Keşke ömrü yetseydi de James Baldwin, Steve McQueen’in BBC için çektiği Küçük Balta (Small Axe) filmlerini izleyebilseydi! Devil Finds Work (Şeytan İş Bulur) adlı kitap uzunluğundaki makalesinde film endüstrisindeki ırkçılığı enine boyuna incelediği ve bu ayrımcı sistemin içine sıkışan Afrikalı Amerikalıların üretimini anlatır… Sadece Hollywood yapımlarını değil Arabistanlı Lawrence’ı da ele alan Baldwin’in Britanya’daki ırkçılığın ve medeni haklar mücadelesinin tarihini, bu krallığın resmi istatistiklere göre en dezavantajlı grubu olan “Siyah Karayipliler”in bakış açısından, onlardan birinin anlattığı Small Axe’ı sinema tarihinde hak ettiği yere oturtacaktı, kuşkusuz.
Türkiye’de Tivibu ve Digiturk’te çıkan BBC First kanalında bu akşam (20 Ocak Çarşamba) 21:00’de yayınlanmaya başlanacak olan beş filmden oluşan Küçük Balta serisinden Mangrove, Lovers Rock ve Red, White and Blue’yu hem içeriğinin hem estetiğinin gücüyle sarsılarak izledim. Beş hafta boyunca her Çarşamba akşamı 21:00’de yeni bölümü yayınlanacak olan Küçük Balta (Small Axe) filmlerinde; Mangrove, Lovers Rock, Education, Alex Wheatle ile Red, White and Blue sırayla gösterilecek. Filmler her yayından sonraki Perşembe günü 21:50’de ve her yeni bölümün prömiyerinden önceki Salı günü 22:45’te tekrar edilecek.
“Sen büyük ağaçsan, biz de küçük baltayız!”
Mangrove ve Lovers Rock pandemi nedeniyle düzenlenemeyen 2020 Cannes Film Festivali’nin resmi seçkisinde yer aldı. Lafı gediğine koymadan geçemeyeceğim: İngiliz kraliyet ailesinin görkeminden, iktidarından, Lady Diana’nın trajedisinden ve genç yaşlı bilumum kraliyet üyesinin aşk hayatından oluşan taçlı dizi ve filmleri izlemeye çalışırken içine hafakanlar basanlara sinema sanatının neler başarabileceğini kanıtlayan bir seri, Small Axe. Zaten adını aldığı Batı Hint deyimini de emperyalizme karşı mücadeleyi simgeleyecek biçimde kullanıyor: Sen büyük ağaçsan, biz de küçük baltayız!
Steve McQueen büyük ağacı darbeleriyle kesmeye çalışan küçük baltaların öyküsünü anlatma projesine ilk uzun metrajlı filmi, 2008 Cannes Film Festivali’nde Altın Kamera ve Belirli Bir Bakış bölümü FIPRESCI Ödülü kazanan, 1981 yılında hapishanede açlık grevi yapan Kuzey İrlandalı militanların önderi Bobby Sands’in son günlerine odaklanan Açlık‘tan (Hunger) hemen sonra başladı. Britanya kolonisi Batı Hint adalarından gelenlerin İngiltere’de hayat kurmaya çalışırken uğradıkları ayrımcılığı ve gördükleri şiddeti temel alan, bir televizyon dizisi formatındaki proje geliştikçe McQueen anlatmak istediği öykülerin dizi bölümlerine sığmadığını, kendilerine birer bağımsız film talep ettiklerini fark etti. Araya yönetmene 2011 Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışan, FIPRESCI Ödülü alan seks bağımlılığı temasını işleyen Utanç (Shame) ve 2014 yılı En İyi Film Oscar’ı kazanan Amerika’daki köleliği eşsiz biçimde anlatan epik film 12 Yıllık Esaret (12 Years A Slave) ve gangster kocalarının izinden giden üç dul kadının soygun planlarını konu alan Dul Kadınlar (Widows) girdi…
McQueen’den soydaşlarına bir aşk mektubu
Evrensel bir eşit haklar mücadelesi boyutu bulunmakla birlikte, McQueen, Küçük Balta‘yı soydaşlarına bir aşk mektubu olarak tanımlıyor. Siyasi ve bireysel direnişleri kadar hayalleri, aşkları, müziği ve yemekleriyle bir kültürün farklı kuşaklarını ekrana taşıyarak yazıyor bu mektubu. McQueen dördü gerçek olay ve kişilere dayanan bu filmler için farklı senaristlerle işbirliği yaptı. 1960’lı yılların sonundan 1980’li yıllara uzanan bir filmlerde birçok ünlü oyuncu aynı kökenden olmasalar da aksan ve jargon öğrenerek Küçük Balta filmlerinde oynamayı kabul etti. McQueen ile çalışıyor olmanın memnuniyetine bu dönem filmlerinin bütün Afrika kökenliler için siyasi önemi eklenince oyuncuların performanslarından duydukları gururun ve üstlendikleri sorumluluğun yaptıkları işe yansıdığı belli oluyor. Öyle bir güç ve güvenle oynuyorlar!
BBC’nin yüksek standartlarında bile Küçük Balta’nın yapım tasarımı olağanüstü. Dönemin ambiyansını doğru yansıtmak için yapım tasarımında çok titizlenildi. Steve McQueen her bir filmi gerektirdiği biçemle yönetti. Hepsi için tek bir biçem tercih etmedi. Mangrove 35mm, diğer filmler 60mm film kullanılarak ve dijital olarak çekildi; hepsinin çerçeve oranı farklı. McQueen’in bütün uzun metrajlı filmlerinin görüntü yönetmeni Sean Bobbitt müsait olmadığı için bu projeyi üstlenen Shabier Kirchner son derece başarılı bir iş çıkarmış. Özellikle Lovers Rock’taki çalışması çok etkileyici.
Cannes seçkisine giren Mangrove ve Lovers Rock, ABD’de bir polis memuru tarafından boğazına yedi dakika baskı yapılarak öldürülen George Floyd’a ve bu cinayetin körüklediği Black Lives Matter hareketine ithaf edildi. Mangrove da polis şiddetini sergileyen bir film. Mangrove, Shaun Parkes’in canlandırdığı Trinidad göçmeni Frank Crichlow’un 1968 yılında, o dönemde şimdiki gibi Londra’nın şık ve gözde bir semti olmayan, 1948’den itibaren İngiltere’ye göç eden Batı Hint asıllıların yerleştiği Notting Hill’in All Saints Caddesi’nde açtığı restoranın adı. Film, Karayip mutfağından yemeklerin servis edildiği gece boyu açık kalan buluşma mekanı Mangrove’a fuhuş ve uyuşturucu kullanımı bahaneleriyle yapılan polis baskınlarının sonucunu anlatıyor.
Mangrove bir belge niteliğinde
Mangrove’da eşit haklar aktivistlerinin toplanmasından rahatsız olan ırkçı polis memurlarının tacizlerini şikayet eden ama sonuç alamayan Crichlow, çareyi protesto eyleminde buluyor. Aralarında İngiltere’deki Kara Panterler üyelerinin de bulunduğu 150 mahallelinin yaptığı yürüyüşe yüzlerce polisle müdahale edilmesini ve dokuz kişinin çelişkili ve yalan ifadelerle adil olmayan biçimde yargılanması sürecini McQueen heyecan, enerji, aksiyon ve mizah dolu bir filme dönüştürmüş. Bir yanıyla da mahkeme filmi niteliği taşıyor ve hukuk önünde herkesin eşit olmadığı gerçeğinin altını çiziyor. Yönetmen gerçek olaylara sadık kaldığı için Mangrove bir belge niteliği de taşıyor.
McQueen hem ebeveynlerinden dinlediklerini arşivlerle birleştirerek senaryosunu yazdığı Mangrove’da izleyiciyi protagonistleriyle özdeşleştiriyor. Mangrove, kendilerine yemek yeyip sohbet edecekleri bir mekan inşa eden insanların neşesi ve keyfinin yansıdığı, o baharatlı yemeklerin tadını adeta damağımızda hissettiğimiz, bizi de içine alan son derece sıcak bir atmosferle başlıyor. Bu olumlu atmosfer ırkçı polislerin baskı ve yıldırma politikasıyla bozuluyor. Haksız ve yıkıcı baskınları yüzünden Mangrove’da hem sıla özlemini gideren hem dostane olmayan bir çevrede bir dayanışma ve deşarj olma ortamı bulanların huzurunu kaçırıyor, onlar da Crichlow’un etrafında birleşerek isyan bayrağını çekiyor.
McQueen bu haklı isyanla örgütlenen yürüyüşteki öfkeyi ve gerilimi mükemmel yansıtıyor. Polisin küçük bir gruba karşı orantısız güç kullanımı olayı büyütüyor, ırkçı memurlar barışçı bir gösteriyi bir şiddet eylemine dönüşecek biçimde kışkırtıp yönlendirirken göstericilerin öfkesi de izleyicilere geçiyor. Mahkeme sürecini de sürekli zedelenmiş bir adalet duygusuyla izliyoruz. O “yüce yargı makamı”nın ırkı, milliyeti, sınıfı olduğunu ve kendinden olmayana adalet dağıtması için çok güçlü bir mücadele verilmesi gerektiğini anlıyoruz.
Leroy Logan’ın yaşam öyküsü: Red, White and Blue
Red, White and Blue ise adli tıp laboratuvarında çalışırken polis memuru olmaya karar veren, bunu da iki polisten şiddet gören ve hastanelik olan babasına rağmen yapan Leroy Logan’ın yaşam öyküsünden uyarlandı. Babasıyla, toplumuyla ve polis gücüyle çatışmayı göze alan ve kendini adeta bir hedef tahta haline getiren Logan’ın yaşadıkları her anlamda ibret verici… Yıldız Savaşları: Güç Uyanıyor‘daki (Star Wars: The Force Awakens) Finn rolüyle yıldızlaşan Nijerya kökenli John Boyega, azimli ve dayanıklı bir karakter olan Logan’ın sağlam duruşunu ustaca canlandırarak bu filmin başarısını pekiştiriyor. Önyargıları kırmak için ülkenin belki de en ırkçı kurumunun içinden verilen olağanüstü bir çabanın ve ödenen bedelin öyküsü Mangrove ve Red, White and Blue’yu madalyonun -her ikisi de ırkçılığı gösteren- iki yüzü haline getiriyor.
Küçük Balta serisinin tamamı Batı Hint göçmenlerinin kendilerini gerçekleştirme, hayal ettikleri gibi birer yaşam kurma, onları dışlayan bir çevrede aynı kültürü ve zevkleri paylaştıkları kişilerle buluşabilecekleri güvenli limanlar oluşturma, kendilerine birer yaşam alanı açma çabalarına odaklı. Küçük Balta’nın beş yapımı arasında tümüyle kurmaca olan tek film Lovers Rock. Adını romantik reggae türünden alan film Londra’da bir eve yerleşen bir grup Adalının orada ev partisi vermelerini, yaptıkları geleneksel yemekleri ve içki satarak, sevdikleri müzikleri yaparak, gençlere dans edip eğlenebilecekleri bir kulübe dönüştürmelerini anlatıyor.
Partiden önce yemek yapan kadınların akapella söyledikleri şarkıyla izleyiciyi büyüledikleri sahnenin doğaçlama olduğunu belirten Steve McQueen de 80’li yılların sonunda az ev partisine gitmemiş… Beyazların gittiği gece kulüplerinde istenmeyen siyah gençler bu partilerde tanışıyor ve flört ediyormuş… Usta yönetmen, dönemin müzikleriyle kendilerinden geçen, dans, flört ve kavga eden kahramanlarıyla birlikte o partiye davet ediyor izleyicileri. Kalabalığa karışan kamera bütün duyuları uyaran bir aygıta dönüşüyor, Lovers Rock’ta. Serinin bütün filmlerinde müzik önemli ve soundtrack’lerin hepsi güzel ama Lovers Rock müzik ve onun yarattığı duygular üzerine kurulu.
Küçük Balta’nın diğer filmleri
Küçük Balta’nın henüz izlemediğim diğer filmlerinden Alex Wheatle, ödüllü yazarın yaşam öyküsünü anlatıyor. Education ise 12 yaşındaki bir öğrenci aracılığıyla, siyah çocukların hak ettikleri eğitimi almalarına engel olan ve onları ‘özel eğitim gerektiren’ kategorisine sokan eğitim sistemine direnen Batı Hint adalalarından kadınların mücadelesine odaklanıyor. Steve McQueen, Küçük Balta ile Büyük Krallık’ın ırkçı kabuğuna indirilen darbeleri anlattı ama, günümüze ait resmi istatistiklere bakıldığında “siyah Karayipli” olarak tanımlanan bireylerin İngiltere’nin en dezavantajlı kesimi olduğu görülüyor. Her açıdan en az olanağa sahip ve en fazla hüküm giyen… Steve McQueen’in sanatçı ve aktivist kimliklerini mükemmel birleştiren Küçük Balta filmleri sinemanın gücüyle kitlelere hitap ederek bir dönüşümün başlangıcı olur, belki…