“…hiç kimse onun adını bilmiyor. Anımsanmayan, hesaba katılmayan biri kaybolmuş sayılamaz; çünkü kimse onu aramıyordur.”
Hafıza, sevdiğimiz ve hatırlamak istediğimiz şeyleri depoladığımız kara kutumuz mu yoksa tam tersi, görmezden gelip, asla hatırlamamak adına tamamen sildiklerimizden arda kalanların sığınma alanı mı? Ne kadar seçici? Sadece hatırlamayı seçtiklerimizi mi hatırlıyoruz? Ve nihayetinde unutmadığımız şeylerin toplamından mı ibaretiz?
Yunan sinemacı Christos Nikou’nun ilk uzun metraj çalışması olan “Mila / Apples / Elmalar” (2020) filmi aniden ortaya çıkan gizemli bir amnezi salgının dünyayı esir almasını ve hafızalarını kaybeden insanlara yeni bir kimlik kazandıran bir programa katılan Aris (Aris Servetalis) isimli bir adamın hikâyesini anlatıyor.
“…Çünkü kimse onu aramıyordur.”
Geçmişini hatırlamayan ve herhangi bir yakınına ulaşılamayan hastalara yeni birer kimlik kazandırma amaçlı program kapsamında tedavi görmeye başlayan Aris, tam da o anda yazar Toni Morrison’un “Sevilen” romanındaki şu satırları hatırlatıyor;
“…hiç kimse onun adını bilmiyor. Anımsanmayan, hesaba katılmayan biri kaybolmuş sayılamaz; çünkü kimse onu aramıyordur.”
Tür olarak Yeni Yunan Tuhaf Dalgası örneği diyebileceğimiz Elmalar’ı, Covid-19 virüs pandemisini yaşamamış olsaydık bir distopya olarak ele almak doğru bir niteleme olabilirdi, ancak üç buçuk yıl önceki bu deneyimimiz, filmin kendi realitesine mesafe koymadan dahil olabilmemize “olanak sağlıyor”. Üstelik bu öyle bir olanaklılık hali ki, dünyayı esir alan hafıza yitimi toplumda bir panik duygusuna sebebiyet vermiyor; karakterler, mekânlar, dekorlar, filmin color tercihi, diyaloglar olabildiğince düz, soluk, sakin ve “normal”. Buna rağmen yönetmen rejisini buna tezat oluşturacak şekilde kurarak, çoğu kafa boşluğu bırakılmış geniş ve profil alınmış kadrajlarıyla seyirciyle ana karakterini mesafelendirmeyi tercih ediyor. Nikou, bu mesafelendirmeyi yabancılaştırmadan ziyade, kişisel yas öyküsü olarak sunuyor.
Yeniden Kimlik Edinme Programı
Psikolojide hafıza (bellek), bir organizmanın bilgiyi depolama, saklama ve sonrasında ise geri çağırma yeteneği olarak tanımlanmış. Hafızayla ilgili ilk çalışmalar ise felsefe alanında yapılmış olup, ilk felsefi düşünceler ve hafızanın rolü antik felsefede ele alınmış. Sokrates, matematiği hiç bilmeyen ve yalnızca kare kavramını anlayan bir çocuğa karenin alanını iki katına çıkarma problemini çözdürmüştür. Bu örnekle anlatılmak istenen, bizim tüm bilgilere önceden haiz olduğumuz ama bunu bir şekilde unuttuğumuzdur. Hafıza, gerektiğinde tekrar erişebileceğimiz ve geri getirebileceğimiz, bir olay veya kişinin görüntüleriyle ilişkilidir. Hafıza önerme mantığıyla hareket etmez ve bir eylem olarak gelir. Aristoteles’in önemli kavramlarından biri olan hexis, “sahip olmak” anlamına gelir. Ona göre hafıza ne fiili bir duyumsal algı ne de bir yargıdır; aksine, önceki bir bilgiye, yargıya ya da duyumsal algıya karşılık gelen görüntüleri korumamıza ve saklamamıza izin veren bir durum ya da hexis olan kazınmış izdir. Mesela, bir kişi çalışarak konuşma yetisini ya da hexis’ini kazanabilir ve o kişi o anda onu kullanmıyor olsa bile, bu yeteneğinin bir kenarda tutabilir ve gerekli olduğunda kullanabilir. [1]
Tıpkı Aris’in bisiklete binmesi ya da yüzmesi gibi devlet yetkilileri, nöroloji hastanelerinde “Yeniden kimlik edinme programı” adı altında hafızasını yitirmiş olanlardan gerçekleştirdikleri eylemleri “selfie” polaroid fotoğraflarla belgeledikleri bir albüm hazırlamalarını istemektedir. İçinde yaşadığımız görsel dünyaya, her anımızı paylaştığımız ve fotoğraflarımızla “var olduğumuz” sosyal medyaya atıfta bulunan bir durum bu. Film, bu polaroid fotoğraflara denk düşen 4:3 aspect ratio ile çekilmiş.
Ancak Aris hafızasını yitirmiş değil, hafızasını yitirmiş birini taklit eden biridir. Karakterin bu davranışının temelini bize açıklamamayı tercih eden yönetmen, filmin dikkat çekici açılış sahnesinde açık bir kapı bırakır ve sekansın akabinde gelen otobüs yolculuğuyla bunu tamamlar; iç karartıcı, dağınık bir evde olan Aris kafasını bilinçli bir şekilde kapı kirişine vurur. Yatak odasındaki ilk sahnede karşısına oturduğu yatağına üzgün bir şekilde bakarken, arkasında bulunan aynaya sırtının aksi ve hemen yanında gardırobun kapağında asılı duran bir kadın kıyafeti yansımaktadır. Karısının/sevgilisinin ölmüş olduğu izlenimini veren bu plan, bir sonraki sahnede çiçekçiden çiçek alma mizanseni ile devam edince ve fakat gittiği yeri de göstermeyince bizi bir tahminde bulunmaya iter; kuvvetle muhtemel mezarlık ziyareti yapacağına dair bir fikre kapılmamıza neden olur. Bindiği otobüs de indikten sonra bindiği ambulansın geçtiği tünel de bir nevi ana rahmine göndermedir ve o yolculuk sonrasında “hafızasını kaybeden” Aris’in “yeniden doğmasının” temsilidir.
Bu öyle ahım şahım, küllerinden yeniden doğulan bir hayat inşası değildir. Aksine Aris, mimiksiz, ruhsuz, heyecansızdır. Oysa “Yeni Kimlik” programı dahilinde tanıştığı Anna (Sofia Georgovassili) geçmişini hatırlamaya hevesli ve programın kendilerine verdiği ödevleri yerine getirmeye gayret gösteren başarılı bir öğrencidir.
Geçmişini bilmediğimiz Aris, taklit bir yaşama dahil ettiği aklı ve bedeniyle bir takım sorgulamalara, varlığını anlamlandırmaya ya da anlamaya kendini bırakır gözükmektedir; bu anlamda filmi varoluşçuluk üzerinden okumak da mümkün. Elmayla olan ilişkisi de buna dahil. Elma, bilinen ve kullanıldığı her masalda/öyküde değişim öncesinin metafor ögesi olarak yer almıştır. Bazen ödüldür bazen de ceza. İlk günahın meyvesidir. Ve masalların sonunda biri anlatana, biri dinleyene diğeri de masalın gerçek sahibine olmak üzere gökten üç elma düşer. “Çalışan kazanır, elması kızarır” diye öğretilen çalışma azmidir elma; “Elma dersem çık, armut dersem çıkma” sözündeki çıkma eylemiyle gerçekleşen var olma halidir.
Sinema Tarihinde ‘Hafıza’ Konulu Bazı Filmler
Sinema tarihinde de hafıza konusunu işleyen pek çok örnek film mevcut. Bellek yitimine dair ilk olarak akıllara çoğunlukla “Memento” (2000) filmi gelir. Christopher Nolan, filminde anterograd amneziyi işlemektedir.
Michel Gondry’nin sinemaseverlerin gönlünde büyük yer edinen “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” (2004) adlı filminde ise eski sevgilisine dair anılarını sildirmek isteyen bir adamın hikâyesi işlenir; aşk ve hafıza teması birlikte irdelenir.
Bilim-kurgu türünde olan “Strange Days”te (1995) Kathryn Bigelow kayıt altına alınmış hatıralar ve duygular ile ilgili veriler konusuyla ilgilenmekte olan eski bir polisin hayatını anlatır bize.
“Kynodontas/Dogtooth”ta Yorgos Lanthimos’a ve “Before Midnight”ta Richard Linklater’a yönetmen yardımcılığı da yapmış olan Christos Nikou’nun ilk yönetmenlik denemesi “Mila / Apples”, oyunculuk performansı, alt metinleri, kostüm (kısa gelen kot pantolona dikkat çekmek isterim) -dekor- ışık –renk – ölçek ve kadrajları ile ilk planlarından itibaren reji dilini kurduğunu ve hikâyesini nasıl anlatacağını bildiğini gösteren iyi bir ilk film. Hafıza konusunu işleyen bir film olarak tek handikapı, seyircinin hafızasında tüm ayrıntılarıyla kalabilecek kadar güçlü bir yapım olmayışı.
Sistemin “Nasıl Yaşayacağını Öğrenmek” programıyla aynı anılara sahip tek tip birey oluşturma girişimini, ne kadar acı olsa da kaybını kabullenip, yüzleşerek bertaraf eden ve varoluşunu anlamlandıran bir adamın hikâyesini, elma metaforu üzerinden gayet sade bir anlatımla veren ve Yunan Tuhaf Dalgası’nın en etkileyici örneklerinden biri olan “Apples” filmini izlemenizi tavsiye ederim.
[1] https://www.sabahulkesi.com/2019/08/09/ilk-cagda-hafiza/