da rakıyı bırakırsın.”
Ömer Uluç, Cevat Çapan, Sezer Tansuğ ve Önay Sezer’in da bulunduğu bu konuşmada Ömer Bey, Benk’e, yorumuna ilişkin soruyor :
“Siz bu resimlerde hiçbir macera görmüyor musunuz?
Sonra macera öğelerinin nerede olduğunu şöyle sıralıyor:
“Örneğin benim belli dönemlerdeki bazı resimlerimi, bir dönemde yaptığım resmi hiç beğenmezler. Bir başka tür resim yaptığımda, daha önceki resmin daha iyi olduğunu söylerler. Şimdi güvenli ressamlar var. Yani, çok ressam olan adamlar var, durmadan kendilerini tekrar ediyorlar. Bu iki şeyden geliyor: Bir, fazla ressam olduklarından, bir de düşünce gibi, ölüm gibi sorunlara fazla önem vermemekten. Oturuyor, takır takır durmadan resim yapıyor. Bunlar güvenilir yollar. Öyle ressamlar var ki, Boğaz’da oturuyor, yirmi yıl durmadan kayıkların resmini yapıyor. Benim resmime toptan bir kere bakarsanız, benimkilerde bir macera ve risk alma olayı görülür.”
Ömer Uluç’u ölümünün dokuzuncu yılında anarken 1950’lerden tam 2010’a kadar, 2010’un son günlerine kadar, atıldığı tüm resimli heykelli maceralarını düşündüm. Bu 70 yıllık üretimin esasında toptan bir macera olma ihtimalini de ilk kez bu kadar net idrak ettim.
Bu idrak edişimde değerli yazar, edebiyatçı eşi Vivet Kanetti Uluç’un her zaman hem bir eş hem bir sanatçı duyarlılığıyla, Ömer Uluç arşivini açık tutmasının ve daima yeni sorularla yenilemesinin payı büyük ve paha biçilmez.
2009 yılında son sergisinde Parçalanma’nın Kimyası’nda, ölümün aslında fiziksel değil bir çürüme, bozulma, deformasyon kimyasal bir şey olduğunu düşünerek yaptıklarını… Bugüne kadar yaptığı her ne varsa dijitale taşıyıp onların yerlerini değiştirdiğini yok ettiğini hatırladım.
Beylerbeyi Cinleri ondan hemen önceydi. Burada da dijital ortamda yeniden ürettiği imgeleriyle sanat tarihine kendi tarihine onun nasıl yazılacağına kafa tutuyordu. Bilgisayarın süratine bayılıyordu lodos gibi poyraz gibi değişen bizlere uygun buluyordu.
Dijital ekranda ilk varlık, ilk şeyler, o nereden geldiyse, Ömer Bey’e göre çok iyi zıplıyor, toz oluyor yok olabiliyordu. Her şey birbirini kovalıyor kovalıyor ve yer değiştiriyordu.
Kemoterapi sırasında sağ kolundan ilaç alırken sol eliyle desenler çizdi Uluç. Zehrin tribiyle aklına gelenler kimi zaman yağmur ve birçok mahlukattı.
İlk heykelini yaptığında yani tuvalden tamamen dışarı çıktığında varlıklardan biri yanındaydım.
O da bir maceraydı.
Düşünüyorum da 18, 19 yaşlarımda, genç bir yazar olarak metal polyester döküm ortaya çıkan, tuvali aşan ama tuvalde de katmanlar ve zamanlar arasındaki farkları gözeten işler yapmayı elden bırakmayan Uluç’un 1990’ların ortasından itibaren maceralarına yetişmek hakikaten güçtü. Varlıkları ayaklanmış neredeyse konuşacaklardı. Tam da onu yaratan sanatçının onlardan beklediğini ifade ettiği gibi Hortumlarla, lastiklerle, kıvrılan endüstriyel malzemelerle figürler yaratıyor. Yüzeyde de yeni yine endüstriyel malzemenin dokularının sunduğu figürleri avlıyordu.
Önce Kumbaracı yokuşu sonra Tünel’deki atölyede kauçuk, pencere camından dökülmüş polyester, elektro statik fırınlanmış yüzeyler, çelik paravanlar, pleksi fonlar, her bir malzeme, birer tuvalden kaçış imkanı ve sanatçı tarafından figür olarak ele geçmenin veçheleriydi.
Vapurların Seyri sergisi mesela…
Ne büyük bir maceraydı.
Dune filmi gibiydi o şehir hatları vapuru. Az sonra bir yerden David Lynch değil Ömer Uluç çıkacaktı. 2007 yılında hareketli veya sabit ,suyun içinde ve vapurun güvertesinde yer alan tüm Uluç varlıkları, 1983 yılında Adnan Benk’in karşısında daha girmediği maceraların özelliklerini sayan Ömer Uluç’u doğruluyorlardı hep birlikte. O konuşma esnasında, Bizans, Osmanlı, Amerika, Fransa ve Afrika’dan henüz cinler, yaratıklar çıkmamıştı yere. Marmara Depremi olmamıştı henüz. 1999 yılındaki 6.İstanbul İstanbul Bienali’ne ölüm ve hayat duvarlarını inşa etmemişti.
Ölmeden önceki son söyleşimizde her zamanki gibi maceraperver, tüm imge alemini dijitalde yeniden üretip bazen silmiş, Lucy ya da George, Deniz Cinleri veyahut Batman’den oluşan neslini sanat tarihinden evvel çağa yerleştirmişti.
‘Kağıtları tekrar kararım, bu el olmadıysa öbür el gibi” de demişti. O son söyleşimizde sıradışı bir ‘çağdaş sanat’ tanımı yapmıştı. Agamben’den çok önce çağdaşlığı ışıkla anlatmıştı. Bugün ışık veriyorsa çağdaştır bir iş, diyerek…
Ömer Uluç, dokuzuncu yılında en çok maceralarıyla ve maceracılığıyla anılmayı hak ediyor.
Çünkü bazı sanatçılar var ve hiç risk almazlar. Durmadan bildikleri resmi yaparlar.
Evet, Orhan Koçak çok haklıdır. Onun yaptıkları ‘durmayıp döner’*. Her biri birer durmayıp döner’dir.
Bugün, onun durmayıp döner’lerini bir kez daha incelerken Uluç’un her sergisinde bir problemi bitirip başkasıyla uğraşmış olduğunu sarih bir şekilde görüyorum. Her bir resim ya da heykel ya da enstalasyonunun bir macera olduğunu da. Ve şu an karşımda olsa ve birer bira söylesek
ona şöyle demek istiyorum: “Ömer Bey siz geç kalmış bir ülkenin geç kalmış bir sanatçısı değilsiniz*, geç kalmış ülkenin defalarca risk almış bir sanatçısısınız ve bu da bu ülkeyi sayenizde yeniden ilginç kılıyor.”
Ve şunu da:
“Size kesinlikle katılıyorum, bizden büyük klonlarımız olduğunda bizi de çöpe atacaklar.”
*Orhan Koçak’ın Aralık 2005 tarihinde Uluç’un Yapı Kredi Sanat Galerisi’nde açılan sergisi ve aynı adla yayınlanan kitabı Baki’nin ünlü dizesinden hareketle tayin edilen Heves Kuşu Durmaz Döner başlığına istinaden yaptığı vurgu.
*Umut Burnundan Dolaşarak kitabında Serfiraz Ergun’la yaptığı 21 Aralık 2009 tarihli söyleşide Ömer Uluç Ergun’a şöyle diyor: “ben geç kalmış bir ülkenin geç kalmış sanatçısı olmaktan kurtulmak istiyorum. Olay bu.”