Yazarımız Selman Akıl, SALT Galata’da 1915 olayları sonrası Anadolu coğrafyasının ‘boşluk’larını aralayan ve bilinmeyen tarihe odaklanan Boş Alanlar’ın küratörü Marianna Hovhannisyan’a felaket anlatısını ve projenin nasıl sergiye dönüştüğünü sordu.
Yazarımız Selman Akıl, SALT Galata’da 1915 olayları sonrası Anadolu coğrafyasının ‘boşluk’larını aralayan ve bilinmeyen tarihe odaklanan Boş Alanlar’ın küratörü Marianna Hovhannisyan’a felaket anlatısını ve projenin nasıl sergiye dönüştüğünü sordu.
Selman Akıl: Serginin ismi “Boş Alanlar” ama daima Maurice Blanchot’nun “Felaket Anlatısı” kavramına bir göndermede bulunuyor. Böylece, bu alanların aynı zamanda hem boş hem de yazılmış olmaları söz konusu. Bu durumu biraz açıklayabilir misiniz? Felaket anlatısı ne demektir ve bu felaket anlatısında boş alanlar nasıl beliriyor?
Marianna Hovhannisyan: Maurice Blanchot‘ya gönderme özel olarak Prof. Manissadjian’ın Merzifon’da Anadolu Koleji’nin doğa bilimleri müzesi koleksiyonu küratörü olarak son emeğini ifade etmek için kullanıldı. Manissadjian soykırımdan sağ kurtulmasının ardından koleksiyonunu belgelemek, etiketlemek ve kataloglamak üzere 1917’de Merzifon’a geri döner ve 1918’de katalogu tamamlayarak 1915’te kesintiye uğrayan çalışmalarının yegane kanıtını oluşturur. Bildiğimiz gibi koleksiyon daha sonraki yıllarda dağıldı. Blanchot’nun felsefesi kaynağını 20. Yüzyılın kargaşalı tarihinden alır ve özellikle “Felaket Anlatısı” bir tarihsel katmanlar kitabıdır- yazmak ve ölüm arasındaki ilişkidir, öznelerin Felaket ya da Aghed’den dolayı ayrılış ve kopuşlarıdır. Prof Manissiadjian’ın felaket bölgesine geri dönüşü, 1915’te başına gelenler nedeniyledir ve aynı zamanda onun bilinçli olarak yazma eylemi bu koleksiyonun bir yazar tarafından -bu durumda yazar aynı zamanda koleksiyonun küratörü Johannes Manissiadjian‘dır- bütünlüklü bir anlatı ya da bir biyografiyle bir araya getirilmesini sağlar. Maurice Blanchot kendi “Felaket Anlatısıyla” bu yazımda geleceğin olmadığını varsayardı, aynı bunun başarılabilmesi için zaman ve mekânın olmadığını iddia ettiği gibi… Şimdiye dek koleksiyonla, ya da Ermeniler, Rumlar ve Amerikalılar arasındaki işbirliğinin yarattığı epistemoloji ve ontolojiyle olan bu değil miydi?
S.A: Bu projenin nasıl başladığını, geliştiğini ve burada İstanbul’da bir sergiye dönüştüğünü anlatabilir misiniz? Sürecin can alıcı anları, çok önemli olduğunu düşündüğün anları nelerdi?
M.H: Süreç, 2014-2015 Hrant Dink Vakfı ile Türkiye-Ermenistan Burs Programı kapsamında SALT Galata‘da American Board Archive’in Batı Ermenileri belgelerini kataloglamak için araştırmacı olarak çalışırken başladı. Burs kapsamındaki ilk araştırmalar, SALT’ın görevlendirmesiyle, “Boş Alanlar”a dönüştü. Sergi başlangıçta iki taraf için de planlanmış proje değildi, ucu açık bir süreçti. Yine de gördüğünüz gibi içeriğinin doğasına uygun olarak kesintiler ve keşiflerle evrildi. Aynı zamanda, sergi süreci gerçekten sınırlı materyallerle başladı ama SALT’ın kurumsal çerçevesi yeni materyalleri bir araya getirmek ve sergi sürecine ilgili cemaatleri dahil etmekte destekleyici oldu.
Sanırım, sergide herşey açık bir şekilde sunuldu- katalogun bulunması, dağılmış koleksiyonun izlerinin sürülmesi, Prof. Manissadjian’ın biyografisinin çeşitli parçalarını bir araya getirilmesi ya da sergi mekânının bir sunumdan çok bir durum olarak yaratılmaya çalışılması…
S.A: Açılışta “Uluslararası Sahada Bir Bitki Avcısı” bölümünün girişindeki duvara yerleştirilmiş kırmızı bir çiçeğin önünde durup yanılmıyorsam şöyle diyordunuz: “Bu çiçek artık Türkiye’de var olmayan bir çiçek.” Duygusal bir andı. Prof Manissadjian’ın koleksiyon ve kataloğunu anlatıp detaylandırabilir misiniz?
M.H: Prof. Manissadjian’ın çalışması Avrupadaki bazı firmalara, botanik bahçelerine ya da fidanlıklara kök ve bitki fidanı sağlamanın yanında uluslararası sahada (Almanya, Fransa, Hollanda v.b) türlerin numune takasını da içeriyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu oldukça yaygın bir uygulamaydı. Prof. Manissadjian’ın bu lalenin canlı soğanını C.G. van Tubergen olarak bilinen Hollanda firmasına gönderen son bilim insanı olması dolayısyla sergide Tulipa Sprengeri‘nin (Sözkonusu lalenin bilimsel adı) hikayesini oldukça sembolik bir veri olarak görebilirsiniz. Numune takası da 1915’teki kıyımla birlikte durdu, aynı zamanda lale çöken İmparatorluğun da simgesiydi.
S.A: Osmanlı İmparatorluğunda ve hatta Cumhuriyette müzelerin kurulması için az sayıda girişim oldu. Müzeler popüler kurumlar değillerdi. Prof Manissadjian özel bir girişim olarak görebiliriz böylece. Peki Ermenistanda durum nasıldı, özellikle 1915 ile ilgili müzelerin önemli bir yerleri oldu mu? Aynı zamanda Türkiye’de bir Ermeni müzesi yok, bence bu olabilirdi. Ve belki de birileri bunu gerçekleştirmeli. Türkiye’de bir Ermeni müzesinin kurulabilmesi için herhangi bir fikriniz var mı?
M.H: Sanırım, bu soruya cevap vermek istemiyorum.
S.A: Sergi için, bu sizin işiniz ama yerinizde olsam sayfaları sergileyip dijital ortamda çiçek, kelebek ve hatta orijinal etiketleri göstermek yerine, çiçek, kelebek ve orijinal etiketleri sergileyip sayfaları dijital ortamda gösterirdim. Bu şekilde beni daha çok heyecanlandırırdı. Bu konuda ne düşünürsünüz?
M.H: Dijital veriyi kullanma kararı orijinal materyallere erişim eksikliğinden kaynaklandı, ikincil olarak da kavramsal ve görsel kararlardan. 2016 yılında, SALT’a, Türkiye’ye, İstanbul’a bir kez daha Prof. Manissadjian’ın tüm orijinal bitki, kelebek türlerinin her birini taşımak ne anlama gelir? Koleksiyonu yeniden canlandırma ya da ondan arda kalan özgün nunumelerin özgünlüğünü sergilemek gibi bir niyet yoktu. Bana göre, katalogun sayfaları gibi çeşitli çağrışım, üretim biçimi ve temsiller üzerinden kapsamlı bir okuma sağlanabilir.
S.A: Şimdi de size arşiv kavramını ve onun toplumları iyi yönlere dönüştürme kapasitesi hakkında düşüncelerinizi sormak isterim. Bazı filozoflar için, örneğin, arşiv kavramının toplumların demokratikleşmesine önemli bir katkısı vardır: Daima totaliter/otoriter rejimler üreten mitolojilere karşı, arşivler demokratik toplumlar yaratmaya hizmet eder. Bu arşivi toplama sürecinde, aşağı yukarı bir tür aktivist gibi, toplumların hayrına bir iş yapıyormuş gibi hissetiniz mi? Ve arşivlerin toplumları iyi yönde özellikle dönüştürme gücüne inanırmısınız?
M.H: Kendimi bir aktivist olarak görmüyorum, ama zamanımızda küratörlük, materyal ve topluluklarla (İster sanatçılar, kurum çalışanları ya da toplumsal gruplar olsun) aktif olarak iletişimde olmayı, çok disiplinli yaklaşımın uygulanmasını ve özel bir sesin telaffuz edilmesini gerektirir. Dönüşümü sağlayan arşiv değil, ama bunun ötesinde niyetlerdir. Bu durumda, SALT, ARIT [Amerikan İlmî Araştırmalar Enstitüsü], Hrant Dink Vakfı ve benim karşılaşmamız birçok ilgili grup için, geçmişteki Ermeni ve Türk çatışması için, hatta Amerikan misyon tarihi, arşivler, görsel kültür ve kurumlar için farklı bir şekilde bağlantı kurma potansiyelini yarattı.
S.A: Arşiv sözcüğü, aynı zamanda, Türk-Ermeni meselesinde çok önemli bir yere sahip. Bu meseleden konuşulduğunda daima konu bu sözcüğe gelir, meselenin semptomatik sözcüğü gibi. Ama sonrasında hiçbir şey olmaz, en azından Türkiye’de, sonrasında herkes kendi pozisyonunda kalır. Sizce arşiv tek başına bu sorunu çözebilir mi?
M.H: Sosyal ve kültürel bakış açılarıyla arşiv materyalini sorunsallaştırıyorsanız, arşiv çalışması asla otoriter bir yaklaşımı gerektirmez. Tam aksine, size derinliklerini keşfetmeye davet eden açık bir ortam sunar. En temelde, “bilgi hakkı” ve “erişim hakkı”ından söz edebiliriz. Gerçekten de eğer herhangibir arşiv materyali hukuki düzende yerini alıyorsa, ve bu durum özelinde eğer Ermenilerin “erişim hakkı” söz konusuysa, bu adalet talepleri için bir kanıt olur. Bu anlamda, arşiv materyali elbette bir çözümdür. Ancak, şu anda, görsel kültür alanında özellikle koleksiyonların, arşivlerin ve tarihlerin sergi ve projelerle açılmaları yönünde ciddi bir eğilimin olması sebebiyle, ben daha çok SALT ve benim paylaştığımız motivasyona kavramsal olarak bakma eğilimindeyim- “bilgi hakkı”. Bu temsil krizinden, coğrafyaların istikrarsızlığı ve politik çatışmaların yaygınlaşmasından kaynaklanır. Bu süreçler, nedenlerin ve niyetlerin nihayi alanı olan tarihi ve jeopolitiği işleyip bunların üzerine soru işaretleri koyarak, uzamsal-kültürel anlatıların yerlerini değiştirme, planını çıkarma ve yeniden düzenleme amacındadırlar. Sanıyorum, Boş Alanlar’ın yaptığı buydu.