A password will be e-mailed to you.

 

Vahit Tuna’nın Galerist, Mars, REM ve Alt Bomonti’de, dört mekanda açılan sergileri tek bir başlığa sahip: Pşisel Sergi. Sergi, gerçekten takdir edilesi. Çünkü ele geçirilemez olana işaret ediyor. Sanatçı her ne kadar kendi kişiselinden, çocukluk anılarından hareket etse de onları görünür kılmıyor, kılmadığı gibi izleyicinin kendi kişisel ve toplumsal anılarıyla birlikte çoğalmasını sağlıyor. Öte yandan Tuna’nın bir diğer katkısı, bu 4 sergisinde, tam da onu tanıdığım 90’lı yılların ortalarındaki ruhu diriltme çabası. Eğretilemeli, kavramsal dilinden taviz vermeyişi, pazarın her şeyi en şahsi anılarımızı dahi görünür ve satılır kılan anlayışına pabuç bırakmayarak nice çağrışımlara izin veren, dil ve söylem arasında gerginlik yaratan bir seri imge, ses ve nesne üretebilmesinde.

Ayşegül Sönmez: Seni öncelikle dört mekana doğru birden bizi adımlattığın için tebrik ediyorum. Burada devreye pek çok şey giriyor. En ilginci bütünlük iddiası. Sergide bu bütünlük iddiası olmasa da izleyicide oluyor. 

Vahit Tuna: İnsanların neler yapıyorsun sorusuna sergi hazırlıyorum dediğim vakit, ilk sorulan; nerede? sorusuydu. Aslında sergi tam da bu noktada başladı diye düşünüyorum, istisnasız olarak sorulan bu ilk soruyu açıklama çabam, aslında sanırım tam da serginin istediği bir şeydi. ‪Çünkü, kişisel sergiler tek bir mekana, galeriye işaret eder.

Bir kelime oyunu gibi görünen sergi ismi burada devreye giriyor, Pşisel Sergi. ‪Psişede tam o an ve geçmiş olması. Ve bunların birbirleriyle ilişkisi, sergideki yapıtların hem tek başlarına hem de daha sonra diğer yapıtlarla birlikte hatırlanmalarıyla devreye giriyor.

Vahit Tuna

Bu anlamda Psişel’in bir anlamı da bütünlüklü sergi fikrini kırması… Bütün mekanlara aynı işleri koysan dahi yine hepsi ayrı işler olacaktı çünkü biz bu yolculuk sırasında adımlamalar, inşaat sesleri, kumlar, çamurlar belki atlattığımız küçük bir kazayla bu kurguyu zaten her seferinde değiştiriyor olacaktık.

 Elbette, hatta hiç iş koymasaydım bile. Ancak bu sadece sergileme durumunun psişesiydi. Yapıtlarla karşılaştığımız zaman, burada artık öznel ve nesnel durumlarımız ortaya çıkmaya başlıyor. ‪Bana ait hatıraların, bilinçaltımın kolektif olanla konuşmaya başladığı an.

 

Önce seni bir yönetmen gibi düşündüm: Emre’ye( Zeytinoğlu) de söyledim: yani çektiğin ya da çekeceğin filme ait notlarını paylaşmışsın gibi bu da yine bir bütün beklentisinin parçalanması ürün/ film/ netice ve ona ilişkin beklentinin dağılması saçılması ve tekrar toparlanması. Bu sonra şuna evrildi: hepsini tek bir şiir gibi düşündüm.  Yönetmenden şaire evrildin hepsi bittiğinde… Kendi içindeki tekrarlar, ölçeklerin değişmesi, minik ses ve fiziksel depremleriyle… (Görmeyenler için detay vermek istemiyorum)

‪Poetic demen hoşuma gitti çünkü kayıpların hikayelerinin anons edildiği Galerist ve Alt’daki sesler tam da bunun için üretildi. ‪Basına yansımış kayıp hikayelerinden ‪kaybolmuş ama bulunmuş insanlar ‪tamamen kayıp olanlardan değil. Bazıları 3 saat, bazıları 45 gün kayıp ve bir şekilde bulunuyorlar. ‪Ben bu hikayeleri toplayıp daha sonra sözcük veya cümleler şeklinde kesip biçtim. Fişler oluşturdum. Bu fişleri bir torbaya attım. Bir kerede tek tek çekerek alt alta yazdım ‪ve buna şiir dedim ‪orada şöyle bir şey oluştu. Mesela 1 km. Midilli’ye doğru sürüklendi cümlesi ‪bir anda bize göçmenleri hatırlattı. Aslında o, ‪tatilde 5 yaşında bir çocuğun deniz simidiyle sürüklenmesiydi. Burada şu ortaya çıktı; Midilli’ye sürüklenenler ‪aynı benim çocukluğumda sürüklenip kurtarılmam gibi. Hem bana hem de herkese ait bilinçaltımız.

Bellek Masası, 2011-2017.

Bu esnada Emre Zeytinoğlu’nun harikulade sergi yazısı devreye girmeli: “Kişisel olanın ne kadar karmaşık olabildiği ama bizim bu karmaşıklıktan ne kadar habersiz yaşadığımızı ve bunu da bilinç sandığımızı…

Emre, çok can alıcı bir cümle kurdu yazısında. Çocukluğun o zamanlara dönmeyle değil büyüklük zamanına sızmasıyla yaşanacağını yazdı. ‪Bu sergiyi düşünmeye başladığım 2 yıldır, bu sızma oldukça fazlaydı.

 

Tabii ki her zaman ses var işlerinde. Ses üretiyorsunama hiç bu kadar sesin çıktığı ve geçtiği nesneler seyirlik olmamıştı. ‪Bu kablolar, hoparlörler bazen cam arkasındalar bazen ezilmişler. ‪Sesin çıktığı ve arasında dolaştığı nesnelerin görselleşmesini, senin de kişiselinin görselleşememesi, gösteri olmadan yine sana kalması gibi okuyorum.

‪Sergide aktarımlar, mesafeler, kayıplar, zaman farklılıkları, yeniden düşünme ve anlamlandırmalar hemen hemen bütün yapıtlar üzerinde tabii mekanların mesafesi ve aralarındaki mesafeden oluşan zaman da yapıt olarak karşımıza çıkıyor. 

 

Ama sesle yetinmeyip kabloları da seyirlik hale getirmen. Nesneleştirmen?

Çocukluğumda beni hayrete düşüren şeylerden birisiydi bu durum. Akçay’da sahilde oturduğumu hatırlarım. Oturduğum yer merkeze 2-3 km uzaklıktaydı. Belediyenin zabıta ofisinden anonslar başlardı. Genellikle kaybolmuş çocuklar için ya da ölmüş insanların cenazelerinin nerede kalkacağına ilişkin. Hala devam etmekte ama bu sesler bana şu şekilde gelirdi; 2-3 km uzaklıktaki merkezden yapılan anonsu önce oturduğum yere yakın bir hoparlörden daha sonra yapıldığı yerden yani Akçay merkezinden duyardım. Ses havadan ve denizin üzerinden geldiği için gecikirdi. Ve bu durum çok büyüleyiciydi. Ya da ezan başladığı zaman camilerin farklı zamanlarda çıkardıkları seslerin bir süre sonra müthiş bir ekoya ve harmoniye dönüşmesi. ‪Bu durumlarla karşılaştığımda aslında zamanın olmadığını düşünürdüm.

Bluetooth çağında, analog olanla hala devre kurma fikri, aslında Gezi olayları sırasında çokca konuşulan, eğer internet kesilirse nasıl iletişim kurulacağı sorusunu hatırlatıyor. En ilkel olabilecek iletim araçlarına geri dönmek. Çünkü teknoloji ne kadar ilerlerse, insanın devletler tarafından kontrolü bir o kadar artıyor. Teknolojiye teslimiyet aslında kontrole teslimiyetle eş değer. Bütün bu kısa uzun devreler, içe kapalılık, kapalı devreler bir çeşit sistem eleştirisi olabilir.

Dalgalanıyorduk, 2015, Üç çerçeveli ses yerleştirmesi

Hem o zamansızlık hem de kamusal ile özel olanın çakışması, birbirinin içine girip çıkması mı demeli?

Belki de ancak bugün hepimizin bir taraftan kaybolduğu bir dönem gibi geliyor bana…

 

Çok haklısın. Bellek masası var Galerist’de.  Hemen bunun üstüne gelebilir. Bellek Masa’nda neler yok ki. İki Edremit var. Eski işlerin var. Ve Cengiz Çekil‘e bir göndermen var ki şu sıralar Leyla Gediz’in de  sergisinde de ona bir homage var.

Bugün de Öldüm’ü sevgili Cengiz Çekil’in ölümünün ardından yaptım. Yaklaşık 1.5 sene öncesi sanırım. Geçirdiğimiz süreçte aslında her gün ölüyoruz ancak yine bir şekilde devam ediyoruz. Bugün de Yaşıyorum’a gizli bir selamdı. Cengiz hocaya… ‪Cengiz hocanın işi kendisinin maruz kaldığı şiddetin ve süreciyle  çok ilişkili. ‪Çok insani bir söz bu. ‪Hem çok kırılgan hem de çok net bir söz.‪ Bellek Masası’nda ünlü ressam öldü’deki gibi ‪tuvale saplanmış bir toplu iğne ‪tüm bu kırılganlıklarımız üzerine.

Senin de sadık bir kavram sanat mirasçısı olduğun bir damar var hala var bu en çok Mars’ta belirgin sıvılar / birbirine bağlı akım ileticileri… Her şey hikaye değil öte yandan bu sergi o yüzden de ilginç. Bunlar, bizim 90’ların ortalarında hep birlikte ilgilendiğimiz ve şimdilerde unuttuğumuz kavramsal sanatçıların izleri etkileri . Yanılıyor muyum?

Biçim olarak, bu sergideki yapıtlar öyle görülebilir. Her nesnenin kendi kavramının ötesinde taşıdığı yeni anlamlar, ve kolektif olana işaret ettikleri ile kavramsal sanattan ayrılıp daha güncel ya da bu an’a kaydığını söyleyebilirim. Bir taraftan yapıtlarda diyalektik bir yöntem de var. Beğeni sanatı dediğim son dönem hemen hemen çoğu işlerde izlenebilen durumdan ayrıksı durmasıyla, özellikle Mars’taki işler için dediğin doğru olabilir. Biçemi dışlayan bir duruş diyebiliriz.

REM’deki ‘kurumsal yerleştirme’.

Kurum ve gerçekten soba kurumlarıkullanman kurum’a böyle kurumsal bir yaklayış şaka değil derin bir sarcasm ironi bile değil.

Belki de ilk defa bu sergide nesnelerle olan ilişkimi değiştirdim, onların üzerine biraz daha yöneldim, çünkü sanırım maruz kaldığımız süreç bunu bana yaptırdı. Sergide yapıtların belki minimal duruşları var, ancak geneline yayılan bir bugünün teknolojisini ve ”beğeni”sini dışlayan analog bir durum var. Bu analogla olan ilişki kimi zaman oldukça Gotik bir etkiye de sahip oldu. ‪O kurumların Tophane’den toplanması benim için çok önemliydi. T‪ophane’nin kahvehanesi ya da hamamından ‪esnafından… ‪Hafriyat’ta ilk defa gösterdiğim Sunshine işinde ‪kumun üzerinde ben politikalara anonslara maruz kalırken ‪oradaki küçüklüğümü, Bomonti’de izleyiciye yaşatmak istedim ‪ve oradaki hoparlörler karşısında 2008’den bu yana artık hepimizi işaret eden bir yayın var ‪hepimizin kaybettikleri.

Son olarak mezar taşını konuşalım. Sait Faik’in Sarnıç öyküsünden bir alıntı var bu taşta. 

‪Sait Faik, bu sergi oluşurken o mermer gibi ‪içime düştü bir anda. Sarnıç öyküsündeki zaman, özellikle de öyküde hissedilen ses, ç‪ocukken okuduğum öykünün bu yaşta tekrar okunmasıyla oluşan birleşme. ‪O taşı, Edremit’deki bir mezar taşçısı kazıdı. ‪Aslında ilk olarak Çanakkale Bienali’nde gösterilecekti ‪iptal olmasaydı. Çok büyük bir başka mermer yerleştirmeyle birlikte…

 

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-12-03 18:12:50