A password will be e-mailed to you.

Doğu ve batı, eski ve yeni, geleneksel ve modern kutupları arasında salınıp duran Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zamansız eseri ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’, Serdar Biliş yönetmenliğinde Uniq Hall’de tiyatroseverlerle buluştu. Sinema ve tiyatronun iç içe geçtiği oyunda onlarca surete tek başına bürünen Serkan Keskin sahnede devleşirken, Tanpınar’ın başyapıtındaki kahraman Hayri Bey’in de aslında neyi temsil ettiğini seyirciye tekrar sorgulatıyor. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yeni Türk Edebiyatı Dr. Nilgün Kâtipoğlu ise Tanpınar üzerine yazdığı tez üzerinden romanın Freudyen analizine giriştiği bu kapsamlı yazısında “Bana kalırsa SAE’nin kıymeti, konu itibariyle felsefî olarak doğrudan insanın varoluşunu ve insanın kendi neliğini işlemesinde saklı” diyor.

 

Tanpınar’dan özür dileyebilmek

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Eleştiri Anlayışı üzerine henüz bitirmiş bulunduğum doktora tezimin akademideki naçizane katkısını görmek kısa zamanın işi değil. Fakat günlük hayatta tez dolayısıyla söz ne zaman Tanpınar’dan açılsa, tepkiler karşısında hem çok şaşırıyor hem de çok neşeleniyorum. Meğer Tanpınar’ın ne çok seveni ve okuru varmış. Matematikçilerden tutun da sinemacılara, fennî akademisyenlerden alın da sağlık personeline, gişe memurlarına değin Tanpınar okuyucularıyla sarmalanıyorum. Biz kıydık, sustuk, görmezden geldik çokça ama şimdilerde bir işi galiba başardık nice sonra güzelim toplumumuzda: Özür dilemek! Evet Tanpınar’dan özür dilemeyi zannediyorum beceriyoruz şu sıralar. Sağlığında borç içinde bıraktığımız, üç kuruşa muhtaç ettiğimiz, lakâplarla incittiğimiz ‘Kırtıpil Hamdi’nin, aslında koskoca bir yeni edebiyat kürsüsünün kurucusu olduğunu, eşsiz bir edebiyat tarihi yazdığını, Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi ironik roman türünün nadir bir örneğini verdiğini, her özgün yapıtının başarısı bir yana, eski ile yeninin ezelî kavgasında bizi bizle barıştıran hakiki bir çözüm adamı olduğunu galiba anladık anlayacağız. Ha gayret!

Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı, evet Tanpınar yapıtları arasında farklı bir yerde ve türde duruyor. Romancılık tekniğine, edebî değerine, içerisinde irdelenmeye dair bolca malzeme bulunan simge veya imgelere birçok kıymetli hoca ve araştırmacımız değinmişlerdir. İronik mi, alegorik mi yoksa bir hiciv romanı mı olduğuna yönelik verimli tartışmaları barındıran önemli makaleler Berna Moran, Beşir Ayvazoğlu ve Süha Oğuzertem vb. gibi isimler tarafından eni konu yazılagelmiş bulunuyor. Tanpınar’ın hemen her romanında mevzu olan “mazi”, arayışını varoluşsal olarak ve nispeten siyasi olarak hep sürdürdüğü “hürriyet”, her antika saat gördüğümüz yerde bir karakter gibi hayatlarımıza soktuğu en başta Mübarek’in nezdinde ve sonra bazen eski bir korkuluk demirinde, bazen giysilerde aradığı  “eşyanın hüviyeti” bahsi, modern hayatın ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emrettiği görüşüyle “modernlik eleştirisi” gibi epey uzayabilen, tek tek incelenmesi icap eden katmanlı ve incelikli yapısıyla, yerküre misali açılabilecek bir çekirdek SAE hâlâ ve iyi ki.

Kendini bil!

Peki, biz bugün Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanını niçin okumalıyız? Ve biz hatta niçin roman okumalıyız akıllı telefonlar yataklarımıza ve dahi lavabolarımıza kadar girmişken? Tanzimat Dönemi’nde yani yenileşme ve başka bir tarzda yetişme döneminde bize gelen roman türünü neden okumamız gerektiğine dair en büyük sorular çoktan sorulmuş ve cevaplanmıştı aslında. Edebi dergiler ve tarih bu yanıtlarla dolu. Şinasi’den Namık Kemal’e, Ahmet Mithat Efendi’den Recaizade Ekrem’e, Yakup Kadri’den Peyami Safa’ya, Halide Edip’ten Kerime Nadir’e değin tarihsel ve bugünün tüm romancıları için güncel ve mütemadi bir soru bu. Yanıtı ise ihtiyaca endeksli dersek haksızlık etmiş olmayız hem okura hem de yazara. İhtiyaçtan kasıt, edebî ürünü metalaştırmak, tüketime hazır hale getirip değersizleştirmek değil. Zira felsefe de adî bir meta olurdu, eğer insanın var olma ihtiyacı için kullandığı her şey birer meta olsaydı. Galiba bu noktada en doğru önermeyi Hilmi Ziya Ülken yapmış: “Sanat insan içindir.” dengesini bularak. SAE bir roman olarak direkt insan içindir ve ihtiyacı olan herkese muazzam bir hakikati muazzam bir neşe içinde sunmaktadır bugün de. Hiç ama hiç yabancısı olmadığımız, kadim ve kısa bir hakikattir bu: Nosce te ipsum!

1870’lere kadar felsefenin bir alt dalı olan psikoloji, Wilhelm Wundt’un Almanya’da psikolojik araştırmalar için ilk laboratuvarını kurmasıyla bağımsızlaşır. 1900 başlarında da meşhur Sigmund Freud psikanaliz yöntemini geliştirerek insanın kendisini tanımasına yönelik büyük bir bilimsel aşama kaydeder. Her ne kadar psikanalizin bilimselliği bugün dahi tartışılıyor olsa da bilimsellik takıntısı neticede asrımızın modası. İnsanoğlu var olduğundan beri, ister bilimsel olsun ister olmasın fiziksel ve ruhsal tedaviler ve çözümler hep vardı ve var olacaktır kuşkusuz. Şimdilik tutamağımız bilim oluversin; nasılsa hakikat tek, tutamaklar çeşit çeşit. Ve Freud’un çabasının hayli güzel ve güçlü bir tutamak olduğunu da kabul etmek gerekir. Tanpınar da böyle düşünmüş olacak ki SAE’yi kurarken bildiği bütün gerçekleri Freud’un psikanaliz koltuğuna yatırır. Hakkı da vardır çünkü bilgi, kılık değiştirerek de olsa hep aramızda onu tanıyanlara görünür yaşlı ve ak sakallı bir dededir. Ama tabii nine de olabilir. Her ne kadar temsiller bugüne değin hep dede gösterse de ben nineler de tanıyorum. Bilgeliğin cinsiyeti olamayacağından.

Derdin dermanındır

SAE, diğer tüm meziyetlerinin yanında Freud’un gerçekliğini kavraması ve aktarmasıyla önemsenmesi gereken bir roman.  İlkin 1961’de basıldığında Freud’un ve psikanalizin Türkiye’de ne kadar zikredildiğinin ve anlaşıldığının sorgulamasını sizlere bırakıyorum. Bu bağlamda Tanpınar, tasavvuf kültürüyle sahip olduğu pek çok bilgiyi (geleneği, eskiyi, Doğuyu diyelim) Freudyen bir yorumla (yeniyi, moderni, Batılıyı diyelim) birleştirerek roman boyunca başarılı bir kurmaca yaratır. Bana kalırsa SAE’nin kıymeti, konu itibariyle felsefî olarak doğrudan insanın varoluşunu ve insanın kendi neliğini işlemesinde saklı. Bütün alayı da buradan kaynaklanmıyor mu zaten? Modern anlamda gülmece, espri; ilk koşul olarak bir gerçeğin en önce kabul edilmesini gerektirmez mi? Bir kusuru, bir problemi, bir marazı önce kabul edersek ancak onun üzerine espri yapabilir, onun üzerine gülebilir ve güldürebiliriz. Tesadüf olmasa gerek, psikanalizin de ilk koşulu bir ikiliği, bir problemi fark ve kabul etmek ve onun üzerine çalışmaktır. Sevgili ve çok sevgiye değer ve çok sevmesi gereken, hayırlar dileyen adıyla Hayri İrdal önce fark etmiştir, kabul etmiştir ve sonra kendisiyle alay eden hatıratını yazmıştır. Hepimizi güldüren de budur.

Freud’un öne sürdüğü id, ego ve süperego yani altbenlik, benlik ve üstbenlik kavramları, romanın baş karakteri Hayri İrdal’ın yaşamı üzerinden profesyonelce işlenmiştir. Freudyen bir tanımın edebîcesi değil midir Tanpınar’ın cümlesi: “Belki de şahsiyet dediğimiz şey bu, yani hafızanın ambarındaki maskelerin zenginliği ve tesadüfü, onların birbirleriyle yaptığı terkiplerin bizi benimsemesidir.” (SAE, 54) Hafıza ambarındaki maskelerimiz, hepimizin birleştirmeye çalıştığı kimliklerimizdir, Hayri İrdal’ın bölünmüşlüğünde olduğu gibi. Romanda başka başka Hayri İrdallar vardır nitekim. Hayri Bey, Hayri Efendi, Hayri oğlum, falcı Hayri, saatçi Hayri, öksüz Hayri, Pakize’nin kocası Hayri, baldızlarının eniştesi Hayri ve bir de Hayri Beyefendi… İşte bu benlikler ki insanın kendisini tanıması, kendisiyle yüzleşmesi ve kendisini bilmesini mümkün kılar. Çatışmanın varlığı uzlaşmaya, çoğulluğun varlığı birliğe işarettir denilir. Derdin dermanındır, diyen şifahî hikmet de Freud’un vardığı noktanın evvelidir nitekim.

Bilen özne ve bilinen özne olarak Hayri İrdal

Ahmet Çorak, Saf Ben ve Ampirik Ben adlı berrak makalesinde saf ben’i ‘özne ben’ yani ‘farkında olan ben’ diye, ampirik ben’i ise ‘nesne ben’ yani ‘farkında olunan ben’ şeklinde tanımlamaya gider. Bu saf ben doğuştandır ve deneyimle ortaya çıkmazken, ampirik ben yaşanmışlığın sonucunda deneyimle, oluşarak ortaya çıkan benliktir. Şöyle bir çıkarım bize Hayri İrdal’ın bütün bu kimlik serüvenini açıklamaz mı? “Bu durumda düşüncenin veya bilincin kendi üzerine bükülmesi (reflection) denen durum üzerinde tekrar düşünmek gerekir. Saf benin, bakışını inşa edilen ampirik benlik üzerine çevirmesini kabul edecek olursak bu yaklaşımın önemli tarafı, bilen ve bilinenin artık ayrılmış olmasıdır.” (Çorak, 178) Tanpınar’ın yarattığı Hayri İrdal da tam anlamıyla bölünmüş, ayrılmış ve parçalanmıştır. Bu iyiye, yani Hayri İrdal’ın adından beklenen ‘hayır’a yorulmalıdır ama. Bilen özne ve bilinen özne olarak ayrılan Hayri İrdal, kendiyle karşılaşmaya başlamış demektir. Evet, başlar çünkü gelişen absürt olaylar karşısına Dr. Ramiz’i ve onun psikanaliz tekniğini çıkaracaktır. Sevinmeli çünkü doktor hastanın ayağına gelmiştir tam anlamıyla.

Fakirliğinden, ailesinden ve talihsizliğinden şikayetçi olan Hayri İrdal, her şeye rağmen dürüst ve namusludur da. Yükünü omuzlayan, dalgın İrdal saat ustası Nuri Efendi’nin yanında müthiş bir saat tamircisi olarak yetiştiğinden işini samimiyetle ve düzgünce yapan bir karakter çizer. Hatırlanırsa Tanpınar’ın pek çok romanında çalışmak ve dürüstlük övülmüş, takdire değer görülmüştür. Mahur Beste’de geçen Hırkaişerif’teki dergâhın şeyhine ait şu sözler, pekâlâ Hayri İrdal için de geçerlidir. “Kendi eliyle çalışmak ruhu tasfiye eder, insanı Allah’a yaklaştırır. Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın.” (Mahur Beste, 141) İrdal da fakirdir, parasızdır ama saate tutku derecesinde bağlıdır ve saatlerden çok iyi anlar. Emine isimli ilk eşiyle ve iki çocuğuyla mütevazı bir hayatı vardır. Ta ki Halit Ayarcı ile tanışana değin. Adı üzerinde Ayarcı, bırakın saatleri ayarlamayı aslında tabiri caizse Hayri İrdal’ı ayarlamak üzere romana girer. “Halit Ayarcı geceki vaatlerini tutsun veya tutmasın, bana dürbünün bakılacak yerini göstermişti.” (SAE, 235) diyen Hayri İrdal, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kurulmasıyla iş sahibi, para sahibi, statü sahibi ve yeni eş sahibi olmasından da öte aslında ‘yeni bir Hayri İrdal’ın da sahibi olacaktır. Dürbünün bakılacak yerini göstermek, kişiye bir bakış açısı, bir yaşama biçimi ve kendisi olabilmeyi sunmaktır çünkü. Tıpkı Profesör Çorak’ın makalesinde kendini bulmayı aynı dürbün örneğiyle izah ettiği gibi. “Psikoterapinin temeli minimal kendiliğin dikkatini, dünyadan ampirik kendiliğe çevirmek, ‘kendisini düşünen ben’i ortaya çıkarmaktır; bir mecazla kişinin ömür boyu dünyaya onunla baktığı dürbüne, dürbünün camındaki lekelere, bu lekelerin nasıl dünyaya yansıdığına dikkat etmesini sağlamaktır. Bunun ne kadar zor bir iş olduğunu ifade etmek gerekir.” (Çorak, 182) Fark edilirse Hayri İrdal önce Dr. Ramiz’le tanışır ve psikanaliz görür. Ardından hazır olduğunda Halit Ayarcı hayatına girer ve ona dürbünün bakılacak yerini öğretir. Bunlar hesap edilmiş, müthiş kurgulanmış bir romanın, kendini bulma yolunda adım atan Hayri İrdal’ın olgunluk aşamalarıdır. Nitekim roman hem tasavvufi bilgiye göndermeleriyle hem de modern psikanaliz yöntemiyle “Nosce te ipsum” hakikatine yavaş yavaş kapı aralar. Romanın tasavvufi atıfları ve psikanalize yönelik kavramları daha teşekküllü bir zeminde incelenmelidir elbette ama burada biraz daha Halit Ayarcı’nın İrdal için ifade ettiği anlamı açmaya istekliyim.

“Sizdeki korku kendinize imkansızlıktan”

Birinci izlek ‘korku’dur. Hayri İrdal, roman boyunca gerek kendisinin korkan adam olduğunu anlatıp durmuş, gerek de diğer karakterler üzerinden korkunun ne kadar kuvvetle yönlendirici bir duygu olduğunu izaha çalışmıştır. İlk örnekte Aristidi Efendi’yi alalım. Onun simya ile uğraşması, altın yaratmaya çalışması, kimyasallar içinde geçen hayatından sonra ölümünün imbik patlaması sonucu gece yanarak gerçekleşmesi üzerine Hayri İrdal’ın ağzından şu satırlar dökülür: “Bütün hayatım boyunca dikkat ettim. İnsanın daima en çok korktuğu şeyler başına geliyor.” (SAE, 88) Diğer örnekte ise, romanın sonuna doğru aşık olduğu Selma Hanımın eski kocası Cemal Beyin öldürülmesi üzerine Ayarcı’nın İrdal’a söylediği sözler dikkat çekicidir: “Eğer içinizde bu kurt olmasa, Cemal Bey’den veya herhangi bir adamdan korkmanıza imkan yoktur. Sizdeki korku kendinize imkansızlıktan. Siz siniksiniz.” (SAE, 323) İşte Freud’un söylediği altbenlik veya üstbenlik’in benlik’i kontrol altına alıp korku ile yönlendirmesi, tutsak etmesi hali de bu. Yahut da tasavvufun korkunun olduğu yerde inanç ve özgürlüğün olmayacağına atfı da bu olsa gerektir.

“Çünkü yaratmak yaşamanın ta kendisidir”

İkinci izlek ‘hareket’tir. Halit Ayarcı, İrdal’ın hayatında eksik olan hareketi temsil edecektir. Hayri İrdal sinik, hareketsiz, korkak ve gölge bir tiptir. “Fakat hayır, bütün bunları yapabilmek, kendisini alışkanlıklarının dışında denemek için, başka türlü adam olmak lazımdı. Koşmak, kımıldamak, atılmak, istemek, isteyişinde devam etmek lazımdı. Bütün bunlar benim için değildi. Ben biçare bir gölge idim. (…) yüzüne bakmadıkları gün mevcut olmayan biçarenin biri.” (SAE, 152) Halit Ayarcı ise tam tersine sürekli yeni fikirler üreten ve bunları hayata geçiren, pozitif bakan, her olumsuzluktan olumlu bir taraf çıkarıp onu işe yarar hale getiren bir eylem adamıdır. İrdal’ın kötü sesli baldızına bile şarkıcılık şöhreti kazandıran, İspirtizma Cemiyetindeki işe yaramaz herkesi (Yangeldi Asaf Bey, otuz yaşında hiç iş görmemiş Şair Ekrem vb.) Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde birer görevle iş sahibi yapan yine kendisidir. Bir seferinde yine Hayri İrdal’a muhalefet ederken “Aziz dostum, siz şifa kabul etmez bir gayrimemnunsunuz… Bu işlerde, bilmek ikinci derecede kalır. Yapmak vardır, sadece yapmak! Bilgi bizi geciktirir. Zaten ne sonu ne gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktır. Bilselerdi, bilselerdi… Fakat bilselerdi bunu yapamazlardı. Bu heyecana, bu icada, bu kendiliğinden bulmağa erişemezlerdi. Bilgileri buna mâni olurdu. (…) Çünkü yaratmak yaşamanın ta kendisidir. Biz yaşayan, yaşamayı tercih eden insanlarız.” (SAE, 360) diye haykırmıştır. Buna benzer pek çok söylemi roman içinde tekrarlanır. Niçin? Çünkü Hayri İrdal’a antitezdir Halit Ayarcı, belki de derdin çaresi, hastalığın şifası demeli. Aslına bakılırsa Halit Ayarcı, Hayri İrdal’ın eksik benliklerinden birisidir. Hayri İrdal, sinikliğini, korkaklığını, hareket etmeye cesaret edemeyen tarafını diğer romanlarında da başka karakterlerle sürdürmüştür. Fakat Tanpınar’ın romancılık kronolojisine baktığımız zaman, yarım olarak bulunup 1987’de basılmış olan Aydaki Kadın romanını saymazsak SAE 1961 senesinde yazılmasıyla onun en son romanıdır. Bu bakımdan Tanpınar, harekete muhtaç, korkan, cesaretsiz karakterlerine eninde sonunda bir hareket getirmenin, bir cesaret vermenin yolunu bulmuş gibidir. Halit Ayarcı, neredeyse tüm Tanpınar erkek karakterlerinin kurtuluşu, cesareti ve yaşam direncidir nihayet.

Hakiki baba olarak Ayarcı

Üçüncü izlek olarak da ‘baba’ya değinelim bu yazı sınırlarında. Dr. Ramiz’in teşhisiyle babasını beğenmeyen ve ondan kopup büyümeyi başaramayan Hayri İrdal, kendisine sürekli olarak baba aramıştır. Dr. Ramiz’in bu yorumu direkt olarak Freudyen’dir ve Dr. Ramiz Freud’u pek beğendiğini, onun eğitiminden geçtiğini romanda açıkça izah eder. Nuri Efendi, Seyit Lütfullah ve Abdüsselam Beyler Hayri İrdal’ın sevgi görmediği, huysuz babasından sonra kendisine bulduğu babalardır. İrdal elbette doktorunun teşhisine katılmaz ve itirazlarda bulunur fakat romanın seyri, bize aksini göstermektedir. Evet, Hayri İrdal birçok kimsede baba şefkati aramış, onlara bağlanmış ve harekete geçip büyümemek için hep birilerine sığınmıştır. Sonunda Dr. Ramiz’in uyandırması ve Halit Ayarcı’nın aktivistliğiyle Hayri İrdal dönüşmeye başlamıştır. “Değişeceksiniz Hayri Bey, değişeceksiniz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü her şeyden evvel kendisine inanılmağa muhtaçtır.” (SAE, 259) diyerek Hayri İrdal’ı her teşebbüsüyle harekete ve fiile koşturan Halit Ayarcı, adeta İrdal’ın son babası rolündeki kişidir. Fakat Ayarcı son babadır çünkü hakiki babadır, İrdal’ı yaşamaya, harekete, yaratmaya yani ‘saf ben’ine ‘ampirik ben’ eklemeye zorlar. Deneyimle, tecrübeyle, yaşamakla elde edilecek olan bu ampirik benlik, saf benliğin üzerine bina edilirse kişi tamamlanmış ve var olmuş olacaktır. Tanpınar’ın hemen tüm karakterleri bu yüzden eksik, tamamlanmamış ve yarımdır. Artık SAE ile Tanpınar karakterleri de ‘suyun başında bekleyen adam’ olmaktan, ‘ben müdafaasız adamım’ demekten vazgeçip yaşamaya ve yaratmaya cesaret ederler. Tüm bu cesaret elbette ironik bir zeminde, alayla ve komikle başlayıp bitecektir ama maksat hasıl olacaktır sonunda. İyi ki gülmesini bilmiştir Tanpınar dedirtecektir bizlere.  SAE Tanpınar’ın romancılığı boyunca özlediği yaşama biçimine geçmesiyle, bireyin kendiliğine cesaretiyle, modern bireyin ortaya çıkışıyla, tasavvufi ve psikanalitik bilginin yardımıyla devrin gerçeğini ilk duyan ve duyuran, alayına rağmen en ciddi nadir romanlardan biri konumundadır. Ve bu konumdan tarihsel öncülüğü göz önüne alınınca, ardından gelen Oğuz Atay çizgisini yaratan gerçekçi bir örnek olduğunu çıkarsamak zor değildir. Tanpınar hep umduğu gibi devam zincirinin bir parçası olmuş, romancılığımızda da eskiden (tasavvuftan) yeniye (psikanalize) sapasağlam bir urgan uzatmıştır. Onun devam ederek değişmesi, bugünkü Türk romancılık seviyesini inşa etmiştir.

“Büyük adamlar geniş zamanlara muhtaçlar”

Bugünlerde toplumumuzdaki Tanpınar akislerinin beni sevindirdiğini söylemiştim. Hele ki Tanpınar eserlerinin tiyatro gibi bir alanda teveccüh görmesi, hem cesurane bir teşebbüs hem de kadirşinas bir tutumdur. Ondan özür dilemekten bahsederken biraz da bu dönüşlerimizi kastediyordum. İlkin İzmir’de Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ismini taşıyan oyuna büyük heyecanla gittim. Tarih Mart 2023 idi. Unutamam biletim olmamasına rağmen oyunun kapısına dayanıp, içeri gireceğim diye tutturmuştum. Sağ olsunlar oyunu en ön sıradan izletme nezaketini göstermişti gişe görevlileri bencileyin birine. Uyarlayan ve yöneten Ant Aksan, oynayan tek kişi oyuncu da Gülin Özkan idi. Böyle zor bir metnin tek kişilik, üstelik kadın bir oyuncu ile denenmesi harikulade bir tat bırakmıştı ruhumda ve hayran kalmıştık Gülin Özkan’daki yorulmak bilmeyen güçlü çeneye ve sahnedeki hamur gibi bedene. Ardından bu sürpriz yetmezmiş gibi bir “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” oyunu daha İstanbul Uniq Hall sahnesinden çıkageldi 2023 Nisanı’nda. Ona da iştiyakla gittim. İzmirli yapımcı Gülgün Dedeçam, zaten yurt dışına yaptığı başarılı işleriyle bilinen bir isim ve ilk kez yurt içinde bir oyuna yapımcılık etmeye niyet ediyor. Oyunun yönetmeni ise Serdar Biliş. Arkaya kurulan dev ekranda gösterilen destekleyici sahnelerde yine Serkan Keskin tüm rolleri oynamış, tek kişilik sinema kadrosu, tek kişilik tiyatro kadrosuna muazzam bir çeşni katmıştı. Monotonluğu kıran, dikkati toparlayan bir düzenekti bu. Doğrusu bu tekniği yurt içinde ve dışında izlediğim hiçbir oyunda tam bu çeşitte görmüş değilim, yeni olduğunu zannediyorum. Dönerek gelen ve değişen çok sade dekorla kostüm niyetine birkaç gömlek ve saç, Serkan Keskin’in kendisinden çok da başka bir şeye ihtiyacı olmadığını haykırıyordu. Ve galiba oyunda en can alıcı hareket, yine tek kişilik oyunculukla sergileme ve oyuncunun Serkan Keskin olmasıydı. Tek oyuncu ile sahnelemenin bu oyuna neden çok yakıştığını hemen söyleyeyim. Çünkü Halit Ayarcı da, Nuri Efendi de, Seyit Lütfullah da, Dr. Ramiz de, Emine de, Pakize de aslında Hayri İrdal’ın yansımaları, başka başka benliklerinin temsili değil miydi? Bütünleşmeye çalışan, kendi bölünmüşlüğüyle yüzleşen, ayrılmış olduğu için birleşmeye çalışan Hayri İrdal, kılıktan kılığa girerek herkes olunca sahnede, dedim tamam. Bu roman, bu topraklarda, bu sefer anlaşılmış. Tasavvuf ve Freud’un söyledikleri bu roman ile anlaşılır olmuş. Biz Tanpınar’dan özrümüzü diliyoruz. Affet bizi Ahmet Hamdi. Büyük adamlar geniş zamanlara muhtaçlar.

Ve aslında bu özür Tanpınar’dan olduğu kadar kendimizden değil mi? Tanpınar da bizim bir benliğimizin yansıması değil mi? Biz hakikatte Bir değil miyiz? Bütün dışardakiler, tek olacağımıza işaret değil mi? Psikanaliz, şu koca yaşlı dünyanın bilgelik zamanıdır. Artık vakti geldi. Yüzleşmeden ve özür dilemeden kendimizden, ölmeden önce ölmeden, yaşamış ve yaratmış olmayacağız. Dr. Ramiz haklı. Değişeceksiniz Hayri Bey, Sultan Hanım, Berk Bey, Havva Hanım, Ali Bey, Güldal Hanım, Zafer Bey, Nil Hanım, Beyler ve Bayanlar… Değişeceksiniz.

 

Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh yayınları, Ekim 2011.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste, Dergâh yayınları, Ocak 2010.

Ahmet Çorak, “Benleştiren (Saf) Ben ve Benleşen (Ampirik) Ben”, Metazihin Yapay Zeka ve Zihin Felsefesi Dergisi, cilt 2, sayı 2, Aralık 2019.

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 15:09:11