A password will be e-mailed to you.

Film yapmayı, sıkıcı günlük hayattan kaçtığı bir “paralel dünya” olarak tanımlayan François Ozon, sinema dünyasının en üretken yönetmenlerden biri olsa gerek; ilk kısa filmini çektiği 1988’den bugüne dek -birkaç yılı saymazsak- hemen her seneye bir film, tüm kariyerine de –şimdilik- 22 uzun metraj sığdırmayı başardı. Bu muazzam bir rakam, hele ki günümüzde film çekebilmeyi sürdürülebilir kılmak bu kadar zorlaşmışken bu başarıya şapka çıkartmamak haksızlık olur. Elbette filmleri, dramatik yapısından teknik becerisine dair pek çok hususta olmak üzere, ne kadar güçlü yapımlar olduğu hakkında tartışmaya açık. Bu konuda hemen hepimizin de farklı fikirleri var zaten.

François Ozon’un son filmi Mon Crime” (Suç Bende – The Crime Is Mine), geçtiğimiz Nisan ayında yapılan 42. İstanbul Film Festivali’nin Galalar bölümünde Türkiye prömiyerini gerçekleştirdi. Geçen yıl yine İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz “Peter Von Kant”ın ardından seyir zevki en az onun kadar yüksek ancak daha eğlenceli bir Screwball komedisiyle geri döndü.

“Screwball Komedisi”ne Dair

Screwball komedisi, Amerikalılar’ın bulduğu, Büyük Buhran döneminde yani 1930’ların başından 1940’ların başına kadar olan süreçte popülerliğini koruyan bir komedi türü olarak tarif edilebilir. Film Noir türüyle bazı benzerlikler gösterir ama Film Noir’dan farklı olarak komedi unsuru hakimdir ve kadın karakter, erkek karakterle olan ilişkisinde daha baskın durumdadır. Ernst Lubitsch, Howard Hawks, Frank Capra, Mitchell Leisen, Gregory LaCava gibi yönetmenler bu türde pek çok filme imza attı.

Ken Dancyger  ve Jeff Rush  Alternative Scriptwriting” isimli kitaplarının dördüncü baskısında Screwball komedisi için şunları yazmış: “Mutlu sonla biten, komik bir kara film… Filmin konusu, ilişkilerdeki mücadeleyi konu alır. Oldukça cinsel içerikli olan mücadele boyunca, ana karakterin erkekliğine meydan okunur. İlişkide baskın karakter kadındır.”

Ozon’un “Nihayetinde kız kardeşliğin zaferi hakkında” diyerek tarif ettiği “Suç Bende”,  Madeleine (Nadia Tereszkiewicz) ile Pauline’in (Rebecca Marder) etraflarında dönen erkeklerin saflık ve aptallıklarından faydalanmalarını konu alıyor. Genç, güzel, beş parasız ve yeteneksiz aktris Madeleine Verdier, ünlü bir yapımcıyı öldürmekle suçlanır. Aynı evde birlikte yaşadığı, hatta yokluktan aynı yatağı paylaştığı kendisi gibi genç ve işsiz bir avukat olan en yakın arkadaşı Pauline’in yardımıyla, nefsi müdaafadan beraat eder. Kendisini, gerçekleştirdiği eylemiyle takdir edilmesi gereken bahtsız bir kurban olarak sunar, ta ki gerçekler gün yüzüne çıkana dek.

Georges Berr ve Louis Verneuil‘ün 1934 tarihli Mon Crime!”oyunundan uyarlama olan filmin, daha önceden filme çekilen bir Hollywood versiyonu var: True Confession (Wesley Ruggles / 1937)

Cross My Heart (John Berry / 1946) ise True Confession’un remake’i olarak çekilmiş.

Hem BerrVerneuil‘ün oyun tekstinden hem de Wesley Ruggles’ın True Confession’ından farklı olarak kadın karakteri yazar değil de aktrist olarak düşünmüş Ozon. Cineuropa’tan  Fabien Lemercier’ye verdiği röportajda oyunu günümüzde, güncel endişelerimizde ve genel olarak erkeklerin kadınlar üzerindeki hakimiyeti açısından kendi endişelerinde yankı uyandıracak şekilde uyarladığını, “8 Women” ve “Potiche”in ardından tamamen kadın meselesine dair çektiği bu filmiyle bir üçlemeyi tamamladığını belirtmiş.

Ve Gerçek, Bir Hilenin Sonucunda Ortaya Çıkar

Madeleine, işlemediği bir cinayeti üstlendiği gibi, bir başkasının yani avukatının yazdığı sözleri de kendi cümleleriymiş gibi üstlenir ve savunmasını, özdeşleştiği bu fikirler etrafında şekillendirir. Bu mağduriyet ona şan ve ün getirecek, yeni filmlerin kapısını aralayacaktır. Elbette yalancının mumu yatsıya kadar… Pauline’le oynadıkları bu oyun, gerçek katilin, artık yıldızı sönmek üzere olan eski bir aktristin ortaya çıkmasıyla alt üst olacaktır. Odette Chaumette karakteriyle filmin tam ortasında karşımıza çıkan İsabelle Huppert, kalan bölümde hikayenin temposuna ivme kazandırır. Yıllara meydan okuyan aurasıyla filmin enerjisini de yükselten bir performansının olduğunu söyleyebiliriz.

Odette’in tüm hınzırlığıyla bu oyuna katılması güçlü bir kadın ittifakını meydana getirir. Bu üç kadın –ve beraberinde belki seyirci de- sonunda politik, feminist bir bilinç keşfeder. Hatta Madeleine bunun simgesi haline gelir.

Dünya büyük bir tiyatro sahnesi gibidir. Herkes bu sahnede rolünü oynar,

rolü bitince de bu sahneyi sonsuza dek terk eder.
Shakespeare

1930’ların Fransa’sında geçen bu muzip polisiye, hem dünya savaşları arasında olan Paris’teki bulvar tiyatrosunun popülaritesine hem de konusu ve biçimselliğiyle dönemin sinemasına dair fikir veriyor. 1930’ların Paris’i biraz Ernst Lubitsch ya da Billy Wilder’ın filmlerinde gördüğümüz Hollywood tarzı Paris’i andırır.

Yönetmenin oyuncularına verdiği mizansenler ve dolayısıyla “acting” abartılı bulunabilir ancak zaten film, iskeletini teatral bir zemine kuran dönem yorumudur. Perdeyle açılıp perdeyle final yapan “Benim Suçum”da Madeleine’in işle(me)diği cinayeti anlattığı, polis tarafından yakalandığı, basında haber olduğu sahneler siyah-beyaz ve 1.33 : 1 aspect ratio olarak çekilmiş. Filmlerin en-boy oranı olarak adlandırılan “aspect ratio”daki bu matematiksel tercih -akademi formatı olarak da bilinir- tamamen eski filmlerin bu formatta çekilmesiyle ilgili.

2.35 : 1 aspect ratio olarak renkli çekilen sahneler ise alabildiğine renkli, emek verilmiş bir sanat yönetiminden bahsedilebilir; kostüm, aksesuar ve makyaj hem çok albenili hem de kadrajı rengarenk dolduruyor.

#MeToo hareketini hatırlatan, feminist tandaslı ve adalet sistemini de hicveden “Benim Suçum”da Ozon, hem sinema tarihine hem tiyatroya selamını gönderir.

 “Suç Bende”, yönetmenin deyimiyle “otuzlu yıllarda kadınların inanılmaz derecede baskı altında olduğu bir dönemde, kız kardeşliğin zaferi ve geçinmek için birbirlerine nasıl yardım ettikleri hakkında” bir film. Çok büyük bir film iddiasında değil, belki klişe bile, ama eğlendirmeyi vaat ediyor ve bu vaadini de yerine getiriyor.

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 16:35:00