15. Sharjah Bienali röportaj serisinde sırada sanat tarihçisi, eleştirmen profesör Terry Smith var. 2019’da vefat eden küratör Okwui Enwezor’un izinde gerçekleşen 15. Sharjah Bienali’nde, Okwui Enwezor hakkında konuşan Smith, onun gördüğü etkiyi canlandırabilmek için şair ve yazar yelpazesini kullanmaktan çekinmediğini anlatıyor. 15. Sharjah Bienali’ndeki Uprooted eseriyle öne çıkan Doris Salcedo’ya da yer veren Smith, sömürgecilik tarihindeki eser hırsızlığı hakkında ise sözünü esirgemiyor. Son olarak Enwezor’un makalelerinden bir seçki oluşturan Smith, bu yazıları iki cilt halinde Selected Writings of Okwui Enwezor: Toward a New African Art Discourse adıyla toparlayarak editörlüğünü üstlendi.
Ayşegül Sönmez: Kitabın ikinci cildi için Okwui Enwezor’un makalelerini seçtiğinizde kendinizi bir biyografi yazarı olarak düşündünüz mü?
Terry Smith: Seçki, Enwezor’un 1994’ten 2019’a kadar olan zihinsel yaşamını, düşüncelerinin aldığı seyri görünür kılmaya çalışıyor. İçerisinde yazarın çalışma hayatıyla ilgili bir takım içerikler elbette mevcut; özellikle de onun küratör, sanat tarihçisi, eğitimci ve müze müdürü olarak edindiği mesleki deneyimler yer alıyor. Bununla beraber her ne kadar yer yer kişisel yaşamına değinsek de amacımız yazarın özel hayatına odaklanmak olmadı. Biz, daha çok okuru, onun Afrika ve diasporası hakkındaki düşünceleriyle buluşturmak istedik. Bunun yanında Enwezor’un fotoğrafla, özellikle Afrika’da ortaya çıkışıyla ilgili fikirleriyle, sanat kurumları, müzecilik ve küratörlük hakkındaki düşünceleri ve dünyaya ait bir durum olan postkolonyalite hakkındaki görüşlerini görünür kılmayı amaçladık. Nitekim Enwezor’un bu konular hakkındaki görüşlerinin küratör olarak yaptığı çalışmalar kadar önemli olduğunu düşünmekteyim. Tarihsel, eleştirel ve politik yönleri olan küratörlüğünün temelinde bu düşünceler yatar. Yazdığı yazılar -200’ün üzerinde metinden söz etmek mümkün- sağa sola dağılmış durumdaydı. Onun düşüncesinin makul bir resmini elde etmek için müracaat edebileceğimiz doğru dürüst bir yer yoktu. Ölmeden üç yıl önce, onu hayattan koparacak olan kanserlerle boğuştuğu sırada benden böyle bir yer yaratmamı istedi. Umarız bu iki kitap bu konudaki eksikliği giderir.
1. ciltteki ilk metin, 1994’te yılında, Salah Hassan ve Chika Okeke Agulu ile birlikte Brooklyn’de kurduğu Nka dergisinin ilk sayısı için kaleme aldığı baş makale. Bu makale, Afrika sanat söyleminin yenilenmesi için çağrıda bulunur. Bu makale Enwezor için bir başlangıç noktasıydı; bu yazıyla yaşamı boyunca büyük bir ısrarla takip edeceği gündemini ilan etmiş oluyordu. Ciltteki diğer 14 makale, Enwezor’un bunu, o çığır açan sergilerinin başlangıcındayken yaptığını gösteriyor: 2. Johannesburg Bienali: Ticaret Yolları—Tarih ve Coğrafya (1997), Kısa Yüzyıl: Afrika’da Bağımsızlık ve Özgürlük Hareketleri, 1945-1994 (2001) ve Documenta 11 (2002) gibi sergilerde söz konusu tavrı kendini hissettirir. “Sömürgecilik Sonrası Konstelasyon: Sürekli Geçiş Durumunda Çağdaş Sanat” (2003) ve “Mega-Sergiler: Çokuluslu Küresel Biçimin Çatışkıları” (2003/2004) gibi klasik denemeleri için de aynı şey geçerlidir. Sanat eleştirmeni olarak daha kariyerinin ilk yıllarında Georges Adéagbo ve Ellen Gallagher üzerine yazdığı bazı denemeler mevcuttur.
17 deneme içeren ikinci cilt, bize arayışının genişlediğini gösterir: Enwezor küresel sanat söylemini yenilemek, ona – Afrikalı bakış açısını koruyan- dünyevi bir çehre kazandırmak istiyordu. Bundan başka bu ciltte daha sonraki sergilerinin tanıtımları var: Arşiv Yangını: Belgenin Çağdaş Sanatta Kullanımı (2008), Aşırı Yakınlık: 3. Paris Trienali (2012), Dünyanın Tüm Gelecekleri: 56. Venedik Bienali (2015) ve Savaş Sonrası: Pasifik ve Atlantik Arasında Sanat, 1945-1965 (2016).
2. ciltteki son metin 2019’daki ölümünden önce yazılmıştır; bu metin, 2020’de New York New Museum’da gerçekleşen Keder ve Şikayet: Amerika’da Sanat ve Yas sergisi için kaleme almış olduğu yazıdır. Yazı bir anlamda Enwezor’un Afrika sanat söylemini yenileme konusundaki dürtüsünü yansıtır; Afro-Amerikan sanatçıların Barack Obama‘nın başkanlığına tepki olarak ortaya çıkan ve Donald Trump tarafından beyaz üstünlükçü bir hınca evriltilen ırkçı savaşların dirilişine ilişkin öngörü ve tepkilerinin üzerinde durur.
“Okwui gördüğü etkiyi canlandırabilmek için inanılmaz genişlikte şair ve yazar yelpazesinden yararlanırdı”
Bir dostu olarak Enwezor’un yazılarında cezbedici bulduğunuz husus neydi? Edebiyat okumuş olmasının üzerinde büyük bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Okwui (Enwezor) ve Massilimiano Gioni, Nari Ward’ın New Museum‘daki We The People sergisinde sohbet ediyorlardı. Sergi ile ilgili konuştukları sırada çok dokunaklı bir an yaşandı; Massilimiano, Okwui’den Ward ile birlikte çalıştıkları 90’lı yılları anımsamasını istedi. Okwui’nin buna verdiği cevabı aynen naklediyorum:
“Ben ne bir sanatçı ne de bir sanat eleştirmeni veya küratördüm. Benim için şiir dinletilerinde dolaşan, sanat galerileri ve müzeleri arşınlayan hevesli bir şair ve yazardı demek daha doğru olur diye düşünüyorum. O sıralar SoHo galerileriyle, Aşağı Doğu Yakası’nda bulunan batakhanelere dadanmıştık; bir yandan durmadan okuyup yazıyor ve her şeyi takip etmeye çalışıyorken diğer yandan da -zamanın deyişle- güç ve tahakküm ilişkilerini irdeliyorduk. Güzel zamanlardı fakat otuz yıl önceki halim için bir önem arz ediyorlar.”
Edebiyatla, özellikle şiirle çok meşgul oldu. Birçok farklı gelenekten şiirle ilgilendi. 1996’da Frieze için kaleme aldığı ilk incelemede karşımıza, New York’un Aşağı Doğu Yakası’nda dondurucu bir havada yürürken çıkar; bombalanmış Beyrut ve Harlem ile sanatçıların bu çelişkilere verdiği tepkiye kafa patlatıyordur. Zihni Georges Adéagbo’nun karmaşık enstalasyonlarıyla, özellikle de önceki sene, Londra’da bulunan Serpentine Galerisi‘nde gördüğü enstalasyonlarla meşguldür. Onlarda gördüğü etkiyi canlandırabilmek için Li-Young Lee, T.S. Elliott, Octavio Paz, Jean Baudrillard, Christopher Okigbo, Hasan Abdallah ve Toni Morrison gibi isimleri kapsayan inanılmaz bir genişlikteki şair ve yazar yelpazesinden yararlanır.
“Salcedo izleyicide yerinden yurdundan edilme deneyimini uyandırıyor”
2023’te gerçekleşen 15. Sharjah Bienali’nde sergilenmiş işler arasında en çok hangilerini takdir ettiniz? Tarihsel bir şekilde düşünecek olursak zamanımızın ihtilaflarını yakalama konusunda hangi eserleri başarılı buldunuz?
Sanat yapıtlarının günümüzdeki çekişmeleri etkili ve dokunaklı bir şekilde yansıtması zor olsa da bienaldeki sanatçılarının büyük bir kısmının bunu başardığını söyleyebilirim. Mesela, Isaac Julien‘in Bir Kez Daha…(Heykeller Asla Ölmez) adlı yerleştirmesi bu açıdan öne çıkan çalışmalardan biridir. 45 dakikalık bir filmden müteşekkil olan bu çalışma, birden fazla ekranda gösterilen beş video ile Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Siyahi modernizminin ilk yıllarıyla, onun günümüze olan etkilerini irdeler. Eser Harlem Rönesansı‘nın başlıca düşünürlerinden biri olan Alain Locke ile modern Fransız sanatının saplantılı koleksiyoncusu Alfred Barnes arasındaki tartışmayı da kapsar. Bu adamların sahip olduğu katıksız estetik arzu görüntüleri deyim yerindeyse ihya etmektedir. Yine de şunu hissetmekten geri kalmayız; bu çalışma, geniş ve yoğun bir sömürünün şekillendirmiş olduğu duruma duygusal olduğu kadar yüceltilmiş bir tepki olarak ortaya çıkmaktadır. Picasso ve diğerlerine ilham olan Afrika sanatı kolonizasyon sırasında yağma edilmişti. Hareketli çekimler sayesinde British Museum’un depolarında, Pitt Rivers Müzesi’nde ve diğer kültürel saraylarda dolaşırız. Bunlar en nihayet mozoledir, doğrudur, ama aynı zamanda Siyahi sanatçıların özgün bir modernizm yönünde ilham aldıkları mekanlardır. Bu duygu, geleneksel Afrika maskelerini, Richmond Barthé’nin 1937’den kalma bronz heykeli Stevedore’u ve Matthew Angelo Harrison’ın -ayin yapan figürleri yarı saydam bir reçineyle dökmüş olduğu- bir grup heykelini etkili bir şekilde bir araya getiren bir enstalasyonda oldukça çarpıcı bir şekilde ete kemiğe büründürülmüştür. Aynalar, boş alanlar ve çarpık yüzeyler arasında değişik duvarlara karşı (Stevedore’un üzerinde) yer yer spot ışıklarıyla aydınlatılmış olarak karanlık olan bir alanda gösterilmektedirler. Gelin şu anı tarihsel bir bakış açısıyla düşünmek hakkında konuşalım!
Çalışma bu bağlamda, Manthia Diawara‘nın Angela Davis ile yaptığı A World of Greater Freedom adlı sürükleyici röportaj ile örtüşmektedir.
Boucha Khalili’nin The Circle’ı ile Doris Salcedo‘nun Uprooted‘ı bienaldeki takdir ettiğim çalışmalar. Arap İşçi Hareketi’yle beraber Al Assifa ve Al Halaka gibi tiyatro gruplarının 1970’lerdeki kaçak göçmen işçilerin koşullarına dikkat çekmek için nasıl bir araya geldiğini ve 1974 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinde nasıl sans papier [belgesiz, kaçak], hayali bir aday gösterdiklerini öğreniyoruz Boucha Khalili’den. Siyasetin bildik şekilde yapıldığı dönemlere bir yanıt verirken onu aynı zamanda reddeden, kamusal söylemin protokollerini alt üst eden arabuluculuk edilmiş bir siyasi eylem mevcut medya savaşlarımızdaki kritik müdahaleler için çok önemlidir. Dahası Khalili’nin yaklaşımı bana, 1970’lerin başında Berwick Street Collective tarafından çekilen, Mary Kelly’nin de önemli bir yer işgal ettiği, The Nightcleaners gibi post-yapısalcı İngiliz filmlerini hatırlattı.
Uprooted, metaforun kapalılığı karşısında kasılmış bir nesnenin içinde olduğundan alegori biçiminde işleyen bir şey üzerinde çalışır. Arşiv belgeleriyle etkileşime giren bir filmin sahip olduğu zamansal akıştan çok farklı. Salcedo izleyicide, göçmen olma tecrübesini, yerinden yurdundan edilme deneyimini uyandırır; üstelik bunu sırf tarihsel veya aktüel bir olay olarak değil, kadim zamanlarla, gezegen ölçeğindeki zamanla ilgili bir şey olarak yapar. Bütünüyle çağdaş bir fenomen olarak söz konusu bölgeden, dünyanın diğer yerlerine doğru giderek yayılan bu durumun, şimdi olmasa da, yakında hepimizin deneyimleyeceği bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu çalışmada dramatik olarak nitelendirilebilecek bir hareket var: ağaçların barınak yapma amacıyla kullanmasından- kadim zamanlardan- nihai olarak bir eve, ideal (evrensel değil), dikdörtgen, sivri çatılı bir meskene dönüşmesine uzanan bir hareket. Ancak ağaçlar, seri üretimde kullanılan makinelerle şekillendirilerek istifler halinde bir araya getirilmiştir. Paradoksa bakın ki, Salcedo’nun topladığı ağaçlar Bolivya’daki ormansızlaştırma politikalarına kurban gitmiş olan ölü ağaçlardır. Dolayısıyla bu ağaçlardan yapılan bir evde zaten yaşanamaz. Metaforik olarak düşünülecek olursak bir bakıma insanı temsil eden bu ağaçlar günümüzde ne çok insanın yaşam yolculuğunu canlandırmaktadır.
Hoda Ashfar‘ın 2018 yılında Güney Pasifik’teki Manus Adası’nda yapmış olduğu Remain adlı çalışmayı görmekten bilhassa memnun oldum. Avustralya Hükümeti’nin çoğunlukla ölümle neticelenen tehlikeli yolculuklara çıkan insanları işlemlere tabi tutmada kullandığı bu merkez (benim de memleketim olan) Avustralya’ya gelmeye çalışan insanların karşılaştığı muameleye ışık tutuyor. Hoda bu videoda hükümet yerleşim yerlerine geçmelerini engellediği için adada kalan birkaç kişinin yaşamını mercek altına alıyor. Bu insanlar tutsak kaldıkları tropik cennetin içerisinde gezinirken başlarından geçenlerden bahsediyorlar. Bir Avustralyalı olarak bu durumu tamamen utanç verici buluyorum.
Merhum dostum Vivan Sundaram‘ın son çalışmalarını görmek beni duygulandırdı; zira hastayken yaptığı ve 29 Mart’taki ölümünün habercisi olan enstalasyon çalışmaları da gördüklerim arasındaydı. Okwui’nin “şu anı tarihsel bir bakış açısıyla düşünme” çağrısına güçlü ve dokunaklı bir şekilde yanıt veren, her birine tek tek değinemeyeceğim kadar çok çalışma vardı. Bunlardan otuz tanesi Bienal tarafından ısmarlanmış olan çalışmalardı. 260 sanatçı arasında özellikle Varunika Saraf, Nilimi Sheikh, David Hammons, Kada Attia, Carrie Mae Weems, Maria Magdalena Campos-Pons, Iftikhar ve Elizabeth Dadi, Marianne Fahmy, Amar tarafından sunulan Ted Jonas’ın Long Distance Exquisite Corpse eserlerini kaydettim. Yanı sıra Kanwar, Tracey Moffatt, Hangama Amiri, Heri Dono, Gabriela Golder (saydığım isimlerden son üç tanesi Kalba anaokulunda oldukça güçlü bir seri yaratmış olan sanatçılardır), Maharani Mancanagara ve Wendy Red Star gibi sanatçıları da eklemek gerekir. Coco Fusco‘nun The Eternal Night adlı filmi bitişikteki bir gözlem ekranından içini görebileceğiniz bir hapishane hücresi gibi yapılmıştır. Sanatçı bu çalışmasıyla bize Castro rejimi altındaki Küba’da hapsedilmenin ne demek olduğunu anlatır.
“Sömürgecilikle elde edilen eserlerin geri iadesi sihirli bir şekilde aklanmanıza fayda etmez”
Mart Toplantısı sırasında çoğunlukla ülkeye dönüşü ve iade etmeyi düşündük. Sizce Sömürgecilik iade edilebilecek bir sanat nesnesine indirgenebilir mi?
Isaac Julien‘in çalışması, bu tür bir indirgemeciliğin kapsamlı bir şekilde reddedilmesine örnek olarak gösterilebilir. Okwui’nin ise bu konudaki görüşü şu şekildeydi; O, sömürgecilerle fatihler tarafından alınarak müzelere konulmuş sanat eserlerini bir süre için ödünç alınmış şeyler olarak görüyordu. Bence alınıp teşhir edilmeleri için uygun bir ortam sağlandığında iade edilmeleri gerekir; tabii buradaki uygunluk eserleri alacak olan taraf tarafından belirlenmelidir. Ancak bu süreçten geriye bir takım izlerin kalması gerekir: Sömürgecilik yoluyla elde ettiğiniz eserleri ülkelerine iade ederek ne müzelerinizin arkasında yatan sömürgeci tarihi ortadan kaldırırsınız ne de sihirli bir şekilde aklanmış olursunuz. Tazminat iki yönlü olmalıdır. Eserlerin iadesinden sonra sömürgeci ülkelerin müzelerinde ortaya çıkacak olan namevcudiyet görünür kılınmalıdır. Aynı şekilde iade edilen sanat eseri daha önce sömürgeleştirilmiş olan ülkelerin yeni müzelerinde sergilenirken yabancı ülkelerde tutulduğu yıllara atıfta bulunacak şekilde gösterilmelidir.
Louvre Abu Dhabi’de ise tam tersi bir durum söz konusudur; “Evrensel Müze” olarak tanımlanan bu yerde bir yönlendirme vardır. Bunu estetik olarak, ilk odada çok farklı zaman ve yerlerden gelen ve aşağı yukarı aynı boyutlara, şekillere ve de amaçlara sahip olan sanat eserleriyle dolu vitrinler göstererek kotarmaya çalışıyorlar. Adeta sanatta en önemli şey biçimmiş ve evrenselleştirme konusunda biçimden büyük bir güç yokmuş gibi salt biçimsel kaygılarla hareket ediyorlar. Kaldı ki bu tavır kendi içinde pek çok paradoks içeriyor; özellikle de evrenselleştirme gücünün eskiden sömürge olan bir bölgeye, bu şekilde, sonunda eski sömürgecinin gereksindiği kadar harcayacak parası olduğunda ihraç edilmesi paradoksaldır.
Hem nalına hem mıhına gibi bir durum ortaya çıkıyor. Hatta ters bir kolonizasyon durumundan bile söz edilebilir. Bu türden derin alışverişler estetize edilip mimari numaralara başvurularak gizlenmeye çalışılıyor. Fakat buna rağmen gün gibi ortada oldukları saklanamaz. Ayrıca serginin, gezdiğiniz odaların sanatın her zaman ve her yerde kendi güdüleriyle evrenselleştiği yönündeki yanlış düşünceyi unutarak yer, zaman ve ortama dayalı o eski, alışılmış, Avrupa sanat tarihsel kategorilerine dönmesiyle birlikte iyileştiğini söylemeliyim.
Yine de bu, daha derin bir sorunu, çözümlerini yeni yeni sezmeye başladığımız bir problemi ortaya çıkarıyor. Eski Batı ile eski Doğu arasında gerçekleşen, az önce bahsettiğim, hem nalına hem mıhına vurma durumu genel gidişatta bir kararsızlık olduğu için yaşanıyor. Belki de bu kararsızlık asla giderilemeyecek. Zira aynı anda, aynı yerde olup farklı yönlere doğru hareket eden çok sayıda büyük ölçekli güç var. Ülkelere iadeyle ilgili tartışmaların çoğu, her ikisi de kabaca aynı şekilde geleceğe uzanan, uzun vadeli, sürekli kültürlere ve istikrarlı ulusal sosyal oluşumlara sahip kültürler ve insanlar arasındaki alışverişi denetlemekle ilgili. Bunların hepsi 19. yüzyılda kalmış fantezilerdir. Göçmenler günümüzde pek çok ülkede nüfusun çoğunluğunu teşkil etmeye başlamıştır. Bu olgu BAE’de ve bu bölgede gerçekten çok çarpıcı. Türkiye’de bu değişimlerin göbeğinde. Bu insanların şu anda yaşadıkları yer ile aile fertlerinin bulunduğu yer arasındaki gerçekleşen insan ticareti, dünya nüfusunun azımsanmayacak bir kısmının başlıca faaliyetlerinden birisi haline gelmektedir. Bunu Okwui ile birlikte -O bugün dünyadaki pek çok farklılığı birbirinden ayırırken aynı zamanda birbirine bağlayan “aşırı yakınlık” olarak adlandırdığı şeyi vurgularken- geliştirdiğimiz bir fikir olan, uluslararası geçişkenlik olarak adlandırıyorum. Böyle bir dünyada ülkelere iade etme süreci nasıl işler? Takımadalar için ne tür müzelere ihtiyaç vardır? Diasporik sanatın sergileneceği en doğal yer neresidir? Yalnızca bienal gibi geçici sergilerde mi gösterilmelidirler?
“Sanatçının doğduğu yer kültürel kimlik göstergesi olmaktan çıktı”
Sizce çağdaş sanatta nereden geldiğinizin bir önemi var mı? Yoksa bu her zamankinden daha önemli bir olgu haline mi geldi?
Pekala, burada anlatmaya çalıştığım türden bir diasporik dünyada, cevap evet, nereden geldiğiniz bir önem arz etmekte fakat farklı bir şekilde. Çünkü eserin yanında sanatçının nerede doğup büyüdüğünü veya yaşadığını belirtmek, artık sabit bir yerin veya kültürel kimliğin göstergesi olmaktan çıkmıştır. Sharjah Bienali’nde bunu yapmadıklarını fark ettim. Ancak küratörün eserlerin kenarlarına iliştirmiş oldukları notlar, gerekli yerlerde, yani sanatçılar bugünü tarihsel bir açıdan ele aldıklarında, size bu arka plandan bahsediyordu.
Yazar hakkında
TERRY SMITH, Sidney Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü fahri profesörü olmasının yanı sıra Pittsburgh Üniversitesi Sanat ve Mimari Tarihi Bölümü’nde Çağdaş Sanat Tarihi ve Kuramı alanında onursal profesör olarak dersler vermektedir. New York Görsel Sanatlar Üniversitesi’nde Felsefe, Sanat ve Eleştirel Düşünce Bölümü’nde profesördür. Avustralya Beşeri Bilimler Akademisi üyesidir. 2010 yılında College Art Association (ABD) tarafından sanat eleştirmenliği alanında verilen Mather Ödülü’nü kazanmıştır. 2022’de CAA, ona Seçkin Sanat Tarihi Öğretmeni Ödülü’nü vermiştir. Avustralya Çağdaş Sanat Müzesi’nin kurucu Yönetim Kurulu üyesidir. Pittsburgh’da bulunan Andy Warhol Müzesi’nin yönetim kurulunda görev yapmıştır. Pittsburgh’daki Carnegie Sanat Müzesi’nin Fahri Yönetim Kurulu Üyeliği bulunmaktadır. Aynı zamanda Bienal Vakfı, New York’un Danışma Kurulu üyesidir.