Merhaba! Ayşe Lebriz Berkem’le, İnsan Sesi hakkında yaptığım bu söyleşi, devamı gelecek röportajlarımın ilki.
Oyunlar ve oyunu bir araya getiren herşeyden bahsedip sizleri "oyuna davet" edeceğim. İyi seyirler…
Bu ilk davetimde, Tiyatro Biteatral’in son oyunu İnsan Sesi ile tanıştıracağım sizi. Jean Cocteau’nun yazdığı, Cem Baza ve Ayşe Lebriz Berkem’ in yönettiği oyunun, ışık tasarımını Kemal Yiğitcan, video tasarımını Gülay Ayyıldız Yiğitcan, dekor tasarımını Zeynep Erdem, koreografisini İbrahim Ulutaş yaptı.
Oyunun, aynı zamanda oyuncusu ve Biteatral’ in kurucusu olan Ayşe Lebriz Berkem’ le konuştuk:
Özlem Ünaldı: İnsan Sesi seni nasıl tavladı? Oyunun söylediği hangi şey, "ben bunu oynayayım ya!" dedirtti?
Ayşe Lebriz Berkem: Öncelikle ilk projemiz olan Medea oyununun ardından tek kişilik bir oyun yapmanın Biteatral’in devamlılığı için gerekli olduğunu düşünmüştüm. Oyunu yaratmak başka bir süreç, kurumsallaşmak başka bir süreç! Fazla açılmadan ufak adımlar atmak istedim. Üniversitedeki dönem ödevim ile ilgili olarak 20 yüzyılda ressamların yapmış olduğu sahne dekorlarını incelerken Parade üzerinde fazlaca durmuştum. Oyunu Jean Cocteau yönetmiş, dekorunu Picasso, müziklerini Eric Satie yapmış derken birden karşıma İnsan Sesi oyunu çıkıvermiş oldu. Unuttuğum bir oyundu. Okudum ve “tamam” dedim. İlk olarak beni cezbeden açıkçası metnin zor olmasıydı çünkü zoru aşmaya çalışırken öğreneceğim çok şey olacaktı. İkincisi ise -kendiliğinden oluşan bir durum- önce Medea ardından İnsan Sesi oyunlarının arasındaki benzerliklerin ve farklılıkların bir anlamda bir çizgi oluşturması ve bunun Biteatral’in de çizgisine etkide bulunmasıydı. Üçüncü neden, metnin bize, metni aşarak sahnede bir dil oluşturma imkanını sağlayabileceğinin kokusunu almamdı. Sonuncusu ise tamamen metni beğenmemle ilgiliydi; bilindik bir aşk hikayesinin bitiş öyküsündeki çarpıcı, ayrıksı, acıtıcı bir yanın yazar tarafından ustaca kaleme alınmasıydı.
Özlem Ünaldı: Medea ile İnsan Sesi’ndeki kadın arasında benzerlikler var mı peki?
Ayşe Lebriz Berkem: Evet. Medea’nın çocuklarını öldürmesini bir an için unutalım. İaso’na gidişi düzene karşı çıkışla olmadı mı? Kral olan babasına ve yaşadığı düzene bir başkaldırı. Aşkın “gözünün kör olma” hali, “her şeyi göze alma” hali, aşkını “özgürce” yaşamaya doğru gidişin hali. Sonuçta Medea’nın beraberinde sürünmeyi, acıyı, “ötekileşme"yi getirse bile cesaretle yaşamayı seçmesi bence İnsan Sesi oyunundaki kadının modern dünya içinde başı dik biçimde delicesine bu aşkı yaşamak için kuralları umursamaması, hatta belki de bozması, toplumun bakışını önemsemesi, bütün sahip olduklarından vazgeçiş haliyle benzeşiyor. Ayrıldıkları nokta ise birinin ona yaşatılanların bedelini ödetmesi diğerinin ise kendisinin ödemesi. Kısaca böyle. Daha uzun uzun konuşabiliriz…
Özlem Ünaldı: Bu dramatik bir ayrılık hikayesi. Yılı, ülkesi fark etmeksizin herkesin ortak bir yanı var "ayrılık" dendiğinde değil mi? Ne düşünüyorsun?
Ayşe Lebriz Berkem: Bu ayrılık öyküsü herkes için bildik tanıdık. Aşk coğrafya ve yıl fark etmeksizin ustaca okunu atıp can evinden vuruyor. Uzak mesafeden bakınca aynı, biraz yakına zoom yaptığımızda hikayeler çeşitleniyor. Ama hep aynı. Eros her yerde okunu fırlatıyor.
Özlem Ünaldı: Oyundaki kadın karakterle konuşma şansın olsaydı ona ne söylerdin?
Ayşe Lebriz Berkem: Aşkının acısını yaşama olgunluğundan hiçbir şekilde taviz vermeden yaşamasını söylerdim. O acıyı dindirecek yapay çözümlere gitmemesini… Aşk bir olgunluk halidir, bir donanım, en önemlisi de bir duygu halidir. Herkes aşık olduğunu sanıyor ama gerçekten öyle midir? Artık ayırt etmek de zorlaşıyor. Aşk bir bedel ödemeye hazır olma halidir; rezil rüsva olma halidir belki; bir meydan okuma halidir. Günümüz insanı böyle bir bedel ödemeye artık gönüllü değil. Tüketim toplumunda, duygular da sevgiler de çabuk tüketilmiyor mu sence? Aşkını bu şekilde yaşayan bir kadını “marazi” bulmaz mıyız? Oysa kadının dediği gibi “ben zaten böyle olacağını biliyordum”. Yani biteceğini bilmesi bana aşkın temelindeki kavuşamama duygusunu hatırlatıyor. Bir gün biteceğini bilerek bu acıyı göğüslemek bir olgunluk hali değil mi? Günümüzde aşklar nasıl yaşanıyor? Yaşanabiliyor mu? Aşk diye yaşandığı sanılan ne? Biz neyi unuttuk! Tüketirken, sıradanlaşırken, her şey basitleşirken… Acıya dayanıklılığını yitirmiş gibi geliyor bana günümüz insanının. Birbirimize tavsiyelerimize baksana. “Bitti mi? Unut gitsin. İşine bak! Değer mi?” İşte onun için kadının ilişkisi bitse bile devam edeceğini düşündüğüm tutkusu, sembolik olarak fikirlerin yasaklanması karşısında savunmaya devam etme cesaretini gösteren bireyin yaptığı gibi aykırı, sıradışı, çılgın ve delice geliyor bana; tasvip edilmeyen aşkını cesaretle savunmak… Kadının aşkına sahip çıktığını şu sözlerinden anlıyoruz: “Bana ne! Ne derlerse desinler!… Doğruya doğru, ilişkimiz insanlara anlaşılmaz geliyordu”. Ne kadar basit, hatta sanki şımarıkça bir mızmızlanma gibi duruyor. Ama ben bu cümleyi bir direniş, bir başına buyruk olma, cesaretle kendi aşkına sahip çıkmak olarak okuyorum.
Özlem Ünaldı: Ama kadının bir çırpınması da yok mu? Adam gitmesin hayatından, telefonu kapatmasın diye… Adamın yalanları karşısında hep alttan almasına da tepki duymuyor musun?
Ayşe Lebriz Berkem: Haklısın. Hep bu kadın salak mı, aptal mı dediğim, hatta öfkelendiğim zamanlar çok oldu. Adamın yalanını bağıra bağıra yüzüne haykırmasını istediğim ve kadını gözümde zavallılaştırdığım zamanlar oldu. Bu tepkileri veren kim? Ayşe. Oyundaki kadına dair yargılarını hangi noktadan oluşturdu? Belki ben aşk’taki o rezil rüsva halini görmeye dayanamıyorum, belki kendine çeki düzen vermesini, duygularına gem vurmasını, zayıf tarafını "ayıp" tarafını örter gibi örtmesini istiyorum. Yani akıllı uslu hanım hanımcık davranmasını, kendini açık etmemesini istiyorum, öyle olmadığında da öfkeleniyorum. Bunları düşündüğüm an aşk’tan fersah fersah uzaklaşıyorum… Aşk hesaplı kitaplı, dolambaçlı bir şey olmamalı değil mi? Aşk apaçık, olduğun gibi gözükebileceğin, kendin gibi olacağın bir hal değil midir? O adanmışlık günümüzde yitirdiğimiz bir şeyi bana hatırlattığı için mi rahatsızlık vermişti acaba diye de sormadan edemiyorum… Her şey gittikçe boş ve bizler de yüreksiz mi oluyoruz acaba? Ben kendimde sorguladım bunu. Aşk çılgınca bir şey! Akıllı uslu olamayacak kadar delice bir şey! Hayatın sıradanlığının dışına götürüverir insanı, tekinsizdir. Onun için de güzeldir aslında, yaşanasıdır… yaratıcıdır sanat gibi. Oyundaki adam çoktan bu mücadeleyi tek taraflı habersiz bir şekilde bitirmiş, bırakmış, gidiyor. Ne fark eder! Gidecekti ve gitti… Kadın bunu biliyordu. Acısını da çekecek. Bedelini de ödeyecek. Şimdi kilit soru geliyor? Adam gitti ama nasıl? Yalanla… Aşk tüm içtenliğiyle gizlerini ortaya koymanı, kendini sere serpe açmanı, savunmasız ve çıplak kalmanı sağlar, yaşamın içinde gardımızı aldığımız her şeyi burada bırakırız, seni keşfedebilmesi için kendi bedenini yüreğini açarsın. Bütün bunlar zarar görmüş oluyor. Bitenin ardından gidene duyduğun saygının yaşananlar anılar adına kalmasını istiyor bence kadın. “Gidiyorsun ama dürüst git” dercesine… “Anılarımızı kirleterek gitme”, kadının tüm mücadelesi bu! Ona ilişkin anılarını temiz bırakma çabası. Yine aynı yere dönüyoruz. Aşk bir yürek işi! Onu taşımak da bir olgunluk hali…
Özlem Ünaldı: Bütün bu süreçte, yazarla ve hayatıyla, senin aranda özel bir ilişki geçtiğine şahidim ben. Nasıl bir ilişkiniz var Jean Cocteau’yla?
Ayşe Lebriz Berkem: Yazarla ilişki kurmamız, biliyorsun bizim için gerekli zaten. Nasıl bir hayat sürmüş, hangi dönemde yazmış vs. Ama çok yönlü bir sanatçı var karşımızda, kendi deyimiyle sanatçı tarafıyla oldukça kaleydeskopik bir kişilik. Ve hayatı da yarattıkları kadar sıradışı… aşkları da… bunları cesaretle yaşayışı… Tabii ki Cocteau’nun sıradışı, aykırı bir sanatçı olmasının da uyandırdığı ilgiydi biraz da. Sonra sonra resimlerine bakarken, filmlerini izlerken bu araştırmanın da benim için oyunun bir parçası haline geldiğini fark ettim. Resme ve şiire olan ilgimin de etkisi olabilir.
Özlem Ünaldı: Oyunun içeriğini çok da açık etmek istemiyorum . Ama oyunculuk biçimi olarak özel bir tercihin var. Bu oyundaki oyuncu-karakter ilişkisinden ve oyunculuk biçiminden bahseder misin?
Ayşe Lebriz Berkem: Metne olan bağımlılığı kırdıkça kendimi özgürleşmiş hissediyorum. Dilin ötesinde sahnede oluşturulacak bir görselliğin peşindeyim sanki ve oyuncunun plastiğinin kullanılmasını tercih ediyorum. Böyle olunca metnin sınırlarını zorladık sanırım. Ama Jean Cocteau affetsin bizi, kendi de kendi döneminde öyle avangard işler yapmış ki cesaretle. Bizim bugün “çağdaş tiyatro nasıl olur?”, “nasıl olmalı?”yı tartışırken bu taşlarla oynama arzumuz anlaşılır diye ümit ediyorum. Bak mesela söylerken fark ettim; sanat ve aşk arasında benzerlik yok mu? Jean Cocteau 20 yüzyılın öncülerinden ve özü itibariyle sıra dışı, aykırı, çılgınca. Ve hatta delice bile gelebilir. Ama yaptığı işleri cesaretle savunması tıpkı aşkını savunması gibi bir derinlik hali. Bunlar zor şeyler -yani bedel ödenerek yaşanan hayatlar. Sonuçta “doğal” olanı bozasım geliyor daima. Doğal olmaya çalışırken sıradanlaşma tehlikesi de oluşabiliyor çünkü. Resim sanatı da birebir tıpatıp aynı olmayı bırakalı çok oldu; fotoğraf var artık; tiyatroda da doğal olanı bozmak istiyorum. Sahnede biz yaratıcı ekibin izlerinin gözükmesini istiyorum. Doğal olanı bozduğumuz an, beklenmedik olana, şaşırtıcı olana geçiş yapabiliriz. Metaforlar, soyutlamalar beliriverir. Jean Cocteau’nun dediği gibi “ne masayı anlatacağım diye ‘masa’ kelimesini kullanacaksınız ne kuşu analatacağım diye ‘kuş’ kelimesini ne de aşkı anlatacağım diye ‘aşk’ kelimesini”. Bu da bize çok farklı arayışlara girmemize olanak tanıyor. Çıkan iş bize ait bir şey oluyor. Beğenilsin beğenilmesin! Bunun adı özgünlük olsa gerek!
Özlem Ünaldı: Dekor tasarımı ve rejisel kararlarıyla, gizli ve aslında tanıdık bir ortam var oyunda. Bu seçimlere ulaşma sürecin nasıl geçti?
Ayşe Lebriz Berkem: Baştan görselliğe önem verildiğinde zaten bunun en önemli parçası olan tasarım geliyor ki reji anlayışı tasarımı, tasarım reji anlayışını da etkiliyor. Aslında oyundaki dekor bir oda. Yatak, ahize, telefondan ibaret. Biz odada değil de bir tiyatro salonunda olduğumuzu hiç unutmadan başladık işe. Oyunda bir yatak olması beni Emin Tracy’nin “dağınık yatak" yerleştirmesine götürmüştü örneğin; oyunda kullandığımız telefonun oyun imkanı veren bir “alet” olması onu daha performatik bir şekilde kullanmamıza olanak sağladı, telefonun kordonu benim için baştan beri kullanmak istediğim bir semboldü, onu nasıl kullanacağımız hakkında düşünürken birden bir arkadaşımın önermesiyle Chiharu Shiota’nın işleriyle tanıştım ve o sırada Arte’de Mona Hatoum’un sergisini gördüm, doğru yolda olduğumuzu anlamanın bir iç huzurunu duydum. Pek çok şeyi çözmüş olduk böylece, mesela telefonun ucundaki adama bir göndermesi var telefonun şeklinin. Mekanı soyutlamış olmak ise beden mekan ilişkisini etkiledi. Oyunda projeksiyon ile kullanılan görsellik ise bizim bir müdahalemizdi, kadına "bizceleyin" ne olduğunu gösterdiğimiz bir unsur. Aynı şekilde hareket düzenini bir kareografi yokmuşçasına oluşturmaya çalıştık, pek çok işler izledik ilgili ilgisiz. Son çözümlemede farklı disiplinleri de inceleyerek, herkesten gelen fikirler konuşuldukça, başka fikirlere yol açıldı ve farklı yerlere doğru gittik. Bence tüm ekip çok güzel paslaştık, herkes herkesin işiyle ilgili olarak destek verdi; inanılmaz güzel bir ekip çalışması oluştu. Bir dil oluştu. Bence oyunun bir dili var. Ben buna "Aşk’ı anlatış dili" diyorum ve bu bizim ortak dilimiz…
Özlem Ünaldı: Seyircimizi oyuna davet edelim. Bu oyunu neden izlesin seyirci?
Ayşe Lebriz Berkem: Biz aşk ile bir yemek yaptık. Sadece izleyen ile hep birlikte ağız tadıyla yemek için. Şaka bir yana, ortada bir iş var. Birilerini etkileyecek, birilerini etkilemeyecek; etkilenecek olan izlemek için içeri girecek, etkilenmeyecek olan da sinemaya konsere gidecek. İnan, bu soruya ne diyeceğimi ben de bilemedim. Klişe olarak aşk var, terk edilen kadın var ve terk eden adam var gibi bir şey değil ki oyunumuz. Bu oyun konusuyla, yaklaşımıyla, tarzıyla ve yazarıyla birlikte bir şey ifade ediyor. “Neden izlensin” sorusu benim için zor bir soru. Bilmiyorum.
Özlem Ünaldı: Teşekkür ederim. Benim de yardımcı yönetmeni olduğum bu güzel oyuna bekliyoruz herkesi o halde.
İnsan Sesi 24 Şubat 2013’te CKM’de, biletler mybilet’ te.