…Vücudunu kullanış biçiminin epik sahne duruşunun tamamlayıcısı olduğu aşikar. PJ’in performansına gelecek olursak; gerçekten tüm salonu kapsayan açık sesiyle sanki tam da olması gerektiği gibi her daim müziğin 1-2 adım önünde…
…Vücudunu kullanış biçiminin epik sahne duruşunun tamamlayıcısı olduğu aşikar. PJ’in performansına gelecek olursak; gerçekten tüm salonu kapsayan açık sesiyle sanki tam da olması gerektiği gibi her daim müziğin 1-2 adım önünde…
Rüzgarlı bir günün penceresini Shostakovic, Second Waltz ile açtım. Rüzgarın devamında gelecek sağanak yağmura yakalanmanın tedirginliği ve bir yandan da heyecanıyla akşamki konser için Beyoğlu’nda beklemeye koyuldum. Hava ha yağdı ha yağacak derken yaklaşan konser saatiyle birlikte Zorlu PSM’nin yolunu tuttum. Uzun süredir konsere gitmiyorum. Hatta en son kimi dinlemeye gittiğimi bile hatırlamıyorum, yani bu denli büyük ölçekte. Büyük, koyu mavi cam fanus içeride ne olacağının büyüsünü gizler gibi flu, insanlar da gece için oldukça heyecanlı. Mavi flunun ardında Polly Jean var çünkü.
Dışarıda yani aslında içeride, Tolga Akdoğan’a rastladım; Eric Clapton’a bu aralar ne denli büyük heyecan duyduğundan bahsederken içeride bulduk kendimizi. İçeride karanlığın eşliğinde, hafif sessiz bir beklentide olan insanlar minik minik sabırsızlanmaya başlarken karaltılı sahneye 9 kişilik, tümüyle siyah elbiseli orkestrasıyla PJ, bu gecenin farklı bir gece olacağının sinyalini verir gibi nefesli grubuyla birlikte, alto saksafonun ardında beliriyor; bu ekibe ve birlikteliğe güveni oldukça yüksek. Yeni albümden Chain of Keys ile introlanan ortamı, Ministry of Defence’in yanık-bariton gitar introsu ile ısıtıyorlar, beklentimizi yükseltircesine. Hayır, PJ gitar çalmıyor. Çünkü tam da bu sırada gitarların ardında Alain Johannes, Mick Harvey, James Johnston ve John Parish var. Ekip kalabalık ve tamamen kontrollü, prodüksiyon gereği sürprizlere çok mahal verilmiyor. Karşıdan bakıldığında bir rönesans mimarisini andıran dizilişleri, teatral atmosferiyle bir an olsun bozulmuyor, değişmiyor. Bu onun biraz daha olgunluk dönemi gibi sanki… Konserin de nedeni olan The Hope Six Demolition Project (2016) albümünü konserden sonra genel hatlarıyla dinleme fırsatı buldum. Albüm ile tamamen paralel olarak, bu paralelliğin ardında ise minik detayların bir araya getirdiği büyük bir toplam vardı dün sahnede. Bildiğimiz yalınlığıyla, direkt olan PJ Harvey müziğinden uzaklaşılmamış fakat oldukça büyük bir orkestrasyon seçilmiş. Hatırladığım kadarıyla; 4-5 gitar, 1 bas gitar, 4-5 synthesizer-klavye, 2 davul ve birçok perküsyon, 1 bas klarinet, 1 bariton saksofon, 2 alto saksofon, 1 akordeon, 1 dobro, 1 cigar-box gitar… Ve tabi bir de grupta herkesin back vokal yapması sahnedeki müziğin kütleselliğini daha da büyütüyor.
Yeni albümün parçalarıyla biraz durulan ortamı Let England Shake ile birden sallıyorlar. Buradan sonrası hem PJ adına hem de grup adına oldukça ivmeli… Genelde sanatçının seyirciyle olan iletişimine çok takılmam, konser esnasında bunu öncelik olarak almadığımı söyleyebilirim. Dün ise PJ, belki de kareografi gereği seyirciyle biraz mesafeli idi, gereken neyse onu dillendirdi. Bu ciddiyetli koreografiye dans da eklenmiş. Yine grubun duruşuna paralel bir şekilde sergilediği simetrik hareketleriyle biraz olmasa da olurdu hissi vermedi değil. Fakat vücudunu kullanış biçiminin bu epik sahne duruşunun bir tamamlayıcısı olduğu aşikar. PJ’nin performansına gelecek olursak; gerçekten tüm salonu kapsayan açık sesiyle sanki tam da olması gerektiği gibi her daim müziğin 1-2 adım önünde. Let England Shake çizgisi bozulmadan Words That Maketh Murder ve The Glorious Land ile devam ediyoruz. Down by the Water geldiğinde beklentiler karşılanıyor gibi olsa da favorim 50ft Queenie’de kendini bulduğunu gördüğümüz PJ oldu. To Bring You My Love ise gecenin farzlarından biriydi sanki. Büyük alkışla arzulanan 2. bis gerçekleşmedi ve çıkışın yolunu tuttuk.
Dışarıda, geride bırakılan büyük mavi flu cam fanusun yerini Sigur Ros’un Heima belgeseli fonundaki merdivenler aldı. Bir iki konser kritiği, bir iki tanıdık insan diyaloğunun ardından Second Waltz ile açtığım rüzgarlı günün beklediğim yağmurunu nihayet Zorlu’nun çatısından duyar gibi oldum ve o anda bugünün tamama erdiğini hissettim. Eve dönerken büyük ölçüde ‘’Ama ne konserdi!’’ hissinde olmasam da hatırımda kalan epik ve simetrik gece, önlü arkalı metrobüs durağında bekleyen hafriyat araçlarıyla son buldu.