"Düşme, başarısız olma, yanılma ihtimalinin verdiği heyecanla kendini hep güvenli alanlarının dışına itiyor July. Bu hafif huzursuz yaratım hali, giderek sınırları ve söyledikleri büyüyen, daha keşifçi bir sanat pratiğine yol açıyor."
Performans, çoklu medya, underground müzik, ses, video, film, fanzin ve tiyatro alanlarında iş üreten oyuncu, film yapımcısı, kısa hikaye anlatıcısı -ve son olarak da roman yazarı- bir bukalemun Miranda July. Mecradan, araçtan, dilden, aracıdan ve biçimden bağımsız, ilk önce yaratmak için yaratan, her şekli alabilen, uçucu, kaygan bir ruh. Nitekim bu çeşitlilik, geçmişini bir sayı doğrusuna yerleştirmeyi, başı sonu belirgin bir tarihçeye sığdırmayı zorlaştırıyor. July’ın biyografisinin üstü bol çizikli, kenarı köşesi kıvrık, çok sayfalı, bol karakterli, oyunu ve oyuncusu bol. Yine de bu dağınıklığın içinde, yaptığı her işe usul usul sızdırdığı bir Miranda Julylılık, dolayısıyla güvenli bir tanıdıklılık mevcut. Film gibi romanlar yazan, kısa öykü gibi uzun metraj filmler çeken, yapan ve izleyen arasındaki sınırları erittiği performanslarını andıran kısa hikayeler yazan July, aldığı her biçime tam adını çıkaramadığımız, bildiğimiz tatlara, kokulara benzetemediğimiz bir kendilik duygusu işliyor. Yabancılaştırmadan, bizi yavaş yavaş, yansıtmalarımızın, hassasiyetlerimizin ya da korkularımızın şeklini alan şeffaf bir düşünce balonunun içine yerleştirerek.
Düşme, başarısız olma, yanılma ihtimalinin verdiği heyecanla kendini hep güvenli alanlarının dışına itiyor July. Bu hafif huzursuz yaratım hali, giderek sınırları ve söyledikleri büyüyen, daha keşifçi bir sanat pratiğine yol açıyor. Tanımadığınız birilerinden, tanımadığınız birilerine mesajlar iletmenizi salık veren yakın dönemdeki icatlarından biri olan Somebody App’ten, posta kutumuza The Future filminin bir parçası olan varoluşsal ve isyankar gelecek kehanetlerine, July’ın mecraları çeşitlendikçe işleri de o kadar çok sesli hale geliyor.
Kısa monologlardan oluşan ve gündelik bir estetiği olan kısa videolarından, bağımsız film camiasına adını uçuk sarı ve nil yeşili tonlarda yazdıran uzun metraj filmlerine, sanat yerleştirmelerinde ortaya çıkardığı kolektif ruhtan, hamilelik döneminde hayal dünyasını ele geçiren hormon merkezinin eseri son kitabı The First Bad Man’e (Everest Yayınları’ndan Birinci Kötü Adam adıyla yayınlandı), sıradanlaşmadan, ortak bir görsel ve metinsel bir dil yaratıyor. July’ın fokurdayan akıl kaynağından çıkıp, çatallanarak birbirinden ayrışan işleri, yine bir deltada, çok daha büyük, çok renk geçişli ve derin bir maviliğin içinde buluşuyor.
Me and You and Everyone We Know ile defterlerimize adını düştüğümüz July, buruk bir iç açıcılığı olan pastel tonlardaki filmiyle, ve belki de yaptığı en kolay ulaşılabilir işiyle, kendi sivriliklerini çok da törpülemeden daha büyük bir kalabalığın dilini konuşmaya başladı. Bu yakından tanık olduğumuz tarihi kadar, öncesinde ki yaratma sancıları da bir o kadar ilham verici. Otorite figürleriyle her zaman derdi olan July, okulu ve ailesini geride bırakmanın ardından kendisini feminist bir altkültürün içinde yeniden tanıyabilmenin, ona daha önce edinemediği bir aidiyet duygusu kazandırdığını, sonrasında bireysel olarak yarattığı her projenin bu süreçte edindiği kolektif düşünme ve yapma bilincinden kaynaklandığını söylüyor. Okulla, ailesiyle ve kendisiyle sıkı bir mücadele içinde olduğu dönemde kendini yalnız bırakmak ya da okulun problemli çocuğu olmak yerine, genç kadınların yarattığı bir güç manifestosu niteliğinde olan “kendin yap!” hareketine dahil oldu, ve sanatçı olarak hayatına devam edebilmesini sağlayan direnci ve birikimi de böyle kazandı. Kaliforniya’da bir punk barında protest oyunlar sergileyen ve Cebe adında bir punk grubunda şarkı söyleyen July, 90’ların Pasifik Kuzeybatı Riot Grrrl kültürünün ardında bıraktığı rüzgarın peşinden daha savruk ve matematiği olmayan, radyo tiyatrosu ile ses kolajı arasında gidip gelen işler üretti. July, bu dönemde hem estetik pratikleri hem de temsil ettiği düşünce biçimleri ile üçüncü-nesil radikal feminizm ayaklanmasına öncü olan Riot Grrrl ruhunun izinden giderek Big Miss Moviola’yı yarattı. İlk filmini yapmadan önce bu proje ile on yıl boyunca sadece kadınların ürettiği 150 filmlik bir arşiv oluşturdu. Bu süreçte filmlerin yanında hazırladığı manifesto ve tanıtım yazılarıyla kadın film yapımcıları çevresinde posta ve VHS kasetler yoluyla bir film paylaşım ağı oluşturan July, bu arşivin dönüşümünü sağlarken bir yandan da kendi yarattığı film okulundan da mezun oldu.
Başkaları, ya da birileri, July’ın aslında oldukça kendine dönük ve öznel hissettiren sanat pratiğinin başından beri en zengin üretim ve ilham kaynaklarından biri oldu. The Future’ın senaryosu üzerinde çalışırken, çalışmayı ertelemek için zaman geçirirken sarı sayfalardaki satılık kişisel eşya ilanlarını okumaya başladı. Daha sonra gazetede yuvarlak içine aldığı ilanların peşinden, yine yabancıların evine, hayatlarına ve hafızalarına sızdı. Birkaç saatliğine bile olsa tanıdıklaşan yabancılarla yaptığı röportajları, onlardan aldığı eşyaların öykülerini fotoğraflarla birleştirdiği It Chooses You kitabını yayınladı. July’ın, hali hazırda işlerine başkalarını karıştırmayı, hem başka sanatçılarla iş birliği yapmayı, hem de tanımadığı insanlarla ortak bir deneyim yaratmayı, ve de bu toplu, kolektif ruhu abartmayı sevdiğini biliyoruz. Örneğin Learning to Love You More bu birlikte iş üretme fikrinin en dolaysız biçimde projeye dönüşmüş hali. 8000’den fazla kişinin, July’ın Harrell Fletcher ile birlikte ürettiği “hayali bir telefon konuşması metni yaz”, “bir protesto pankartı hazırla ve protesto et”, “anne ve babanın öpüşürken fotoğraflarını çek” gibi talimatlara verdikleri cevaplardan türeyen toplu sergiyi, son birkaç yıldır üzerine çalıştığı performansı New Society’de yeniden hatırlıyoruz. July, New Society’de, sonsuza dek onunla birlikte o tiyatro salonunda yaşamaya yüksek sesli bir “evet” ile gönüllüklerini bildiren topluluğu, yaklaşık iki saat içinde yirmi yıllık bir hikayeye ortak ediyor. Bu iş ile July’ın bir sürü yabancıyı bir kaç cümle ile yarattığı bu yeni topluma -ve rastgele birkaç basit notayla orada uydurulan marşına- inandırabildiğine, aramızda olmadığını düşündüğümüz bağları görünür hale getirerek bir ütopya yaratabildiğine tanık oluyoruz.
July’ın hikayelerinde, mecra farketmeksizin hep bir kırılma ya da radikal bir dönüş ile karşılaşıyoruz. Olayın akışındaki bu beklenmedik kırılma ya da hikayenin tonundaki değişim, July’ın işleriyle olan iletişimimizi ve okuduğumuzu, gördüğümüzü, duyduğumuzu hatta oynadığımızı deneyimleme biçimimizi ters yüz ediyor. The First Bad Man de böyle birçok kırılmaya gebe, hareketli bir fay hattının üstüne oturmuş, buna rağmen yalınlığı, inceliği barındırabilmiş bir roman. July, The First Bad Man’de, mizahı zengin duygu paletinde harmanlayıp bir kez daha büyük olayların peşinden giderek değil, küçük, kısa anlara odaklanarak okuyucunun bedensel hafızasına yerleştiriyor. July’ın sürekli biçim değiştiren personalarından esinlenerek yarattığı hikayenin ana karakteri Cherly Glickman, oğluna hamile olduğu sırada, yüksek hormon merkezinin kontrolü altındayken oluşmuş. Nitekim, The First Bad Man’de July’ın kendisi ile kurduğu fiziksel bağın, beden ve fiziksellik, fiziksel şiddet ve cinsellik üzerine düşünüş biçiminin geçirdiği değişimi net bir şekilde görebiliyoruz.
Kısa öykülerini derlediği No One Belongs Here More Than You’dan tanıdık olduğumuz yumuşak, konforlu bir tuhaflığı var The First Bad Man’in, ve hatta July’ın sinemasının ve sanat işlerinin sunduğu güvenli bir yanılma, düşme ve dağılma alanının varlığından da bahsedebiliriz. July’ın görsel dile hakimiyeti sayesinde roman, okuyucunun hayal dünyasında bazen bir tiyatro oyunu sahnesi bazen de sinematik bir fotoğraf biçiminde canlanıyor. Roman, boğazında nefes almasını engelleyen psikosomatik bir yumruyla yaşayan Cherly Glickman’ın, aşk, etik, fantazi, kuir, seks, şiddet, mantık, tutku, hayal, gerçeklik, kadınlık, annelik gibi kavramlarla boğuşurken geçirdiği dönüşüme tanık oluyoruz.
Cheryl ile hikayenin büyük bir kısmında güçsüz, zayıf hatta acınacak halde karşılaşıyoruz. Cherly, anti ve süper kahraman klişelerini alaşağı ederek, başka türlü bir kurtarıcılık, annelik ve kahramanlık fikriyle tanıştırıyor bizi. Tam hissetmeden de bütün hissedebilmenin, tüm şekilsizliklerine, kaygılarına, güvensizliklerine rağmen bir köklenebilme arzusunun peşinden koşan Cherly, tüm tuhaflığı ile eksikliğe bir övgü gibi. İronik, ya da hipster havalılığında bir aksaklık, tuhaflık ya da beceriksizlikten bahsetmiyorum. July’ın yarattığı -ve olduğu- birçok karakter gibi, düpedüz, keskin bir sıradanlığı var Cheryl’in. Hikaye örgüsündeki duygusal yoğunluk sayesinde itici hale gelmeyen, aksine karakterle yeni bir iletişim kanalı açabilen bir tuhaflık.
Cherly’in bir matematik formülü gibi kurguladığı hayatının taşları beklenmedik bir misafirin gelişiyle yerinden oynuyor. Kurduğu obsesif düzenin, sıkı güvenlik önemli, kontrollu sisteminin içinde ki çatlaklar fark ediyor, ve o her şeyin dağılmaya başladığı, çatlaklara yakından bakmaya başladığı andan, yeni bir kaç hayat doğuruyor. Bu parçalanmayı çok ham ve bir o kadar da yoğun bir dille anlatan Cherly’e, July’ın diğer işlerinde yarattığı karakterlerin abartısız göz acılığından aşinayız aslında. Her gün yeniden doğurduğu, kaybettiği ve bulduğu Kubelko Bondi isimli hayali bebeğin varlığının üzerinde dönüştürücü bir etkisi olduğunu söylüyor July. Cherly’in fantazilerinin, hatalarının, başkalarının gözünden gördüğü haliyle kendisinin ve yine hayatına fütursuzca giren başkalarıyla ördüğü ağın (hayal)ürünü Kubelko Bondi. Hikaye ilerledikçe, Cherly’in kendini inandırdığı sisteminin hayal ya da fantazilerini gerçeğe dönüştürecek kadar nasıl güçlenebildiğini, ve gerçekliğin nasıl da kolayca kayganlaştığını izliyoruz. Tüm bu grilik içinde Cherly’in giderek koyulaşan karanlığına, gönüllü hüznüne, yine de July’ın uslupundan alışkın olduğumuz acı bir mizah ile mesafeli kalabiliyoruz.
The First Bad Man’in bazı anlarda okuyucu ile arasına bilinçli bir mesafe koyduğunu ve yapaylaştığını görüyoruz. Bu ani donukluk ya da yapaylık, yerini, yine öyle aniden, July’ın bizi sessiz sedasız içine çektiği bir duygulanım alanına bırakıyor. Cherly’le kurduğumuz bu inişli çıkışlı bağı ve öykünün bizi aynı anda hem içeride tutan hem dışarıda bırakan değişken sınırlarını, July’ın hikaye kurgusundaki oyunbazlığına ve detaycılığına borçluyuz. Roman, July’ın utanç fikrine, utanma duygusuna, günümüz kültürünün gereksiz, sıkıcı cürretkarlığına ve durmadan kıyaslayan, utandıran kültürüne verdiği bir çok cevaptan sadece biri. Küçük yaştan beri yüz kızartıcı fikirlerle uğraşmayı seven, utanç ve suçluluk duygusu ile derdi olan, fantezi dünyası ve yalnızlık meselesiyle uğraşan Miranda July, hangi şekle girerse girsin bu kavramları da yanında getiriyor. Ve belki de bu yüzden, şöyle basit, terapötik bir soruyla bile ruhumuzun gölgeliklerinden birine kolayca kuruluveriyor. Parıldayan köşelerinden çok, eksikliklerinden ve güvensizliklerinden bir bütünlük hissi yaratmanın peşinde olan July, gündelik ve sönük anlarda kalıp, zaman vererek zarif bir özenle yeniden -başka bir ışık ve hayal gücüyle- yeniden kurguluyor. Böylece, büyük başarıların, büyük anların, büyük sayıların, büyük kurumların egemenliğini de çabasız bir hamleyle yıkmış oluyor. Tüm üretim geçmişini, soluksuz iş üretmesine rağmen (belki de tam da bu yüzden), bir yavaşlık ve sıradanlık müdahalesi olarak düşünebiliyoruz. Son bir kaç yıldır performans/sanatçı konuşması/interaktif oyun karışımı Lost Child ile sık sık şehir ve kıta değiştiren Miranda July’ı sınırlarını giderek esnettiği ve birbirine karıştırdığı sanat/hayat diyarlarının birinde yakalayıp, boyumuzu aşan meselelere bir de onunla bakmalı. Kim bilir belki bahar öyle gelir.