Kayıp Yarasa heykeliyle ilgili Vivet Kanetti ULUÇ ilk kez konuştu:
“Kültür ve sanat alanında bir emaneti, bir eseri korumak söz konusuysa, “çok zaman oldu” ne anlama gelebilir ki zaten?”
Ayşegül Sönmez:Bir heykel nasıl kaybolur? Yarasa heykeli en son ne zaman nerede ve kimlerle görüldü?
Vivet Kanetti Uluç: Bir heykel, hele Yarasa boyutunda bir heykel nasıl kaybolur: hakikaten dondurucu soru! Bu delice soruya mantıklı yanıtlar arayan pek çok kişiyiz şu sıralar. Yarasa, üç boyutlu olarak en son 2009’da, Tepebaşı’ndaki Nu Pera binasının iç avlusunda görüldü. Ömer’in genç dostlarından iki mimar, çocukluğunu bildiği Murat Tabanlıoğlu ile eşi ve ortağı Melkân Tabanlıoğlu’nun ortak ofisleri binanın içindeydi, Yarasa heykeli onların konuğu olarak iç avluya yereştirildi. Ömer 2009 Eylülündeki Beylerbeyi Cinleri sergisi için dijital çalışmalarını sürdürüyordu, 2006 yapımı heykelin görselini o çalışmaya katmak üzere yeniden boyadı, Beylerbeyi Cinleri için fotoğrafları çekildi ve heykel Nu Pera avlusuna götürüldü.
Beylerbeyi Cinleri sergisi, sanatçının üretiminde çok ilginç bir dönüm noktasıdır. 50 yıllık üretimini bir uzay gemisine bindiriyor demiş, 2009 yılında şöyle yazmıştım: “Dijital ortamda yeniden ürettiği imgeleriyle büyük bir gol atıyor, hayatın teoriye attığı bir gol bu. Aynı zamanda sanatçıyı tüm yaratıklarıyla birlikte kafeslemek isteyenlere ve isteyeceklere de büyük bir meydan okuma. Kendi üretimini kendi eliyle anti-konformist bir eylemlilikle yapıp bozması, bu büyük silme işlemi karşısında, Uluç’un tüm yaratıklar korosu, bir anlamda sanat tarihinin sıcak koltuklarından indirilmiş Lucy ve müzenin klimali koridorundan taşınmış Lonesome George başta olmak üzere kimse şikayet etmiyor. Yerleşik olmamanın tadını çıkarıyorlar. Efendileri Ömer Uluç gibi.” Hatta bunu ona sorduğumda “öyle derler kumarda, kağıtları kararım” diye yanıt vermişti.
Evet o söyleşiniz çok ilginçti. Umut Burnundan Dolaşarak kitabında da mevcut. Robert C. Morgan’ın da World Sculptures News dergisinde Beylerbeyi Cinleri sergisiyle ilgili coşkulu bir yazısı vardır, görsellerinden birinde de Yarasa heykelini görürüz.
2008-2010, aynı zamanda çok süratli seyreden bir hastalıkla boğuşulan dönemdi. Her aya, her haftaya, hatta her güne bir kazanç olarak bakılıyor, biliyorsun, ve Ömer kazanılan tüm zaman kırıntılarını yeni çalışmalarına vakfediyor; hiç durmuyor. Ömer hayattayken, birkaç aylık bir sergileme döneminden sonra, Yarasa’yı zarar görmesin diye depolarına kaldırdıklarını söylediler, vefatı ardından da Melkân tekrarladı: “İçin rahat olsun, biliyorsun heykel bizde”. Yarasa apartman dairelerine sığacak heykel değildi ve onlarda emanet durduğu sanat çevresinden pek çok kişinin bilgisi dahilindeydi. O günden bugüne Murat Tabanlıoğlu’nun da tüm soranlara yanıtı şuydu: “Heykel depoda”. Kısaca hepimizin nezdinde Yarasa en iyi şekilde korunduğu bir yerde emanet duruyordu. Ta ki kentteki ciddi bir kültür kurumu heykelin sadece güvende olmakla kalmamasını, onu eski-yeni nesillerle buluşabileceği bir alanda sergilemeyi arzu edene kadar. O günden sonra hepimizin kanını donduran sözlerle karşılaşmaya başladık.
Sizlere ne dendi?
Tüm söylediklerinden anladığım şöyle: Tabanlıoğlu çiftinin meğer o binada depoları yokmuş, iki katları varmış. Ve aniden, Muzaffer diye bir yeni isim zikredilmeye başlandı. Nu Pera’nın işletmecisi Muzaffer Yıldırım. Onun depoları varmış buna karşılık, ancak bina dışında, ve Yarasa heykeli kamyonlara bindirilerek o depolara götürülmüş! Tüm bunlar bizlere asla haber verilmeden, fikrimiz sorulmadan, izin istenmeden ve hatta, mimari ofislerinde hiçbir kayıt tutmaksızın: Şu heykel falanca işletmeciye, falanca kamyona, falanca şoföre, falanca mahalledeki falanca depoya götürülmesi için teslim edilmiştir şeklinde. Kısacası, kendilerine heykel emanet edilen kişiler, aynı heykeli başka birilerine emanet etmişler. Yönelttiğimiz sorulara (ki sanat çevresinden Ömer Uluç’u seven çok kişi yöneltti, yöneltiyor o soruları) yanıtlar şöyle: “Çok zaman oldu, şehirdeki bütün depolarımıza baktık, heykel yok…” Ve bir ayrıntı daha: “birtakım plastikler.”
“Bir eseri imha etmek, ihmalle alakalı bir eylem değildir. Emek ister, zaman ister ve bir irade gerektirir. Ben hâlâ bu ülkede kimsenin kolay kolay böylesine vandalca bir işe girişebileceğine inanmak istemiyorum”
Burada bir parantez açmak istiyorum: Ömer kendi hareketinin üçboyuta geçişi olarak halatlarla çalışmış, halatlardan figürleri, ilk büyük heykelinde alüminyuma, daha sonrakilerde polyestere dökmüştür. 2006’dan itibaren, polyester döküm heykellerini sürdürürken, Vapurların Seyri sergisi ve öncesindeki Yarasa örneğinde doğrudan plastik malzemeyi de kullanır. Bu bir tercihtir ve bu tercihin nedenlerini Umut Burnundan Dolaşarak kitabında Cem Erciyes’e şöyle açıklar: “PVC, polyester ve plastik malzeme kullanarak hazırlanmış heykellerde mermer, metal yüzeyler yok. Bunları kullanmayarak kendimi diğer heykeltıraşlardan ve büyük Rönesans geleneğinden uzak tutmaya çalışıyorum. Bunlara daha çok üç boyutlu diyorum.”
Bu açtığım parantezin nedeni şu: Bir eseri imha etmek, ihmalle alakalı bir eylem değildir. Emek ister, zaman ister ve bir irade gerektirir. Ben hâlâ bu ülkede kimsenin kolay kolay böylesine vandalca bir işe girişebileceğine inanmak istemiyorum. Emanetçi dostlar heykeli bizden habersiz, tanımadığımız yeni emanetçilere teslim etmişler, onlar da belki başka birilerine. Varsayalım ki bu kişiler o esere zihinsel dünyalarında değer biçemelediler, gene de şu düşünce mutlaka akıllarını yoklamıştır diye tahmin yürütüyorum: “Evet benim gözümde bunlar birtakım plastik yığınları olabilir, ancak şu kocaman yapıyı parçalayıp söküp ayırmak, çöpe atmak dahi büyük emek ve zaman isteyen iştir. Benim hiç değer biçemediğim bu koca çalışma ya başka birileri için bir değer ve önem arz ediyorsa? Bu imha, bu yok etme, bu ortadan kaldırma sorumluluğunu ben nasıl alırım?”
Zaten öyle bir soruyu kendinize sorabiliyorsanız, artık hiçbir kayıt tutmadan, habersiz o esere bir adım attırabilmeniz, onu hareket ettirmeniz mümkün değildir, konuya “çok zaman oldu” diye yaklaşabilmeniz de… Kültür ve sanat alanında bir emaneti, bir eseri korumak söz konusuysa, “çok zaman oldu” ne anlama gelebilir ki zaten?
Bu kaybı aramak bulmak için neler yapmayı planlıyorsunuz?
Ben şimdilik eseri korumak için kurulan zincirde istem dışı bir kopukluk meydana geldiğine ve o kopukluğun çok kısa zamanda giderilip hepimize güzel bir müjde verileceğine kuvvetle inanıyorum. Başka türlüsünü şimdilik düşünmek dahi istemem. Aksi, sadece Ömer Uluç için, sevenleri için değil, hepimiz için kabul edilemez olurdu.
Yarasa heykelinin korunduğu, güvende olduğu yerden gün ışığına çıkarılıp bir kültür kurumunda sergilenip görülebilmesi ihtimali doğduğunda, aklımdan bazı olasılıklar geçti; geçmedi değil. Biri şuydu: “Biz bu heykele gözümüz gibi baktık, hangi kurumda sergileneceği konusunda bizim de söz hakkımız olsun” talebi. Veya “Bırakın, Yarasa bizde kalsın”, veya “Yarasa bizim yaptığımız bir binada sergilensin” talebi… Bu ihtimalleri, bu talepleri hep düşündüm, tek düşünemediğim “çok zaman oldu, Yarasa şimdi kimbilir nerede?” cevabıydı.
“Yarasa’nın bulunduğu haberini çok yakında alacağımıza kuvvetle inanıyorum”
Bu kayıp heykeli bir sembol olarak düşünmemek elde değil. Kültürel mirasa karşı takınılan hoyratlık adına, kültürel mirasla kuramadığımız görmezden geldiğimiz onca ilişki adına?
İster istemez bunlar da düşünülüyor tabii. Bu kadarı olamaz, mümkün değil diyeceğimiz travmalardan biri daha, Yarasa’nın buharlaşması. Giderek geleneğe dönüşen imhalar, değerleri koruyamama, hep “Çok zaman oldu, biz çok daha iyisini yapacağız” temelli bir anlayış, demek ki toplumda artık koronavirüs kadar bulaşıcı, her hücreye sızmış. Kimse bu yıkıcı dalgadan muaf değil; öyle anlıyorum. Gene de Yarasa’nın bulunduğu haberini çok yakında alacağımıza kuvvetle inanıyorum.
Sizin 1991’de Artpress dergisine hazırladığınız bir özel dosyadan söz açmak istiyorum. Bu dosyada sanat eserinin haklarıydı konunuz. Bu dosya bugün Türkiye’de dev bir heykelin kaybolduğu bize nasıl bir yolu işaret edebilir?
Birçok Avrupa ülkesinde telif hakkından daha uzun ömürlü, hatta ebedi bir hak olan sanatçının manevi hakkı üzerineydi o geniş dosya. Bir kültür bakanı Jack Lang’ın ısmarladığı, halefi François Léotard’ın burun kıvırdığı Palais Royal’deki Daniel Buren sütunları örneği vardı mesela. “Eğer sütunların yapımına başlanmış olmasaydı, sadece tazminat elde edebilirdim” der avukatı. “Ama değil mi ki eserin yapımına başlanmıştı, hatta eser tamamlanmak üzereydi, artık daha sağlam zemindeydik, sanatçının manevi hakkını öne sürdüm”. Konu kamuoyunda uzun uzadıya tartışılır ve sonuçta yeni Kültür Bakanı eserin bitirilip yerleştirilmesine yeşil ışık yakar, davalaşılmadan konu kapanır.
Gene çok etkileyici bir örnek, Renault fabrikasının 1973’te Dubuffet’ye ısmarladığı büyük heykeldir. 1975’te değişen Genel Müdür heykeli artık istemez. Maketi çoktan hazır olsa da. Sözleşmede, projeden vazgeçildiği taktirde sanatçının tazminat telep etmeyeceğine dair madde de vardır. Buna rağmen Dubuffet dava açar, birçok sanatçıyı harekete geçirir, imzalar toplanır, dünyanın her yerinden müzeler tepki verirler ve sanatçılarda az rastlanır bir mücadeleye girişir Dubuffet. 1977’de şöyle yazar: “Bu müreffeh patronların çalışmama hakaret etmesini kabul etmeyeceğim. Yıkma iddiasında bulundukları eser, toplumsal alanda Renault araçlarının satış eğrisinden çok daha önemli bir meseledir.” Dava temyize gider ve 1983’te Versailles mahkemesi Renault’yu, heykeli tamamlamaya mahkûm eder. Sekiz yıllık bir mücadele sonunda Dubuffet galip gelmiştir. Onunla birlikte de bir bakıma tüm sanatçılar. Dubuffet, o zaman, zaferinin tam tadını çıkarır: Şirketin istememiş olduğu heykeli yapmama lüksünü kullanır. 1985’te Fransa devleti, Dubuffet’ye, Renault şirketinin merkez binasının tam karşısına yerleştirilecek, 1988’de tamamlanan Figürlü Kale’yi (Tour aux figures) ısmarlar… Böyle örnekler vardı hazırladığım dosyada, Federico Fellini’yle de bu dosya çervesinde görüşmüştüm, ancak bir gün benzer bir tecrübeyi yaşayabileceğimiz elbette hiç aklıma gelmemişti.
Şimdilik umudumu koruyorum. Bizim muhatabımız neticede ne devlet ne şirket, Ömer Uluç’a hep çok değer verdiklerini söyleyen iki mimar. Esas muhtabımız onlar. Zikredilen üçüncü kişiyi ise hiç tanımıyorum, adını yeni duydum.