Michel Tournier, 18 Ocak Pazartesi günü Choisel’deki evinde, 91 yaşında öldü. Yazarın 2014 yılı tarihli bu röportajında edebiyata, felsefeye, aşka ölüme ve hayata dair görüşleri yer alıyor. Çeviri: Selman Akıl.
Michel Tournier şiirsel felsefenin Fransız yazarı: 1967’de, ilk romanı Cuma ya da Pasifik Arafı’yla büyük ilgi görerek okurlarıyla tanıştı. Defoe’nun “Robinson Crusoe” romanın yeniden yorumlanışı olan roman medeni bir beyazla bir vahşinin karşılaşmasını anlatıyordu. Fakat bu defa Michel Tournier hikâyeyi ters düz ederek, adası Sperenza ile armoni içinde yaşayan yerli Cuma’yı yüceltiyordu. Kitabın çocuklar için olan versiyonu “Cuma ya da Vahşi Hayat” büyük bir başarı sağlayıp tüm dünyada 7 milyon satışa ulaştı.
Edebiyat adamı, Goncourt ödülüyle ünlenmiş, Claude Levi-Strauss’un öğrencisi, Gilles Deleuze’ün yakın filozof arkadaşı, fotoğrafçı, gazeteci, Académie Goncurt üyesi Michel Tournier capcanlı bir yazar.
Oldukça konuşkan bir insan. Bizimle mevcut edebiyat hakkında muzip, ama aynı zamanda felsefe gibi kalbine yakın diğer konularda da görüşlerini paylaşıyor.
-Gördüğüm kadarıyla Kant’ın tüm eserlerine sahipsiniz!
Kant’ın tüm eserlerine sahip dünyada az sayıda kimselerden biriyim. Hem de Almancaları, bu oldukça az rastlanır! Üniversiteye girerken felsefe sınavında başarısız olmuştum ama bugün bu felsefe sınavlarında sorulan soruları duyunca – bu konuda çok duyarlıyım – bunun felsefeyle hiç bir ilgisi yok. Felsefe benim için çok basit: Önce isimler, Platon Aristoteles, Saint Thomas, Descartes, Malebranche, Hegel… hatırı sayılır düşüncelere sahip büyük adamlar. Bir de Yunanca, Latince ve Almanca yetkinliği gerek.
-Felsefeniz eserlerinizde gün yüzüne çıkıyor mu?
Açık bir şekilde, özellikle çocuklar için olan kitaplarımda. Cuma ya da Vahşi Hayat, var olma durumun kendisi olan Öteki sorunu üzerinde duruyor. Bu aynı zamanda sömürgecilik ve ırkçılık problemi. Ama biliyor musunuz yazmak için önce konu gereklidir. Büyük bir konu. Örneğin, Meteorlar kitabımda iki konu vardır: İkizler ve meteoroloji. Kazıdığım iki büyük konu, bunlar üzerine araştırmalar yaptım, ikizlerle tanıştım.
-Günümüz edebiyatı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Biçim üzerine biraz gözlem her şeyden önce. Başlık. Kaç defa Gallimard yayın evindeki büromda önüme gelen başlıksız el yazmalarıyla şoke oldum! Ben mesela bir sonra yazacağım kitabın başlığını bilirim. Daha sonra, kapak. Benim eserlerimde kitapların kapaklarının güzelliğine dikkat edin. Tüm kitap kapaklarımın şahane olmalarını isterim. Seçerken özen gösteririm. Çünkü bu bir kitapta gördüğümüz ilk şeydir kapak. "Le Vent Paraclet" ve "Paysages et voyages" kitaplarının kapaklarını gösterir.
-Bunlar sizin çektiğiniz fotoğraflar mı?
Ah hayır! Eğer böyle fotoğraflar çekebilseydim, büyük bir fotoğraf sanatçısı olurdum. Büyük bir fotoğrafçı aynı zamanda en yakın dostum olan Edourd Boubat’nın eserleri bunlar.
-Ama fotoğrafı seviyorsunuz!
Fotoğrafla çok ilgiliyim, Rencontres d’Arles’yi yarattım ve “Siyah Oda” adıyla fotoğraf üzerine yüzlerce televizyon programı yaptım. Fotoğraf çok öznel bir şey: Sadece sevdiğim insanların fotoğraflarını çekerim. Tıpkı bir aşk itirafı gibi bir şey diyebilirim.
-Büyük bir fotoğrafçı olmadınız ama büyük bir yazar oldunuz. Neden yazıyorsunuz?
Benim gibi bir sanatçı için, mutluluk yazmaktır, bir tür kurgusal mutsuzluk, romanlar, trajediler yaratmaktır. İşin “boşalma” yanıysa beni iğrendirir. Ben okunmak içim yazarım ve eğer okuyucularım olmasaydı yazmazdım. Bir kitabımın gerçekten yazılmış olduğunaysa ancak birinin ellerinde gördüğümde inanırım. Benim zaferim çocuklar, en iyi tirajım Cuma ya da Vahşi Hayat, yedi buçuk milyon kopya! Kendimizi kandırmaya gerek yok, insanların geniş bir çoğunluğu hiç okumaz. Ama okuyanlar okumayanlardan daha mutludur. Hemen yanı başımızdaki kitapçı bile tanımaz beni. Yaratma eylemi neşedir, bir zevktir. Ama en harika yaratım da, çocuktur. Yine de kendi kitaplarımı yeniden okumaktan nefret ederim. Hele, her seferinde daha iyi olabilirdi dediğimde.
Kısa bir sessizlikten sonra yazar:
"Yaşlılık çirkindir, size yaşlanmaktan vazgeçin diyemem ama kendinizi en kötüsüne de hazırlayın" derim.
-Acı çekiyorsunuz gibi hissetim.
İnsan kendi hayatına bakınca, temel olan bir şey var: o da tarihsel olaylar. Deneyimlemiş olduklarımız… Ben on dört yaşımdayken savaş patlak verdi, ama bunu bütünüyle kavramak için çok gençtim, oldukça ayrıcalıklıydım bir de. Ergenliğim de Kurtuluş zamanına denk geldi, bu mutluluk olamazdı ama. Daha sonra Cezayir Savaşı. Şanslıyım doğruyu söylemek gerekirse, hayatım boyunca asla üniforma giymem ya da silah taşımam gerekmedi! Bu günlerde problem şu: hiçbir şeyin olduğu yok. Biraz yeniden hareket gerekebiliyor.
Kötü olaylar var bir tek. Mutlu insanlar tarihsiz olanlardır. Şunun gibi: "Ne var ne yok sizde? Hiçbir şey. Ah şanslısınız o zaman!" Hiçbir şey olmadığında aslında hayat iyidir. Gündemse diğer taraftan kaçınılmaz olarak savaş. İnsanlığın en büyük felaketi. Asker imgesi vs. Mutluluk işte biraz can sıkıcı olabilir. Bereket versin ki, hastalık da var biraz. (Güler)
-Ya extime günlükleriniz ?
Hepsi orda, şu kutuda. Her şeyi ona not ederim. Size oradan birkaç alıntı yapayım: “Aşk ve dostluk arasındaki farkın ne olduğunu biliyor musunuz? İnsan hor gördüğünü de sevebilir: Boktansın, ama seviyorum seni.” Bir de Petites Proses kitabında da yer alan şu alıntıya bakın: “Şöyle dedi aşk için: ‘Biri gönülden sevildiğinde bunun yanılmaz bir işareti var, onun yüzüne baktığında vücudunun başka hiçbir parçasından yüzü kadar fiziksel arzu duyumsamayacaksın.’”
O burada durdu ama kitapta şöyle devam ediyor bu alıntı:
“Bir mezarı olduğunda, şu yazılsın isterdi mezar taşına: Seni çok sevdim ve sen bunu bana yüz misline çevirdin. Teşekkürler hayat!”