Kuzgun Acar’ın 1949’da Akademi’ye girmesiyle başlayan ve 1968’e kadar yoğun, 1976’daki ölümüne kadar ise ara ara devam ettiği heykel sanatına kazandırdığı çoğu yapıtı yok oldu. Hatta her zaman çok sevdiği sinema sanatına verdiği ürünlerin -Doğu’da çektiği belgesel filmler- ve sokak tiyatroları için yaptığı maskların bir kısmı da kayboldu. O nedenle en bilinen heykellerinden birinin korunduğunu, sahiplenildiğini bilmek iyi geliyor insana.
Kuzgun Acar’ın 1949’da Akademi’ye girmesiyle başlayan ve 1968’e kadar yoğun, 1976’daki ölümüne kadar ise ara ara devam ettiği heykel sanatına kazandırdığı çoğu yapıtı yok oldu. Hatta her zaman çok sevdiği sinema sanatına verdiği ürünlerin -Doğu’da çektiği belgesel filmler- ve sokak tiyatroları için yaptığı maskların bir kısmı da kayboldu. O nedenle en bilinen heykellerinden birinin korunduğunu, sahiplenildiğini bilmek iyi geliyor insana.
Heykel sanatının özgün isimlerinden Kuzgun Acar denilince çoğumuzun aklına Unkapanı’nda Şehir Tiyatroları Reşat Nuri Sahnesi’ni geçtikten hemen sonra İMÇ’nin cephesindeki Kuşlar adlı soyut duvar kompozisyonu gelir. 1967-68 yıllarında açılışı yapılan İstanbul Manifaturacılar Çarşısı, mimarisi kadar Füreya Koral, Eren Eyüboğlu, Yavuz Görey, Sadi Diren, Nedim Günsür, Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Ali Teoman Germaner ve Kuzgun Acar’ın yapıtlarıyla da dikkat çekmişti.
Yıllar içerisinde neredeyse kendi haline bırakılan bu yapıtlar 2008 yılında İMÇ yönetiminin aldığı bir kararla Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı tarafından temizletilmiş, restorasyonları için sponsor arayışına başlanmıştı. Demirleri tamamen çürüyen Kuşlar heykeli restorasyon için ilk sıradaydı. Sonunda 2013 yılında İMÇ’nin katkıları ve Fatih Belediyesi’nin lojistik desteğiyle Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı çatısı altında restorasyonuna başlanan yapıt, üç yıllık emeğin ardından şimdi İMÇ’den önce Sakıp Sabancı Müzesi’nde sanatseverlerle buluşmaya hazırlanıyor.
Sanatçının 40. ölüm yıldönümü nedeniyle, 24 Haziran – 23 Ekim 2016 tarihleri arasında Kuşlar – Soyut Kompozisyon yapıtının müzede sergilenmesi etkinliği kapsamında, 24 Haziran Cuma günü 14.30’da Sakıp Sabancı Müzesi’nde KBGV Onursal Başkanı Faruk Pekin, Mimar Doğan Tekeli, Tasarımcı Metin Deniz ve Konservatör Doç. Özer Aktimur eşliğinde bir de konferans düzenlenecek.
Kuzgun Acar’ın 1949’da Akademi’ye girmesiyle başlayan ve 1968’e kadar yoğun, 1976’daki ölümüne kadar ise ara ara devam ettiği heykel sanatına kazandırdığı çoğu yapıtı yok oldu. Hatta her zaman çok sevdiği sinema sanatına verdiği ürünlerin -Doğu’da çektiği belgesel filmler- ve sokak tiyatroları için yaptığı maskların bir kısmı da kayboldu. O nedenle en bilinen heykellerinden birinin korunduğunu, sahiplenildiğini bilmek iyi geliyor insana. Aynı özenin diğer yapıtlarına da gösterilmesini umarak sanatçının üretimlerini şöyle bir anımsayalım isterseniz…
Türkiye’nin zor koşullarına karşın, 1950’lerin pek çok cesur sanatçının ilerici ve yaratıcı çalışmalarıyla dünya sanat camiasında da ses getirmeye çalıştıkları verimli yıllar olduğu söylenebilir. İşte böyle bir ortamda Kuzgun Acar da Akademi’deki hocaları Rudolf Belling ve Hadi Bara’nın -burada Zühtü Müridoğlu ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun da adlarını anmak gerek, çünkü kendi ifadesiyle her iki ustanın da sanatını biçimlendirmesinde katkıları büyüktür- izinden yürüyerek büyük başarılara imza attı.
1961 yılı sonunda Paris’te düzenlenen Uluslararası Genç Sanatçılar Bienali’ne demir çivilerden yaptığı iki heykelle katılan ve bu çalışmalarıyla Paris Kenti Birincilik Ödülü’nü alan Kuzgun Acar, seçici kurulda bulunan usta heykeltraş Giacometti’nin övgüsünü kazanmakla kalmayıp, bir de burs kazandı. Bu burs sayesinde bir süre Paris’te çalışma şansı yakalayarak sürecin sonunda elek tellerinden ürettiği formları, demir çivilerden yaptığı heykelleri ve desenlerini Paris Modern Sanatlar Müzesi’nde sergiledi. 1965’te Fransa’da yeni binalara maliyetinin yüzde biri oranında sanat eseri konulması zorunluluğu getirilmişti. Türkiye’de ise ancak bazı ilerici mimarların projelerinde yer bulan sanat eserleri mekânlara/binalara yerleştiriliyordu. İşte tam da bu yıllarda kısa süreliğine İstanbul’a gelen ancak Paris’e yeniden dönemeyen Kuzgun Acar, mimari ile sanatın buluştuğu çalışmalara imza atmaya başladı. Aslında ilk çalışması Paris’e gitmeden önce, Nişantaşı’ndaki bir apartmanın ön cephesine yaptığı dekoratif bir düzenlemeydi. Betona geometrik motifler kazıyarak yaptığı bu düzenleme onun mimariyle ilişkisinin belki de en basit ama güzel örneklerinden biriydi.
Paris’ten dönünce ilk yaptığı işlerden biri mimar Ercüment Tarcan’ın Karaköy’de yaptığı Tatlıcılar Binası’nın zemin katındaki pastane için sipariş ettiği ışıklandırma sistemiydi. Burada plastik malzeme kullanarak yaptığı abajurların kablolarını kamufle etmek için duvarları çevreleyen ahşap panolar yapmıştı. 25×100 cm. boyutlarında, siyaha boyanmış ve üzerlerine ağacın kırmızımsı rengini de ortaya çıkaracak şekilde çivi yazılarına benzer motifler oyulmuş panoları bir süre sonra mekân sahipleri yerlerinden söküp depoya kaldırdı. Daha sonra onları almak isteyen ikinci eşi Bige Berker bunu başaramayınca tahmin edebileceğiniz gibi kayboldular. 1966 yılında Türkiye’nin ilk gökdeleni sayılan Ankara Kızılay Meydanı’ndaki Emekli Sandığı tarafından inşa ettirilen Emek İşhanı’nın yan duvarına yerleştirilecek duvar heykeli siparişini aldı. Ardından yine Ankara’da Ziraat Bankası Genel Müdürlük ek tesislerinden Merkez Muamelat holü dekorasyonu kapsamında bir heykel yapması istendi. Aynı yıl İstanbul Unkapanı’nda Manifaturacılar Çarşısı projesi konuşuluyordu ve dönemin ruhuna uygun olarak Çarşı içinde farklı bölümlere yerleştirilecek sanat yapıtları sipariş ediliyordu. Kuzgun Acar da Kuşlar adlı soyut kompozisyonuyla bu sanatçıların arasında yer aldı. Bu çalışması günümüze kadar korunabildi biliyorsunuz, ancak Ankara’daki Emek İşhanı duvarına yerleştirilen “Türkiye” adını verdiği soyut heykeli için aynı şeyi söylemek mümkün değil.
1967 Eylül’ünde binaya yerleştirilen heykel 1974 yılında sanat dünyasının itirazlarına karşın yerinden söküldü. Dokuz yıl sonra Büyükşehir Belediyesi heykelin akibetini araştırmaya başladığında parçalanarak bir depoya yerleştirildiği ve hurdacıya satıldığı gerçeğiyle karşılaştı.
1960’lı yılların sonunda sinemaya ilgisi izleyici olmanın ötesine geçen sanatçı, kısa metraj ve belgesel film projeleri çekmeye başladı. Aynı zamanda tiyatroyla da flört ediyor, Mehmet Ulusoy’un sokak tiyatrosu için maskeler yapıyordu. Bu çalışmalar onun için halka dönük, üretmekten keyif aldığı çalışmalar halini aldıkça heykelle ilişkisi seyrelmeye başladı. Yine de arada sırada aldığı siparişlere, biraz da maddi açıdan rahatlatacağı için, hayır demedi. 1969’da Şeker Sigorta’nın Fındıklı’daki yönetim binasının terasına bir heykel-havuz, 1973 yılında Gülhane Parkı’na bir heykel ve Karaköy’deki bir büfenin duvarına rölyef yaptı. Karaköy ve Gülhane’deki çalışmalarında işlevselliği ön plana çıkarmak istediğinden insanların eşyalarını asabilecekleri heykeller tasarlamıştı. Ancak bu heykellerin sonu da Ankara’dakinden farklı olmadı; bir süre sonra kaldırıldı ve bir daha izine rastlanmadı.
1974 yılında Devrimci İşçi Sendikası’na bağlı Maden İş Sendikası’nın Gönen Denizkent’teki Eğitim ve Dinlenme Tesisleri’nin dış duvarına yaptığı heykel ise Kuzgun Acar’ın şanslı çalışmalarından biri. Metal atıklardan yaptığı farklı insan figürlerinden oluşan 13 metrelik bu kompozisyonu yerleştirmek için Gönen’e geldiğinde duvarın henüz yapılmadığını gören sanatçı, heykelini yerleştireceği duvarı da kendisi yaptı. 12 Eylül’le birlikte yerinden söküldü, ama subaylardan birinin müdahalesi üzerine saklandı ve 1996 yılında bazı parçaları tamamlanarak yeniden aynı yere yerleştirildi.
Doğada bulduğu ahşap materyallere ufak müdahalelerden oluşmuş ilk dönem çalışmaları bile sıradışı sayılabilecek Kuzgun Acar, sürekli yeni malzemeler keşfetmeyi seviyordu. Metale yöneldiği zamanlarda hurdacılarda bolca zaman geçiren ve bunun sonucu çivileri kaynaklayarak yaptığı soyut heykellerini ortaya çıkaran sanatçının telden yaptığı soyut ve figüratif heykelleri ise neredeyse bir çığır niteliğini taşıyordu.
Böylesine üretken, hep arayan, deneyen, keşfeden, insanın değerini bilen bir sanatçının yapıtlarının çoğunun hiçliğe karışmış olması üzücü olduğu kadar düşündürücü. Son yıllarda nasıl sahip çıkacağız, nasıl koruyacağız sorularını sıklıkla soruyoruz pek çok durum için. Ama gördüğünüz gibi öncesi de farklı değil meselenin.
Biz düşünmeye devam edelim, son sözü Kuzgun Acar söylesin:
“Önce kendi işimde devrimci olmaya uğraşıyorum. Kaçınılmaz bir şey bu. Ben kendi heykelimde bir şey beceremiyorsam, bir yeni tad, bir yeni koku, bir yeni inanç koyamıyorsam kime ne söyleyeceğim ki…”