A password will be e-mailed to you.

“Bir yapı inşa etmek huzurun göstergesi. Bir yapı inşa etmek bir şeyleri bir araya getirmek demek. Sihir demek aynı zamanda, bazen inşa sahasında binlerce insan beraber çalışıyorlar ve kamusal yapıysa inşa edilen daha bir güzel oluyor.”

 İstanbul Modern‘in yeni binasının mimarı dünyaca ünlü Renzo Piano’yu, 2020’de yaptığı Alain Elkann’la yaptığı söyleşiyle daha yakından tanıyoruz. Keyifli okumalar.

 

“Genç, belalı çocuklardık ama aptal değildik”

Centre Pompidou (Beaubourg)

Alain Elkann: Beaubourg’ün (Centre Pompidou ç.n.) bir sembole dönüşeceğini hiç düşündün mü?

Renzo Piano: Düşünmedim. Bazı şeyleri ona inanırsan ve biraz da deliysen yaparsın. 68 Mayısından sonra kültür dünyası bir değişim geçirdi.  Müzeler pek az insanın gittiği, mesafeli, elitist, caydırıcı yerlere dönüştü. Zaman doğruydu.

Cenova’da bir inşaatçı olan babanla çalışıyordun o zamanlar. Floransa’da mimarlık okudun, Milano’da Franco Albini’yle çalıştın, sonrasındaysa ABD’de Louis Kahn’la. Çok iyi bir eğitim aldın. Beuabourg’ü yaptığında kaç yaşındaydın?

Eğitim sürecim ilginç ve karmaşıktı. 33 yaşındaydım o zaman. Richard Rogers benden dört yaş büyüktü, abim sayılırdı! Genç, belalı çocuklardık ama aptal değildik. Paris’te ya da başka yerde, kültürü bağıntılı, caydırmayan bir konuma getirecek bir şeyler yapmak zorunluluğunu anlamıştık. Meraktan doğan enerji, henüz genç ve biçilmemiş bir insan için her şeyin başlangıcını oluşturur. Fikir, bu tuhaf fabrikayı inşa etmekti. Çünkü bir kez yapının içine -müzik, sanat, sinema, kütüphane gibi- pek çok aktivite koyduğun zaman, bunlardan birisi için gittiğin, sonrasında dikkatini başkasının çektiği ve kültürlendiğin bir merak yuvası yaratmış oluyorsun.

Yeşil, kırmızı, mavi, sarı gibi parlak renkler kullanmanın arkasında ne vardı?

Makine fikrini yansıtmanın anlamsal yoluydu bu. Fabrika aynı zamanda şehrin keşfini de mümkün kılıyor. Asansörle çıktığınızda şehri ve piazzayı görebiliyorsunuz. Paris’in merkezinde alan açtığınız an insanların dikkatini çekiyorsunuz.

Bu projeden sonra Amerika’ya gidip Menil Collection binası ve başka müze projeleri gibi oldukça farklı işlere imza attın. Değişim nerden geldi?

Çünkü hayat bu! Her seferinde farklıyı denememek için oldukça aptal olman gereken bir aktivite alanıdır mimarlık. Temeli pek çok farklı şeye dayanır: farklı mekanlara, insanlara, anlara, iklim koşullarına. Hikaye anlatmak, film yapmak gibi bir şey. Anlatacağın hikaye her seferinde değişiyor, dolayısıyla sen de değişiyorsun.

Bağlantıyı fil rogue ile yakalamak

The Shard

Yapıların bazen Whitney Müzesi ve New York Times binası gibi benzer hatlar taşıyorlar. Diğer yandan, Londra’daki o koca The Shard ise tamamıyla farklı. Olan biten ne?

Çok basit. Fransa’da buna fil rouge diyorlar, tarafları birbirine tutturan küçük kırmızı iplik. Bir bağlantı söz konusu ve biriyle başkası arasındaki bu bağlantı tanınırlıkla değil, bütünlükle ilgili. Bir yazar isen kendine özgü yazma yöntemin vardır, kendi dilin ve kelime haznen; mimarlıkta da durum aynı.

İlham kaynağın nedir?

İlham aldığım devamlı elementlerden birisi ışık. Belki de suyun üzerindeki ışıklar şehri Cenovalı olduğum içindir. Hafiflik bana ilginç geliyor. Neden bilmiyorum ama hafifliği ağırlığa yeğliyorum. Binaları havada süzülen bir gemi gibi hayal etmek hoşuma gidiyor ve uçan gemilerin konseptini fil rouge oluşturuyor. Paris’in orta yerinde rıhtıma demir atmış bir gemi Beaubourg. Whitney ise New York’ta Hudson Nehri’nde bekleyen bir başka gemi.

“Yerçekimine karşı savaşmak beni cezbediyor”

Beyeler Müzesi

Peki ya İsviçre’deki Beyeler Vakfı Müzesi?

Beyeler uçan bir halı gibi daha çok. Uçmak ya da demir almak sürekli bir element benim için. Yerçekimine karşı savaşmak fikri beni cezbediyor. Binalarım tabii ki birbirinden farklı, çünkü mimarlıkta her şey birbirinden farklı, kendin ve kariyerin dışında.

Eklektik bir çalışma modelin var. Kamusal işler yapmaktan hoşlanıyor musun?

Mimarlığa dair en iyi şey senden istenen neyse onu inşa etmen. Tekneyle balığa çıkmak gibi – kısmetinde ne varsa onu tutarsın. Birçok farklı şey yapıyorum çünkü binaları ve yapı inşa etmeyi seviyorum. Bir yapı inşa etmek huzurun göstergesi. Bir yapı inşa etmek bir şeyleri bir araya getirmek demek. Sihir demek aynı zamanda, bazen inşa sahasında binlerce insan beraber çalışıyorlar ve kamusal yapıysa inşa edilen daha bir güzel oluyor. En çok hoşlandığım şey bu. Daha çok üniversite, kütüphane, müze, konser salonu, hastane gibi yapılar çiziyorum, şehre şenlik havası getiren. İnsanların bir araya gelip benzer değerleri paylaştığı mekanlar bunlar.

Bari’de Stadio San Nicola’yı, Yunanistan’da Stavros Niarchos Vakfı Kültür Merkezi’ni yaptın. Turin’de Lingotto’yu modern bir komplekse dönüştürdün. New York’taki Morgan Kütüphanesi’ni genişlettin ve müzik için oditoryumlar inşa ettin. Her proje birbirinden oldukça farklı değil mi?

Farklı ama aynı zamanda hep insana dair, insanın bir araya gelip duygularını paylaşmasıyla. Bir yapının önemi, bir araya gelmenin ve bir arada bulunmanın güzel hissiyatında yatıyor. Evinde de müzik dinleyebilirsin 2 bin kişiyle beraber de, paydaşlığa dair bir şey bu. Müzik, bir konser salonunun güzelliğinin yarısını oluşturur. Diğer yarısını ise başkalarıyla beraber aynı güzellikten keyif alma duygusu.

“Mimarlık dostane meslektir… çünkü mesele insanın kendisidir”

Güvenlikten akustiğe kadar birçok şeyi nasıl düşünebiliyorsun?

Bir stadyum yaptığında, stadyum yaparsın. Bir konser salonu, bir müze ya da bir hastane yaptığındaysa önceliklerin tamamıyla farklılaşır. İşin teknik boyutunu anlaman gerekir, bu yüzden seninle çalışan bir insan ordusuna, bir ofise, bir takım çalışmasına ihtiyaç duyarsın. Bilim insanlarıyla, dizayncılarla, akustik uzmanlarıyla çalışman gerekir. Mimarlık dostane bir meslektir. Hem bir yapı ustası hem de bir hümanist olman icap eder, çünkü mesele insanın kendidir. Şair de kesilmen gerekir bir yandan, çünkü güzellik olmadı mı binalar, insanın iyi hissedeceği yerler olmaktan çıkarlar. Güzellik çetrefilli bir kelimedir; üstünkörü geçilebilir. Gerçek güzellik ise göz ardı edilemez. Çünkü güzellik, yalnızca fiziksel boyuta değil ama bilime ve bilgiye de uygulayabileceğin bir olgudur.

Yelkenlinde denizi seyrederken mi öğrendin bunu?

Nasıl öğrendiğini bilemezsin. Yapı ustalarıyla dolu bir ailede, inşa etmenin sihirli bir şey olduğu fikriyle büyüdüm. Bu yüzden de içine atılmak istedim. Mimarların nasıl daha iyi bir dünya yapacaklarını anlamaya çalıştıkları 60’larda başladım mimarlık okuluna gitmeye. Aklında birtakım fikirlerle büyüyorsun ve bir şeyler inşa etmeye başlıyorsun. Doğru yerde ve doğru zamanda, toplumdaki değişime ayna tutacak yapılar ortaya çıkarmaktır mimarlık.

“Yapıyı ortaya çıkarmanın felsefesi artık değişti”

Akademi Müzesi

Mimarlık anlayışın değişti mi?

Değiştiğini sanmıyorum. Hala aynı coşkuya sahibim, biraz da deliyim. Sabahları ofise gelip var oluyorum. O gün ne olacağını tam olarak kestiremiyorum ama dans başlıyor ve hep böyle devam ediyor. Kamu alanları yapmaya devam ediyoruz. Moskova’da bir galeri, Los Angeles’ta Akademi Ödülleri için bir bina, Uganda’da bir hastane yapıyorum, yani pek bir değişiklik yok. Farklılık, değişen önceliklerde. Kırk sene önce kimse dünyanın kırılganlığını kafasına takmıyordu. Bugün ise enerji kullanımını ve iklim değişikliğini önemsiyor, sürdürülebilir, kaliteli binalar inşa etme sorumluluğumuzu yerine getiriyoruz. Yunanistan’da üç tane hastane üzerine çalışıyoruz. Hastaneler sivil yaşamın çok önemli elementleri. Güneş enerjisini yakalayabilecek biçimde tasarlandılar. Uganda’da ise sıfır emisyona sahip bir hastaneyi tamamlamak üzereyiz. Ülke güneş enerjisinden yararlanabilmek için büyük çaba sarf ediyor. Yapıları ortaya çıkarmanın felsefesi bugün artık değişti.

“Sevgiden mahrum hiçbir şey binlerce yıl dayanamaz”

Cenova’daki yeni köprü

Cenova’daki yeni köprüyü yapmaya nasıl karar verdin?

Tamamıyla duygusal bir karardı.

Daha önce hiç köprü yaptın mı?

Japonya’da Amakusa adalarını birbirine bağlayan, neredeyse bir kilometre uzunluğundaki Ushibuka Köprüsü’nü yaptım. Chicago’da ise bir başka köprü. Cenova’daki köprünün çöktüğü haberini aldığımda İsviçre’deydim. Berbat bir duyguydu. 43 ölü. Köprüler yıkıldığı esnada yalnızca bir kez çökmez, üç kere çökerler. Ortada kurbanlar var, onların yakınları. Köprüler asla ama asla çökmemelidir. İlk reaksiyonum, “Aman tanrım, korkunç, korkunç” oldu. Ardından hem belediye başkanı hem de vilayet başkanı beni aradı ve ne yapabileceğini düşünmemi istediler. Böyle başladı.

Yapım süreci hızlı mıydı?

Hem de nasıl. Sürecin çok hızlı işlemesi gerektiğini bildiğimden, doğruca Cenova’daki gemi yapım şirketine gittim. Yeni köprüyü çelikten yapmak aklıma yatmıştı. Suda yüzen ve yükselen oldukça büyük parçalar yapılabilirdi çelikle. Köprüde prefabrik çelik ve beton ayaklar kullandık.

Köprün sağlam mı?

Kesinlikle.

Kaç sene dayanır?

Bir köprünün binlerce sene ayakta kalması lazımdır. Lakin sevgiden mahrum hiçbir şey o kadar dayanamaz. Bakım sevgisi diye adlandırıyorum bunu. O şeyi sevmen gerekiyor. Japonya’da binlerce sene dayanan yapılar var çünkü devamlı bakım yapıyorlar, çünkü onları seviyorlar. Sevgi sözcüğü romantik gelebilir ama kullanma nedenim yapıların ilgiye muhtaç olduğunu vurgulamak. Taştan bile olsa hiçbir yapı, ilgisiz binlerce yıl dayanamaz.

“Yeni sınır çizgileri şehri şehir olmaktan çıkarıyor”

Bazı mimarlar yüksek binalara oldukça karşılar, lakin senin The Shard gibi birkaç gökdelen eserin oldu.

Bence yüksek binaların hiçbir iyi ya da kötü tarafı bulunmuyor. İyiyse iyidir, kötüyse kötüdür. Şehirde bazen yükseğe çıkman makul olabilir çünkü öbür türlü yoğunluğu kaybedersin.

New York’ta kesinlikle makul olur, ama ya başka yerlerde?

Aynı boyuttaki aktiviteyi yataya aktarmak istersen o kadar çok alan kaplar ki yeni sınır çizgileri çekmek durumunda kalırsın. Basitçe, bir şehir yataya doğru yani genleşerek büyüyemez, içe doğru büyümesi gerekir. Yeni sınır çizgileri şehri şehir olmaktan çıkarır, bir ülkeye de dönüştürmez henüz. Her şeyin imkansız hale geldiği bir felakete götürür. Tehlikelidir sınır çizgileri, bazen de sıkıcıdır. Bir şehir, halihazırda içinde bulundurduklarıyla çalışılarak büyümelidir. Uzun zaman önce yeşil kemer gibi oldukça basit bir fikir üstüne kurulan Londra özellikle. O yeşil kemer sana limitini sunuyor, kemerin ardındaki kırsalın öyle kalmaya devam etmesi gerektiğini. Şehirlerin kara delikleri vardır, Londra gibi bir şehrinse oldukça düşük yoğunluğu. Başkalaşıma uğratarak içeri doğru büyütebilirsin yani.

“Takım çalışmasının getireceği sürprizlerden ve etrafımda genç insanların olmasından hoşlanırım”

Sabahları ofise geldiğinde ne yapacağından bihaber güne başladığını söyledin. Ne yapmaktan zevk alırsın?

Çalışmayı bırakmam asla. Cebimde hala kalemimi taşır, takım çalışmasının getireceği sürprizlerden ve etrafımda genç insanların olmasından hoşlanırım. Ofis sadece benim değil, 160 tane insanın da aynı zamanda. Paris’te, New York’ta, Cenova’da, proje yaptığımız yerlerde ve sürekli hareket halinde insanlarımız var. İlginç insanlardan yanayımdır her zaman. Dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerden bizimle kalmaya gelen genç insanların da yer aldığı bir vakfımız var. İtalyancada ilginç bir kelime vardır: bottega. Rönesans ideali taşıyan bir atölyeyi, yaparak öğrenmeyi temsil eder. Vakfın merkezi Cenova’da, suyun ve denizin üstünde.

“Mimarlık özünde politikadır”

Politikayla aran nasıl? Kamu binalarının inşası için yerel siyasetçilerle iletişime geçmen gerektiğini düşünürsek?

Mimarlık, kelimenin özünde politikaya dair olandır. Otuz, kırk yıl önce mesele tarihi şehir merkezlerini koruyabilmekti. Bugün artık korunuyorlar, hatta bazen aşırı derecede. Şimdi mesele sınır çizgilerini koruyabilmekte yatıyor.

Notre Dame yanarken ya da İkiz Kuleler yıkılırken ne düşündün?

Savaşı ve yıkımı izlemek bana dokunan, korkunç bir duygu. 11 Eylül’de şans eseri, ailemle birlikte New York’taydım. Madison Bulvarı’nda yürüyordum o sabah, çıkan dumanı seyrediyor, kulelerin düşüşünü görüyordum. Notre Dame yanarken de aynı şekilde, alevleri izlerken, yine oradaydım. Fiziksel olarak bu manzaralara maruz kaldığında dilsiz kesiliyorsun, söndürmeye çalışmıyor, hiçbir şey yapmıyorsun. Aciz, biçare hissediyorsun. Ancak hemen sonrasında reaksiyona geçiyorsun.

Peki ya kendi eserlerin? Hepsini umursuyor musun yoksa bazılarından pişmanlık duyuyor musun?

Bütün çocuklarını seversin. En küçüğünü daha çok sevdiğini söylemezsin ama onu daha çok umursarsın. Çünkü daha çok ilgiye muhtaçtırlar. Tabii ki Beaubourg’ü seviyorum çünkü burada (Paris ç.n.) ne zaman dışarı çıksam onu görüyorum. New York’tayken ise Whitney Müzesi’ni seviyorum. Binaları oldukları haliyle seversin, birini diğerinden daha çok seviyorum diyemem.

Henüz yapmadığın binaları da seviyorsundur büyük ihtimalle?

Kişiyi hayatta tutan şey bu. Dürüst olmak gerekirse insanı hayatta tutan şey yaptıkları değil, henüz yapmadıklarında saklı.

Dünyanın her yanında eserlerin yer aldığı için kendini şanslı sayıyor musun?

Evet ama beni mutlu yapan şey bu değil. Parçaları bir araya getirmek bir zevk. Bir projeyi hayata geçirmenin verdiği zevkle, küçük bir çocukken babamın şantiyesine gidip inşaatı izlemenin verdiği zevk aynı. İnsanların etrafında dolaştığını, ertesi gün tuğlaların dizildiğini ve ortaya bir duvarın çıktığını gördüğün en mütevazı bir şantiye bile, o sürecin sihrine tanık olmana yetiyor.

Daha fazla yazı yok
2024-12-03 16:57:04