“Nedir başlangıç? Başlamak için ne yapmak gerekir? Bir faaliyet ya da bir an ya da bir mekân olarak başlangıcı özel kılan nedir? Öyle kafamızın estiği zaman başlayabilir miyiz? Başlangıç için nasıl bir tutum ya da ruh hali gerekir? Tarihsel açıdan bakıldığında, başlangıç için en elverişli denebilecek bir an, başlangıcın en önemli faaliyet olduğu bir birey var mıdır? Edebiyat eseri açısından başlangıç ne kadar önemlidir? Başlangıç hakkında bu tür sorular sormaya değer mi? Eğer öyleyse, bunları somut, anlaşılır ve bilgilendirici şekilde ele almak ya da cevaplamak mümkün müdür?” Edward Said, “Başlangıçlar – Niyet ve Yöntem” kitabının önsözünde başlangıç sorularını böyle sıralıyor. Bu soruların bir sınırlandırma işlemi gerçekleştirdiğini ifade ederek de önsözüne devam ediyor.
Bu röportajın başlangıç soruları ne olmalı peki? Başlangıcın özü onu başlatan temel itkidir aslında, bu röportajı başlatan itici güç ise Ozan Yoleri’nin filmi “Başlangıçlar” olacaktır. Yönetmenle yapılan bu röportaj temelde filme dair olduğu kadar filmin içindeki hayata da dair. Çünkü sinemanın gücüne baktığımız zaman sinema hayata dair bir söz söyleme kudretini kendisinde bulmalıdır. “Başlangıçlar” filmi de hayatın birçok meselesini tek bir potada eriten, en önemlisi de “başlangıç” ve “bitiş” gibi iki kavram üzerine düşündürten bir hikâyeyi izleyiciye sunmasıyla öne çıkmaktadır. Şimdi gelelim röportajın başlangıç sorularına.
ANIL YAĞCI: Kanımca başlangıç hakkında düşünmek bir nevi başlangıcı yazmaktır. Başlangıçla bitişin aynı potada olduğunu düşünürsek; her başlangıcın bitişi olduğu gibi her bitişin de bir başlangıcı vardır. Bir şey bitmeden başlangıç olmaz. Benim başlangıç sorum ise filmin adına dair olacak. Filmin adının “Başlangıçlar” olma hikâyesi nedir? Filme başka bir alternatif isim düşündünüz mü? Mesela filmin adı “Bitişler” olsaydı “Başlangıçlar” isminden daha anlamlı olmaz mıydı? Filmdeki hikâyeye baktığımız zaman Defne’nin bazı şeyleri bitirememe ve yeniden başlayamama durumu var, en nihayetinde Defne sonunda karar verip bitişini yapıyor.
OZAN YOLERİ: Paralel bir evrende belki de filmin ismi “Bitişler” olurdu, bilemiyorum 🙂 Başlangıçları tercih etmemizdeki sebep filmin Defne için bir dizi başlangıçtan oluşmasıydı. Senaryo aşamasından itibaren parçalı ve birbirinden kopuklukları olan birkaç bölüm halinde tasarladık. Özünde sizin yorumunuza benzer bir damardan ilerledik, ama spektrumun farklı uçlarında kalmışız. Filmde birçok şey bitmediği halde sürekli bir yeniden başlama durumu var. Buna atıfla “Başlangıçlar” adını verdik.
A.Y.: Filmin sakin ve duru bir yapısı var, bu sakinlik ve duruluk filmin felsefi bir yönünün olmasına engel değil. Felsefe deyince herkes karışık düşünceleri yahut çözümlenmesi güç sorgulamaları düşünür. Ancak bu durum öyle değil. “Başlangıçlar” filminizin ismi felsefi açıdan şunu mu temsil etmekte: “Her yeni başlangıcın hayatın bir noktasında yeni bir başlangıç daha doğuracağı?” Filmin adındaki çoğul ek yoksa buradan mı geliyor? Yahut çoğul ekin başka bir sebebi var mı?
O.Y.: Çoğul ekinin sebebi bir önceki soruda da kısaca değindiğim meseleye dayanıyor. Yirmili yaşların da biraz bu şekilde geçtiğini düşünüyorum. Yeni bir iş, yeni bir hobi, yeni bir ilişki, yeni bir şehir vs. şeklinde çeşitli tercihlerden sonra bunlardan istemli ya da istemsizce kalıcı olanları sizin yetişkin hayatınızı şekillendirmiş oluyor. Sonrasında sizin de değindiğiniz gibi kalıcılaşmış bazı durumların doğurduğu yeni kararlar alınarak yeni şeylere başlanıyor. Böyle bir döngüsellik bizi başlangıç yerine “Başlangıçlar”a itti.
Bir de çoğul ekinin sağladığı bir aleladelik var. Birçok şey başladığı noktada çok anlamlı, çok önemli görünüp zaman içinde bu önemini yitiriyor, yerini başka şeylere bırakıyor. Tekil başlangıçları aleladeliğe dökmek açısından da filmde bir duyguyu karşıladığını düşünüyorum.
A.Y.: Film özellikle Y kuşağının tanıdık olduğu bir hikâyeyi anlatıyor. Bu tam olarak olduğun yere ait olamama durumunu temsil eder. O arada kalmışlık hiçbir şeye yetemeyip yetişememek, kimseyi tatmin edememek… Siz filmin hem yönetmenisiniz hem de senaristlerinden birisiniz. Filmin senaryosunu irdelediğimiz de bu konu seyirciye pek de yeni bir şey söyleyemiyor. Ancak şu noktada ne düşünürsünüz, bir anlatıda bu film yahut kitap da olabilir “ne” anlattığın mı yoksa “nasıl” anlattığın mı önemlidir?
O.Y.: İkisinin de önemli olduğunu düşünüyorum, ama özgünlüğü sağlayan şey biraz daha “nasıl” sorusuyla alakalı gibi geliyor. Bu sorunun cevabı hangi sanat dalında olduğundan bağımsız olarak eseri yaratan kişinin deneyimiyle bağlantılı. Eser sahibinin deneyimi, duruma bakış açısı ve karakteri hikâyeyi nasıl anlatacağı konusunu doğrudan şekillendiren unsurlar. Bu bağlamda yirmili yaşlar bunalımı Y ve Z kuşağında iyice gün yüzüne çıkmış, farklı şekillerde işlenen bir konu, ama sinemamızda bunun örneklerini yeni yeni görmeye başlıyoruz.
A.Y.: Filmle ilgili benim dikkatimi çeken şey, filmin; Defne’nin kaybını, o yas sürecini seyirciden sakınması, o kaybın yaşandığının öncesine ve sonrasına odaklanmasıdır. Filmdeki süreçte gidenden ziyade geride kalana odaklanılmasıyla filmin adının “Başlangıçlar” olması arasında bir alaka kurabilir miyiz?
O.Y.: Belki doğrudan değil ama dolaylı olarak bir bağlantı kurmayı deneyebiliriz. Sürecin kendisini konu edinmediğimiz için süreçler bittiğinde doğal olarak yeni şeylerin başladığı durumlara odaklanıyoruz. Buradan düşünürsek geride kalanla bir sürecin sonuna gelindiğinde verilmesi gereken kararlar Başlangıçlar adında kesişiyor gibi bir okuma yapılabilir.
A.Y.: Filmdeki yas sürecini irdelersek film bunu kısa bir şekilde geçiştirmeyip o ölüm anına değil de sonrasına odaklanıyor, bir nevi daha uzun süreye yayıyor. Film bu açıdan melodramdan fazlasıyla uzak bir konumlanışta. Yas sürecinin o ilk kıvılcımını değil de insanın içinde zaman zaman büyüyen aleve dönen halini bilinçli bir şekilde mi yansıtmayı tercih ettiniz?
O.Y.: Evet, süreçlerin sonralarına (aftermath) odaklanma kararını senaryonun ilk draftına başlarken vermiştik. Bu yas sonrası dönemde hayatın bir yanıyla eski haline döndüğü, bir yanıyla tam da dönmediği, sızının ara ara kendini hatırlattığı periyotların üzerine gittik. Hayat devam ettiği için siz de ona ayak uydurmak zorunda kalıyorsunuz, öte yandan taşıdığınız bir yük, ayakkabınıza kaçmış bir çakıl taşı var. Ağırlıklı olarak Defne’nin bu ruh halinde olduğu dönemlere odaklandık.
A.Y.: Defne çok seçimli bir belirsizlik arasında kalır, Defne burada seçmez mi yoksa seçemez mi? Burada Alman siyaset bilimci Werner Weidenfeld’in sorduğu soruyu ekleyecek olursam: “Bireyler çoğulcu tercih çeşitlilikleri arasından seçimlerde bulunarak hayatlarını nasıl anlamlı hale getirebilirler?”[1] Defne’nin seçim probleminin kaynağını filmin hem senaristlerinden biri hem de yönetmeni olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Defne seçimlerinde “anlam”ı ne kadar kovaladı?
O.Y.: Çeyrek yaş ya da yirmili yaşlar bunalımı olarak adlandırılan bu dönemin seçimlerle doğrudan ilgisi olduğunu düşünüyorum. Bir türlü seçim yapamamanın, seçenekler arasında kalmanın getirdiği anksiyetenin altında yatan sebep bu seçimlerin sorumluluklarını üstlenmekten başka bir seçeneğinizin olmaması. Yirmili yaşlar bu seçimlerin birbiri ardına yapıldığı bir dönem. Bir ilişkiye başladığınızda artık ciddi bir sürece evrilme ihtimali giderek artıyor. Bir işe girdiğinizde kariyerinizin buna göre şekillenmesi ihtimali, yeni bir yere taşındığınızda orada bir hayat kurma ihtimali gibi birçok durum için bu geçerli. Bir de hep “ya daha iyisi varsa ve ben acele ediyorsam” korkusu var. Defne için de bu geçerli.
Defne’nin film boyunca sürüklendiğini düşünürsek, kendi adıma seçim yapmayı erteleyen bir yapısı olduğunu düşünüyorum. Bu erteleme, en azından kararlarının sorumluluğunu alabilecek ölçüde kendini iyi hissedene kadar sürüyor.
Sorunun son kısmına gelirsek, Defne’nin bir anlam arayışı olduğu kanısındayım. Restorasyona bakış açısı, bunun üzerinden kendine hedefler üretiyor olmasında bir farkındalık söz konusu.
A.Y.: Defne filmin bir bölümünde Osmanlı tablolarını onarma işinde çalışır. Burada onarmanın metaforik olarak hem tabloyu onarma hem de kendi ruhunu onarma olduğu çıkarımında bulunabiliriz. Size göre her şey onarılabilir mi? Onarma eyleminin bir püf noktası var mıdır?
O.Y.: Günlük hayatta her şeyin onarılabileceğini düşünmüyorum. Restorasyon uzmanlık alanım değil, ama film için araştırma yaparken bazı tablolarda hasarın boyutları, teknik sorunlar, yüksek maliyetler gibi sebeplerle tabloların restore edilmekten vazgeçildiği örneklere denk geldim. Püf noktasına iki açıdan da maalesef sahip değilim 🙂
A.Y.: Defne aldığı restoratör eğitiminden dolayı hep “görünmeyeni görünür kılmak” için çabasını ortaya serer. Ancak mesleki olarak hep bu konumdayken kendi özel hayatında “görüneni görünmez kılması” gerektiğinin farkına varamaz. O yüzden bir türlü “Belki bu defa, belki şimdi başlıyorum” diyemez. Fransa’ya dönmeli miyim yoksa İstanbul’da mı kalmalıyım diye ikilemde kalır. Ne yapmak istediğinin farkındadır aslında ama son sahneye kadar bunu bir türlü dillendiremez. Burada Defne karakterini yazarken bir önceki soruyu da düşünürsek sizin için Defne’nin meslek seçiminde öne çıkan şey ne oldu?
O.Y.: Restorasyon teması sürecin en başından beri vardı. Hem Defne’nin hayatıyla örtüşmesi hem de doğası gereği ilginç bir meslek olması ve bize görsel olasılıklar sunması bizim için belirleyici oldu. Mükemmele ulaştığında Defne’nin emeğinin görünmez olması restorasyona dair felsefi bir açıdan benim ilgimi çeken bir unsurdu. Resim restorasyonunu bize en çok görsel olasılığı sağlayacak alan olduğu için tercih ettik. Mimari/heykel gibi olasılıklar da ilk dönemlerde gündemimizdeydi ama prodüksiyonel olarak da resim bizim en rahat hareket edebileceğimiz alandı.
Bunun haricinde resim takip etmeyi sevdiğim, tarihini okumaktan keyif aldığım bir alan. Hikayesi doğrudan filmin konusu olmasa da Osmanlı’da geç bir dönemde başlayan modern resme temas eden bir yanı olması Defne’nin mesleğini düşünürken bizi heyecanlandıran bir unsurdu.
A.Y.: Son sorum ise filmin afişi ile ilgili olacak, filmin afişinin filmi çok iyi özetlediği kanaatindeyim ki filmi “Seyfi Teoman En İyi İlk Film Mansiyon ödülünü” aldığı 43. İstanbul Film Festivali’nde izlemiştim. Hemen sonrasında afişle ilgili bir okuma(https://www.sanatatak.com/43-istanbul-film-festivalinden-afis-ve-film-karesi-okumalari-baslangiclar/) gerçekleştirmiştim. Bu filmin afişini tasarlarken neyden ilham alındı? Afişte yüzdeki bulanıklık, afişteki kadının tam ortada oturması, afişin renk tonları –özellikle gri ton-, sigara, günlük, ayağını tam yere basmaması gibi bir sürü detay var. Cidden afiş tasarlanırken nasıl bir üretim süreci oldu?
O.Y.: O yazıyı hatırlıyorum, detaylı incelemeniz için teşekkür ederim. Posteri Hollandalı tasarımcı Joyce Hoeven tasarladı. Soluk ve toprak rengine yakın tonlarda eserler üretiyor. Estetiğinin filmle örtüşeceğini düşündüğümüz için kendisiyle ile çalıştık. O dönem yazınızı kendisiyle paylaşmıştık, incelemeniz için ilettiği teşekkürü de gecikmeli olarak sizle paylaşmış olayım.
Kendisi filmi izledikten sonra birkaç fikir üzerine konuştuk ve “bankta oturan kadın”da karar kıldık. Belirttiğiniz fluluk, vücut postürü, günlük ve sırt çantası gibi detaylar için farklı versiyonlar denedik. Son halini verirken temel motivasyonumuz bir geçicilik hissiydi. Banka yayılmış değil, bir an önce kalkıp gitmek üzere olmasının sebebi bu. Filmdeki Defne’yi yansıttığını düşündüğü diğer detayları Joyce finalize etti ve böylece nihai haline gelmiş oldu.
A.Y.: “Filozofların, soruları yanıtlamak yerine onları çözümlemek gibi sinir bozucu bir alışkanlığı vardır.”[2] der Terry Eagleton. Sadece filozoflar değil birçok insan sorulan sorulara odaklanmak ve onları cevaplamak yerine artık kendini odak noktası haline getirmek istiyor. Terry Eagleton burada filozofları kast etse de günümüzde artık iletişim hususunda günden güne zayıfladığımızı düşünüyorum. Genelleme yapmayı sevmesem de insanlar dinlemeyi sevmiyor. Bu yüzden beni dinlediğiniz ve sorduğum sorulara vermiş olduğunuz “nitelikli” cevaplar için çok teşekkür ederim Ozan Bey, sizinle söyleşmek benim için büyük bir keyif ve ayrıca onur vericiydi.
O.Y.: Benim için de geriye dönüp filmin geride bıraktığımız süreçleri üzerine düşünme fırsatı veren bir diyalog oldu. Röportajınız için ben teşekkür ederim.
“Başlangıçlar“, Başka Sinema gösterimleri kapsamı altında 11.12.2024 tarihinde #BaşkaÇarşamba’da.
[1]Peter L. Berger & Thomas Luckmann, Modernite, Çoğulculuk ve Anlam Krizi, Çev: Mustafa Derviş Dereli, Albaraka yay, 2022, s.11.
[2] Terry Eagleton, Hayatın Anlamı, Çev: Kutlu Tunca, Ayrıntı yay, 2017, s.13.