17 Eylül – 20 Kasım tarihleri arasında ücretsiz olarak gezilebilecek olan 17. İstanbul Bienali kasıtlı eylemlerle rastlantısal karşılaşmaların ve süreçlerin kavşağında 50’nin üzerinde mekanda 500’ün üzerinde katılımcı ile yeni tartışmalara, yeni eleştirilere, yeni yakınlıklara, yeni dayanışmalara kapı aralıyor. Özellikle günümüzde ayrıştırıcı politikalar özelinde düşündüğümüzde adeta dayanışmanın, kolektif çalışmanın ve direnmenin olağanüstü çeşitliliğini gözler önüne seriyor. Fakat her projenin anlaşılabilir ve görülebilir olma zorluklarını da içinde barındırıyor. Ve şimdiden 17. İstanbul Bienali, bir imkansız deneyimler yumağı olarak tarihe geçiyor.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen İstanbul Bienali 17. edisyonuyla belirli bir tema ve başlığa bağlı kalmadan güncel sanat izleyicilerine kapılarını açtı. Küratörlüğünü Ute Meta Bauer, Amar Kanwar ve David Teh’in üstlendiği bienal İstanbul’un çeşitli semtlerinde sanatçı, şair, yazar, düşünür, araştırmacı, aktivist vs pek çok farklı alandan 500’ün üzerinde katılımcı, yerel topluluklarla bireysel veya kolektif proje ve çalışmalarla tüm duyulara hitap eden çok disiplinli üretimlere ev sahipliği yapıyor. 50’nin üzerinde mekana yayılan bu projeler, sergilendikleri mekan ve semtlerle kurduğu ilişkileri ön plana çıkıyor.
Bu seneki tarihinden daha önce başlayan bienal, yaşanılan Covid 19 salgınının da etkisiyle bir anda insanlığın önüne çıkabilecek krizler, içinde yaşadığımız sistemin çıkmazları üzerinden yeni olanaklar keşfetmek ve sanatın alternatif bir gelecek tahayyülü ortaya koyabilmesi inancından yola çıkıyor. Bu sebeple izleyiciye bir başlık ve tema yerine, bir tarım kavramı olan “kompost” yöntemi ile yerel sanatçıların, toplulukların, kolektiflerin karantina dönemleri de dahilinde çalışmalarını gerçekleştirirken yaşadıkları süreçlere odaklanıyor. Dünyanın çeşitli yerlerinde benzer idealler üzerine çalışan kolektifler ve kişilerle bağlantı kurarak Pasifik okyanusundan Amazonlara, Nepal’den Mardin’e uzanan geniş bir yolculuk serisi sunuyor izleyiciye. Bu şekilde insanların hayatına dokunmayı ve izleyicinin aktif bir katılımcı haline gelmesinin yollarını bulmaya çalışarak dönüştürücü bir rol oynamayı hedefliyor.
17. İstanbul Bienalini, kamusal sanat etkinliği ortamı içinde etkileşimi arttırması ve yerel kolektifler ve sanat gruplarıyla işbirliği yapması ve ekonomik sistemin içine entegre etmesi bakımından önemli bir girişim olarak sayabiliriz. Hali hazırda kamusal sanat, etkinliği açısından küresel ölçekli bir deva misyonu konusunda fikir birliği sağlasa da benimsenen bu misyon sonrasında çözümlenmesi gereken yeni sorun alanlarını da açabilmektedir. Kültür/sanat ve sanatçıların, kolektif içinde çalışanların, kentlerin dönüşümündeki sürece dahil edilmeleri ve süreç tamamlandıktan sonra ekonomik sistem dışında bırakılmaları yeni sorun alanı olarak karşımıza çıkabiliyor. Bu anlamda 17. İstanbul Bienali, devre dışı bırakılmış birçok kolektif ve üretimcileri içine alarak bizi onlarla diyalog kurmaya davet ediyor.
550’ün üzerinde projenin gezilmesi imkanlı görünmüyor
İstanbul Bienalinin 17. edisyonu yöntem/hedefler bakımından öncekilerden farklı olarak kamusal sanat/sanatçı ile izleyici/kentli arasında kurulan bir diyaloğu ve kentin içindeki yerel kolektif/grupların, oluşturulan sanat projelerinde aktif rollerini gözler önüne seriyor ve bu kolektif işbirliğinden ortaya çıkabilecek çözüm yollarını işaret ediyor. Bu işaretler çoğu zaman ekoloji, sömürgecilik, yerel kültür ve kimlik politikaları üzerinde konuşlanmakta. Bugünlerde ülke gündemini çok sık meşgul eden hak kayıpları üzerine de bir düşünme fırsatı sağlayabilmesi açısından güçlü bir yapı olarak karşımıza çıkıyor ve tüm dünyada ortaya çıkan ortak kaygılar üzerine dikkatle odaklanarak bir diyalog/tartışma ortamına davet ediyor. Tabii 500’ün üzerinde olan bu projelerin hepsi tam anlamıyla izleyici tarafından gezilir ya da sindirilerek görülebilirse bu tartışma yerini bulabilir. Şimdilik bu pek imkanlı gibi görünmüyor.
Özellikle Pera Müzesi’nde sergilenen arşiv çalışmaları bir ders niteliğinde karşımıza çıkıyor
Temasız bir tema tartışması bir yana dursun, sürdürülebilir kamusal programlar/projelere yer verilmesi bakımından sanat, süreklilik ve farkındalık yaratan üretimlerdeki toplumsal rolünü bir kez daha ortaya koyar nitelikte. Barın Han ve Pera Müzesi’ndeki işler adeta toplu direniş öykülerinin buluşma noktası. Beyaz adamlar tarafından gasp edilen topraklarda tanık olduğumuz zorlu mücadele alanları, sanki içinden geçtiğimiz bu günlere ışık tutar gibi. Belki en çok umuda ihtiyaç duyduğumuz bu günlere özel bir tema olarak da okuyabiliriz. Özellikle Pera Müzesi’nde sergilenen arşiv çalışmaları bir ders niteliğinde karşımıza çıkıyor.
Buradaki araştırma projeleri çok geniş bir alana yayılmış ve çok fazla bilgiye yer vermiş durumda. Bütün bu araştırmaları tek solukta okumak istesek de vakitler bunun için yeterli olmuyor, lakin görülmesi gereken başka katlar da olduğundan yorucu ve nefes aldırmayan bir deneyime dönüşebiliyor. Arkasından Merkez Rum Kız lisesinde ‘İtaatsizlik Arşivi (Ders Bitti)’ projesinde karşımıza çıkan sanatsal pratikler ile siyasi eylem arasındaki ilişkiye yoğunlaşan arşivlerin dolaşıma sokulması geçmiş ile bağlarımızı yeniden düşünmemize olanak sağlıyor. Geçmişten bugüne feminizm karşıtları, cinsiyet eşitsizliğini savunanlara karşı, kadın özgürleşmesi hareketlerine odaklanan bu bölüm doğrudan eylemden karşı bilgilendirmeye, biyo direnişten çağdaş direniş taktiklerinin bir haritasını çıkartarak direniş kültürüne bir çağrıda bulunuyor.
Peki, yankı uyandırmayan ses nereye kadar ulaşabilir ki?
Bienallerde sergilenen işler ve hatta şehir arasında kurulan ilişki herkesin malumu olduğuna göre, Merkez Rum Kız Lisesi her ne kadar bienalin en güçlü araştırmalarının yer aldığı bir mekan olsa da bu mekanda en güçlü çalışma, mekanın ta kendisi! Mekanın dokusu zaten kendi başına çok etkileyiciyken orada sergilenen araştırma videoları görünmez kalıyor. Bu mekanda sergilenen işler ve araştırmalar sadece video belgesellerden oluşurken, diğer yandan mekanın büyülü atmosferinden etkilenerek izlediğinizde ne yazık odaklanma problemi ortaya çıkıyor. Dolayısıyla elimizde o mekana ait bir haritalandırma, izleyiciye rehberlik eden bir tasarımın bulunmaması ve işlerle ilgili bilgi olmadan gezmek de o kadar uzun süreli videoları bağ kurarak izlemeyi imkansız kılıyor. Peki, yankı uyandırmayan ses nereye kadar ulaşabilir ki? Pandemi boyunca dokunmaya mahrum kaldığımız, ekranlar dışında bir araya gelmenin hatta üç boyutlu mekanlarla ve insanlarla kavuşmanın hayalini kurduğumuz bugünlerde İstanbul Bienalinde yer alan eserlerle olan ilişkimizi yine ekranların ardında anlam arayarak geçirmek, yine yorucu bir deneyim yaratıyor ve kafaları karıştırıyor.
Hassas Sesler Sözlüğü öznel ve sosyal bir sözlük olmayı deniyor
Rum Kız Lisesinden kafalar karışık çıktıktan hemen sonra yaklaşık 15 dakikalık bir mesafede olan diğer bienal mekanlarından olan Performİstanbul Canlı Sanat Araştırma Alanında başka bir itaat etmeyen ‘dilin dışında, sözsüz bir yerde’ bir sözlük, çok sesli ve duyular arası kolektif bir varoluş anlayışının peşine düşüyoruz. ‘Hassas Sesler Sözlüğü’ projesi seslerin öznel, sosyal ve kültürel boyutlarının izini sürüyor ve sesleri başkalarıyla bir arada hatırlama yollarına tanıklık ediyoruz.
Mekana girdiğinizde sizi eski türkülerle manda muhallebisi satışının olduğu bir tezgah karşılıyor. Bu tezgahta ne olduğunu, neler satıldığını ve o ürünlerin nereden geldiğine dair bilgi alabileceğimiz sanatçıları görebilirsek ne ala!
Tanık olduğumuz sözlüklerdeki sesleri düşünmeye devam ederken Büyükdere 35’te Cooking Sections’ın içinde yaşadığımız dönemin çevresel meselelerinden yola çıkarak oluşturduğu mekana özgü yerleştirmesi ‘Çamuralem’e rastlıyoruz. Şehrin etrafında yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan İstanbul mandalarının etkileşimlerinin izini süren proje; çevreci, biyolog, korumacı, etnomüzikolog ve birçok kişiyle işbirliği içerisinde gerçekleştiriliyor. Mekana girdiğinizde sizi eski türkülerle manda muhallebisi satışının olduğu bir tezgah karşılıyor. Bu tezgahta ne olduğunu, neler satıldığını ve o ürünlerin nereden geldiğine dair bilgi alabileceğimiz sanatçıları görebilirsek ne ala! Buradaki araştırmaların ve projelerin ne olduğu bilgisini neyse ki birilerini bularak aldıktan sonra, sanatçılarıyla manda yoğurdu ve simiti arkadaşlarıyla beraber tatmaya gömülmüş olarak bulabildik. Bu aldırışsızlıkları sanırız ki manda yoğurdunun tadının güzelliğinden olsa gerek. Yine de performans mekanında gerçekten samimi gelen şeyin manda kokusu ve çalan türküler olduğunu anladıktan hemen sonra belki siz de bir manda muhallebisi tadabilir ve buradaki satışla mandacılıkla uğraşan kooperatiflere destek verebilirsiniz.
Hala umut var mı?
Destek demişken Müze Gazhane’de ise Arazi Kolektifinin ‘Yerinden Edilme Hali: Dolaşık Topografyalar’ adlı projesi ile mülksüzleştirilen ve yerinden edilenlerin bulunduğu bölgelerde insan ve insan olmayan canlıların hayatlarını ele alan ve alternatif direniş toplulukları yaratan imkanları ve yarattığı umutları sorguladık hep beraber. Yine aynı yerde bilgiyi çoğaltmak adına üretilen Endonezya Gezici Kütüphane Ağı ‘hala umut var’ adına çok şey söyleyen diğer işlereden.
Niran Ahmad Arsuka’nın Gezici Kütüphane’si sadece okuryazarlığı çoğaltmak adına değil, yerel Endonezya halkının da kendi kitaplarını yazabilmesini desteklemek amacıyla oluşturulan bir proje. Endonezya takımadalarında halkın artık okumadığı kitapları dolaşım ağı içine sokarak toplumsal etkileşimi ve dayanışmayı harekete geçiriyor. Üstelik bunları zaman zaman bisikletle, at arabası ya da kayık ile dolaşarak sevginin, şefkatin ve dayanışmanın ve hatta umudun bir ifadesi oluyor.
Bienali ücretsiz sunmaya karar veren izleyici mi? Değilse bu bedeli izleyiciye tek tonda işlenmiş bir bienal olarak ödetmemeleri gerekmiyor mu?
Küratörlerin de dediği gibi, “bu bienal büyük bir toplanma ya da tek bir zaman ve mekanda yapılan planlı bir buluşma değil, bir dağılma, gözden uzak bir mayalanmadır. İplikleri bir araya gelir, çoğalır, ayrılır, gürültülü bir zirveye ya da nihai bir düğüme ulaşmadan yer yer kesişir.” Değişimin kaçınılmaz olduğu çağımızda farklı şeylerden öğrenmek bariz anlamda önem teşkil ediyor. Farklı öğrenme alanları farklı diyalogları da beraberinde keşfettiriyor. Bu anlamda diyaloğu çeşitlendirmeyi amaçlayan bir şablonla karşımıza çıkan bu bienal, bittiği zaman da üzerine tartışmaları devam ettirebilecek mi? Bu sorunun cevabını hep beraber göreceğiz, fakat bienalin dağınık ve birbirinden çok uzak mesafelerde çok yoğun bir okuma arşivi de sergilemiş olma sebebiyle tam anlamıyla her işin görülebilir ve anlaşılabilir olup olmadığı tartışması sürecektir. Ayrıca bienalin kimseye ekstradan bir laf dahi etmeden, herkesin anlamasını beklemesi büyük bir kargaşayı da beraberinde getiriyor. Artık sadece sanata katkıda bulunan burjuva toplumları yok, özellikle beyaz yakalı işçi de sanatı anlamaya ve hak arayışını öğrenmeye ihtiyaç duyuyor. Tarihte yeri olan hak arayışları arşivlerinin sergilendiği bir bienalde izleyicinin takip edebilmesi için ciddi şekilde bold yazılara ihtiyaç duyulabiliyor. Böylece izleyici sergilenen bu projelerle bağ kurabilsin ve sanatçıyı da finanse etmeye istek duysun. Çünkü bienali ücretsiz sunmaya karar veren izleyici değil, o halde bu bedeli izleyiciye tek tonda işlenmiş bir bienal olarak ödetmemeleri gerekiyor. Çünkü birçok mekanda vurucu renkler öyle görünmez yerlere serpiştirilmiş ki, anlayabilmek için gerçekten mekana hakim olmak gerekiyor. Peki, o zaman bu işin DENEYİMİ’ni nereye koyalım?
İstanbul’un en kalabalık zamanında ulaşım durumu bu kadar sıkıntılıyken, özellikle kısıtlı zamanlar için şehre gelenler tarafından mekanları ve işleri sindire sindire gezemedikleri konuşulan konular arasındaydı daha şimdiden. Belki mekanlar arası bir shuttle ya da bienal şehir haritası içinde alternatif ulaşım rotalarının sunulması bu dağılmada mayalanmayı izleyicinin daha iyi anlamasını sağlayabilirdi, kim bilir?
Sinem Pehlivan Kimdir?
Sanat alanında çalışıyor, araştırıyor, yazıyor, üretiyor. Mustafa Kemal Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim bölümünden mezun olduktan sonra, İstanbul Kemerburgaz (Altınbaş) Üniversitesinde Sanat ve Tasarım bölümünde yüksek lisans yaptı.. ‘1980 Sonrası Türkiye’de sosyo kültürel – politik ortam ve Protest sanat incelemeleri’ üzerine çalışmalar yaparak tezini tamamladı. Kamusal alanda sanat ve aktivist sanat, mekan ve bellek üzerine çalışırken, diğer yandan kültür-sanat alanında değerlendirme, eleştiri ve inceleme yazıları yazıyor.