Edebiyat ve müzik dizisi tüm hızıyla devam ediyor. Sıra Orhan Pamuk’ta. Onun Kar’ında…
“’Güzel Kars’ımızı nasıl buldunuz?’ diye sordu daha sonra sunucu. Bir kararsızlıktan sonra ‘Çok güzel, çok fakir, çok kederli,’ dedi Ka.”
İstanbul’un ve Türkçe’nin büyük yazarını, memleketin en doğusundan yazdığı romanla analım önce. Kar, Orhan Pamuk’un siyasi romanı olarak geçti literatüre. İlgili sürecin –28 Şubat- siyasi ve sosyal tarihe not düşülmüş hemen bütün unsurları, üç günde Kars’a yağan tonlarca kar kadar açık seçik Kar’da. Ama.. elbette, herkesin roman kahramanı kendine.
Kimininki Lacivert, bir başkasının Kadife, ötekinin Fazıl veya kimbilir: Sunay Zaim! Bu yazının kahramanı ise, Kars’ta, "Kar" altında, buz kesmiş yalnızlığı ile Ka! Ka’yı onca yalnız ve mutsuz tanıyınca, romanın vakti zamanında orasından burasından çokça çekiştirilen siyaset kısmı toprağa düşmüş bir kar tanesi kadar çabucak eriyiveriyor gözümüzde. Ka, İstanbul’dan Kars’a giderken “…belki yeni bir şey görürüm” diye cam kenarında oturan yolcu.
Kars gibi "çok kederli". Cevdet Işıkçı’nın küçük oğlu Refik -Cevdet Bey ve Oğulları- gibi "çok yalnız". Ve… Bakmayın siz onun "kafasının dumanlı olduğu zamanlarda (…) Sanıldığının tersine insan isterse aşktan uzak durabilir" diye düşünmesine… Esasında, Galip –Kara Kitap– ve Kemal –Masumiyet Müzesi– kadar, "çok aşık".
Şair Kerim Alakuşoğlu’nun; İstanbul Nişantaşı’nda başlayıp, Frankfurt’ta siyasi sürgün olarak devam eden ve nihayetinde yine Frankfurt’ta trajik bir biçimde perdeyi kapatan hayatının Kars’ta, üç gün içersinde geçen bölümünü okurken donuyoruz. Üç gün boyunca şehri tecrit edecek kadar yağan kar, yalnızca yolları kapayıp Ka’nın yaşam döngüsünü değiştirmiyor: Bizzat üzerimize yağıyor. Karla birlikte yalnızlık ve mutsuzluk da…. Bir zamanlar hayatı geniş ve zengin ve ufuklu yaşayan bir şehrin unutulmuşluğu, kenarda köşede kalmışlığı…Ruhun ve bedenin üşümesini çoğaltıyor.
– "Kars öğle vaktinde bile olağanüstü kederliydi"
– "İri tanelerle, kararlı, hiç durmayacakmış gibi ve sessizce" yağan kar, Ka’ya "Allah’ı hatırlatırken", bizim için, şehrin ve şairin hayatındaki büyük kırılmanın simgesi oluyor. “Ben de taşralıyım, daha da çok taşralı olmak, dünyanın en bilinmeyen köşesinde üzerine kar yağarken unutulmak istiyorum,’ dedi Ka.”
– Karslılar, -hatırlayacaksınız- Orhan Pamuk’a, yaşadıkları şehri "olumsuz yönleriyle anlattığı için" "darıldılar". Mealen: "O kadar da işsiz güçsüz, itilmiş, kederli, öteki ve taşralı değiliz!..Bizi ne biçim anlatmış kitabında!"… dediler.
– Bir tek yoksul olduklarını -galiba!- ve o da elbette kendi suçları olmamak şartıyla, kabul ettiler.- Oysa kışları üzerine hiç durmadan kar yağan "taşra" şehri Kars, Kar romanıyla bütün dünyada tanındı. Büyük bir şerefle hem de! Kars artık dünyanın pek çok dilinde, edebiyatın iyisine meraklı okurların aşina olduğu -merak ettiği- bir şehir: Tıpkı İstanbul, Petersburg, Dublin ya da… Venedik gibi… Peki.
Biraz daha açalım: "Sarı sıcak"ın esasında ne menem bir şey olduğunu nasıl destansı bir formda Yaşar Kemal’den öğrendiysek ve ondan sonra artık Çukurova bizim için yalnızca bir coğrafi mekan olmaktan çıkıp bir masal alemine -bütün realitesiyle birlikte- dönüştüyse… Kars da, Kar romanından sonra artık "kendi halinde, herhangi" bir şehir –hele "taşra" hiç!- değil. Dahası: Başında Nobel tacı bulunmakta! Çünkü yüksek edebiyat "Kars’ın soğuğu gibidir. Onun yanında her şey ‘küçük ve zayıf’’’ kalır.
Kar; doğanın en seyirlik ve lirik hallerinden biri. Bu yönüyle her zaman gündelik dilden, ortalama ve iyi edebiyata dek… müşterisi bol. Metafor özelliği yüksek vs… Gelgelelim… buradaki kar, başka türlü. Hatta abartmıyorum, neredeyse rengi bile farklı!
– Dahası… Bazen çığ bile düşüyor insanın üstüne. Olmadık yerdeyiz üstelik: Masa başı, sıcak kanape, rahat yatak? Nedir anlamadım!? Nihayetinde bir kitap okuyoruz!?
– İşte bakın mesela… Bir akşam vakti. Elektrikler kesilmiş. Ka, odasında İpek’i bekliyor. Beklerken kar altındaki karanlık sokağa bakıp kendisini oyalayacak bir şeyler arıyor. Sonra kendini yatağa atıyor. Burada bu otel odasında mutsuzluktan ve yalnızlıktan öleceğini düşünüyor. Esas derdi ise, şu andaki mutsuzluğu değil daha akıllıca davransaydı hayatını çok daha mutlu geçirebileceğini anlamış olması. Dahası… iyice korkunç bir şey var: Bu mutsuzluğunu ve yalnızlığını kimse fark etmiyor. Annesini hatırlıyor Ka ve şu halini görse dünyada bir tek onun çok üzüleceğini ve saçlarını okşayarak onu teselli edeceğini düşünüyor…
Bütün bunlar ve bu gibi daha nice "sahneler", yerden göğe kadar karla kaplı, dünyanın öteki ucundaki bir şehirde oluyor "sayın insanlar!" Fakat şimdi bir tespiti kayda geçirmek zamanı: Kars, esasında Ka’nın şahsında bir 12 Eylül romanı. Zekasını, yeteneklerini, taze enerjisini , özel takvimini, vakti zamanında bir evlat olarak kendisine verilmiş emeği…"normal" insanlar gibi kendi kişisel mutluluk ve başarı hesaplarına yatırmak yerine, bütün bu çok kıymetli mevduatı, binbir ümitle-hayalle toplumun hesabına yatıran binlerce gençten biri -idi- Ka… Ki, o kadar gayrete rağmen battı o banka-lar biliyorsunuz! Hatta yetmezmiş gibi uzun bir süre, bu bataktan o gencecik çocuklar sorumlu tutuldu.
-Utanmamız ve kalbimiz yoktur çünkü bizim!- Sonra.. sonrası, herkesin malumu: Büyük dağılmalar, savrulmalar, kaybolmalar dönemi… Bu çok acılı sürecin, çok mutsuz öznelerinden biri Ka! Ve… Kendini, mazisini ve geleceğini… kar içinde bir arayışı var romanda.. o kadar olur! Ama şimdi söz müziğin: Bundan böyle, her kar yağdığında okurlar, Peppino Di Capri’nin Roberta’sını hatırlasın; yapayalnız bir şairin kar içindeki yürüyüşüyle birlikte. Ek olarak Chopin’ın Prelüdleri’ne kulak versin. Bu defa Kars’ı düşünerek. Ve tabii memleketin bütün zamanlarında, şu veya bu nedenle "akıllıca davranamayan" "hayal içindeki" çocuklarını anarak…
Yazının Notları:
1. Orhan Pamuk, her şeye -herkese- mesafesi olan bir yazar. Bu mesafeli tutum özellikle duygular söz konusu olduğunda –beklenenin, alışılagelenin tersine- konuyu iyice derinleştiriyor, çoğaltıyor. Ka’nın kederini bu kadar kuvvetli hissetmemizin, kar altında kalmış gibi boğulacak noktaya gelmemizin nedeni; bu paradoks vaziyetin mükemmel estetiğidir. Ve büyük bir yazar olmak tam da böyle bir şey’dir… di mi efendim!
2. Roberta, özellikle de roman bittiğinde dinlenildiği zaman -Dikkat! Yüksek volümle lütfen!- hakiki bir düğüm olarak asılıp kalıyor boğazımıza. Bir de naçizane önerim, şarkı sözlerinin Türkçe çevirisi de mutlaka bulunup okunsun ki; kimseler o kadar tek başına kalmasın buz gibi yalnızlıkların ortasında.
3. Chopin’in Prelüdleri Klasik Batı Müziği’nin doruklarından. Öte yandan Prelüdler her ne kadar, Kars’ın bahar ve yaz aylarında hapishane bahçesinde İpek, Kadife ve Turgut Bey tarafından Zahide Hanım’ın yaptığı zeytinyağlı biber dolmaları, kadınbudu köfteler ve kabukları soyulmadan önce tokuşturulan lop yumurtalar yenirken Philips marka portatif kasetçalarda dinlense de… Özellikle en çok bilinen ve dinlenen 4 Numaralı Prelüd, romandaki Kars’a, Kar’a, Ka’ya… ve geçip giden zaman duygusuna ve elbette Necip’in kıymetli hatırasına -da- o kadar yakışıyor ki, aşk olsun!
4. Kar’ın müzikal repertuarına, Millet Tiyatrosu’nda film aralarında çalınan, Ka’nın İstanbul’da ilk gençlik yıllarında dinlediği parçalardan Baby come closer, closer to me’yi de eklerken, Serhat Kars Televizyonu’ndaki haftalık programa istinaden anılan Serhat Türküleri’ni de unutmuyoruz tabii.
5. Cüce "mevzuu" da not alındı. Bir başka zaman, başka bir vesileyle- inşallah- yazılacak "Pamuk Prens’in Cüceleri"derlemesi için.
6. Ve son not: Ka’nın, Frankfurt’taki her anlamıyla yoksul yaşantısının bir özeti olan izbe odasındaki kişisel eşyaları elbette… Ama esas Kaufhoff’tan alınan kül renkli Palto’su, "Öteki Şeylerin Masumiyeti" listesi için bir kenara kaydedildi. Önümüzdeki haftalarda devam edecek Orhan Pamuk repertuarı yazılarında çoğalacak diğer "şey"lerle birlikte değerlendirilmek üzere.