Sezonun en dikkat çekici işlerinden birisi Treplev ve Ümit Erlim de Treplev’in başrol oyuncusu. 18 yaşına kadar profesyonel basketbol oyuncusu olan Ümit Erlim, İTÜ’de fizik mühendisliği okudu. İTÜ’nün TİMİS oyuncularından biri oldu. Derken mühendisliği bıraktı ve soluğu Kadir Has Üniversitesi tiyatro bölümünde aldı. Okurken oynadığı Pis Yedili dizisi onun için bir dönüm noktasıydı.
Kadir Has’ı bitirir bitirmez İngiltere’de Goldsmiths Üniversitesi’nde yüksek lisansı bitirdi. Döner dönmez Das Das’da Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet oyununa dahil oldu. Sonra Das Das’da Romeo ve Juliet için çağrıldı. Hem dijital projelerde hem tiyatro sahnesinde son yıllarda sıkça görmeye devam ettiğimiz Erlim ile oyunculuk kariyerini, benimsediği teknikleri, sektörel sıkıntıları ve sektöre dair gereklilikleri konuştuk.
Kumru Yaren Cengiz: Aldığın teorik bilgiler pratiğini nasıl besliyor? Akademik olarak güçlü olmanın getirdiklerini konuşalım mı?
Ümit Erlim: Teorik anlamda tabii ki bir sürü şey öğrenmek, hem Türkiye tiyatrosu adına hem aslında kendi geçmişimizle bugün arasında kurduğumuz bağa bakmak, bugünkü anlatı dilini de değiştiriyor. Mesela Treplev oyununun oluşma sürecinde bile onun etkisini ben gördüm, görüyorum.
K.Y.C.: Treplev çok alışık olunan bir sahneleme değil aslında. Bir sanat galerisinde üç farklı katta oynanan ve tamamen interaktif bir yerde duran ve seyirciyle iletişimi hiç kopartmayan bir anlatı tiyatrosu. Aslında anlatı tiyatrosundan bu kadar bıkmışken anlatı tiyatrosunu istersek böyle de yapabiliriz diyip ters köşe yapan bir proje olduğunu düşünüyorum. Anlatı tiyatrosu mu yapacağız illa Türkiye’de? Tamam, böyle de yapabiliriz dedirtiyor Treplev.
Ü.E.: Gerçekten çok güzel yorumladın. Ben ve oyunumuzun hem yönetmeni olan hem de oyundaki oyuncu partnerim olan Başak Kıvılcım da böyle düşünüyoruz. Bir şeyi anlatmak illa sandalye koyup anlatmak olmamalı ya da birçok farklı karaktere bürünüp tek bir sandalyede anlatmak gerek gibi zannediyoruz. Şu an günümüzde bunun kolaya kaçmak olduğunu düşünüyorum. Bunun da biraz insanları, özellikle gençleri, çok sıktığını düşünüyorum. Bir yandan da aslında tam da bu değişim dönüşüm Treplev’in yani Martı oyunundaki ana karakterlerden bir tanesinin ne kadar göz ardı edildiğini gösteriyor. Ne kadar ötelendiğini gösteriyor. Çünkü aslında içten içe görüyoruz ki herkes Arkadina ve Trigorin olmak istiyor. Herkes klasik bir sahneleme biçiminde, klasik bir anlatı olsun kafasında gidiyor. Ama şimdi… Treplev yeni biçimler arıyor. O zaman mesela bugüne kadar izlediğimiz Martı oyunlarını düşündüğümüz zaman Treplev hep göz ardı edilmiş diyorum. Hep Treplev yok sayılmış. Treplev’in tarzıyla yapılan bir iş hiç yok neredeyse. Şimdi oyuna gelip, klasik seven birilerinin beğenmemesini de çok anlıyorum. Çok anlayışla karşılıyorum. Ama o zaman Treplev’in hikayesi olmazdı bu. Klasik bir biçimde ben Treplev oyunu yapamam. Treplev’in derdine ters zaten. Dolayısıyla o noktada gerçekten hani yapıyı bozalım dedik. Zaman akışını tamamen bozduk. Beş perdeli bir yapı söz konusu Martı oyununda, onu bozduk. Yönetmeni bizzat sahnede belirtiyoruz, yönetmen olarak orada da bulunuyor. Tabii ki seyircinin bakış açısına göre annesi oluyor, yazarın iç sesi oluyor, yargılayıcı ebeveyn oluyor. Ama bir yandan da bütün bu konvansiyonel akımı, hadi bir bozalım, ne yapabiliriz dedik. Ama dediğin gibi interaktif alanları çok ve seyirciyle tamamlanıyor. Ama aynı zamanda da tiyatro oyunu mu? Evet, tiyatro oyunu. Çünkü hani bunu da tartışmak gerekiyor. Tiyatro gerçekten ne? Yurt dışı festivallerini, yurt dışındaki yapılan işleri görünce mesela Avignon’da oyuncusu olmayan bir tiyatro oyunu izlemiştim ben. İşte o alışık olduğumuz konvansiyonel akıma uymayan her şey için bu tiyatro değil demeye yönelik bir kolaycılık var aslında şu an. Evet ama aslında tam da yaptığımız tiyatro. Ya da tiyatroyu biz belirliyoruz.
K.Y.C.: Tiyatroyu biraz da metin merkezli görme algısından ötürü olduğunu düşünüyorum bunun. Müziği, hareketi ya da başka bir şeyi sahnelemede merkezi oyun figürü olarak kullanan bir proje olduğunda hemen bunun için işte bu bir oyun değil, bu bir performans diyoruz. Ama aslında bir oyunda illa oyuncu ya da metin baş figür olmak zorunda değil.
Ü.E.: Evet. Çünkü bir yandan da kolaya kaçmış oluyoruz onu söyleyerek. Ama ben kendi oyunculuk sürecimi düşündüğüm zaman, ben de aslında bir yandan kendi kendime sürekli aslında bu soruları sorup, iş üretirken de oynarken de aslında böyle yaklaşıyorum. Bir yandan da işte doktora sürecimde de aslında bunları araştırmak hoşuma gidiyor benim. Oyunculuğun bugün ne anlam ifade ettiği, bugün hangi oyuncaklarımız var gibi gibi… Çünkü oyunculuk baktığın zaman zamanının felsefe, psikoloji ve işte bu tip bilimleriyle beraber ilerleyerek gelişmiş. Bu noktada bugün baktığımız zaman bugünkü çalışmalar ya da işte Stanislavski sonrası çalışmalar çok daha hani popüler ve ön planda olmuş oluyor. Bunu da göz ardı etmememiz gerekiyor. Ben de hani kişisel olarak fiziksel eylemler metodunu ya da işte ne bileyim Rudolf von Laban’ın efor çalışmaları, Meisner’in çalışmaları hep aklımın bir tarafında dönüyor bir metin çalışırken. Ama dediğim gibi her metin aynı oyunculuk tarzını da getirmiyor bence. Orada da bir kafa karışıklığı var. Her yönetmenin farklı bir tarzı olabileceği gibi aslında tek bir tiyatronun da olmayacağı gibi tek bir oyunculuk biçimi de yok. En temelde aslında metnin ve işte o tasarımın içinde, Treplev’in belki dediği gibi bir tasarım koyuyor ortaya bir yönetmen, belli tercihleri var. Bu tercihlerin içinde sen olabildiğince özgürce sözcükleri ruhundan akıtmaktır diyor oyunculuk için Treplev. Bir yandan da bütün bu yapının içinde olabildiğince özgür ve rahat ifade etmen gerekiyor kendini ki aslında seyirci de o anlamda seninle bir empati ilişkisi kurabilsin diye düşünüyorum.
K.Y.C.: Treplev’le bayağı özdeşleşmişsin…
Ü.E.: Treplev’in bizim yeniden yazımımızla da üçüncü partta söylediği şeyler aslında bugün bir yandan da kendi kendime söylediğim şeyler. Başak’ın kendine söylediği şeyler. Bir oyuncu adayının kendine söyleyebileceği şeyler olabiliyor. Çünkü günlük gelir geçer şeylerden bu konvansiyonun içinde yer alamayanlar ne olacak? Bunlar yok olmak durumunda mı? Ne yapalım? Gerçekten pesimist bir tarafta durup Treplev gibi kendimizi öldürelim mi? Gerçekten de bununla mücadele etmek durumundayız. Çünkü dönemin zevkleri, estetik algısı, iletişim biçimleri hepsi değişiyor. Değişmek durumunda zamanla. Fakat neleri kullanabileceğiz, neleri kullanabiliriz? Bunun üzerine belki de düşünmemiz gerekiyor.
K.Y.C.: Haklısın. Az önce biraz bahsettin ama oyuncu olarak hangi teknikleri daha çok kullanmaya eğilim gösteriyorsun? Kendine ait bir teknik bile oluşturmuş olabilirsin artık zaten. Ama nereler sana daha yakın geliyor?
Ü.E.: Kurmaca bir eser hayatın belli bir alanını sıkıştırıp onu kurmaca hale getiriyor. Bu kurmaca halde aslında belli seçimler yapmamız gerekiyor. Dolayısıyla hayatta insanın nasıl amacı sürekli değişiyorsa kurmaca metinde de tam tersi. Yani belli bir isteğimiz, belli bir karakterimiz var. O karakterin belli bir isteği var. Ben biraz bunun izini sürmeyi seviyorum. Aynı zamanda da tabii ki bu noktada fiziksel olarak karakter ne istiyor? Sahnenin gereği ve karakterin o sahnedeki amacı ne? Bunun mümkün olduğu kadar gerçek hedefleri olması gerektiğini düşünüyorum. Bu bizi ancak oynatabilir aslında. Bir yandan bunları araştırmak hoşuma gidiyor. Bir yandan da kişisel olarak doktora tezi sürecinde Rudolf von Laban’ın efor çalışmaları ve doğayı aslında belli eforların belli hareketleri doğurduğu bir yapı tasarlıyor Laban. Bunun üzerine araştırıp düşünmeyi seviyorum biraz da. Dolayısıyla hani farklı farklı şeyleri kullanıyorum aslında çalışırken. Ama genelde fiziksel, fiziksel olarak düşünüyorum karakteri. Yani daha soyut, işte psikolojik bir yerden tabii ki değen noktaları oluyor ama… Ya şey saçma çünkü yani bir karakteri, bir duyguyu oynamak, bir karakterin işte iç dünyasını göstermeye çalışmak. Bunlar sahne üzerinde oyuncuya faydalı olacak şeyler olmuyor bir süre sonra. Hani Stanislavski’nin işte son dönem çalışmalarında…
K.Y.C.: Klişeleşmiş yanlışlar aslında bu son söylediklerin. Duyguyu oynamak dediğimiz şey… Bir oyuncu olarak azıcık bu mesleğe giriş eğitimini alan biri bile böyle bir şey olmadığını biliyor aslında.
Ü.E.: Evet, çünkü duygu gelip geçici ve bir sonuç olarak ortaya çıkacak duygu. Dolayısıyla bizim aradığımız şey, o duyguyu ortaya çıkaracak şey ne? Bir karakteri oraya götürecek şey ne?
K.Y.C.: Eylemi oynuyoruz aslında. Eylemden sonuca ulaşmaya çalışıyoruz.
Ü.E.: Evet, dolayısıyla ben Stanislavski’nin son dönem çalışmalarını, fiziksel eylemler üzerine yaptığı araştırmaları ve post-Stanislavski çalışmalarını daha yaratıcı buluyorum ki post-Stanislavski çalışmalarına aslında Grotowski’nin de, Meisner’in de, Chekhov’un da, Laban’ın da çalışmaları bunun içine girmiş oluyor. Biraz daha sahne üzerinde kişisel olarak şeyi seviyorum, daha net hareketler. Tabii ki her gün her oyun farklı oluyor ama sonuçta yeterince net olması gerektiğini düşünüyorum hareketlerin. Alelade, sıradan olmayacak ve bence burada da çok böyle sınır, bir çizgi var. Ama aynı zamanda da herkesin yapabileceği gibi bir şey olması gerekiyor. Dolayısıyla izleyen insanların çok rahat yapılabilecek bir şey, çok sıradan bir şey gibi göreceği ama aslında hiç de sıradan olmayacak şeyler olması gerekiyor bence.
K.Y.C.: Şunu da oynamak istiyorum dediğin bir yazar ya da şu yönetmenle çalışmayı çok istiyorum dediğin biri, bir hedef, bir hayalin var mı?
Ü.E.: Yani beğendiğim, takip ettiğim çok fazla yönetmen var. Mesela New Theatre’ın yönetmeni Krzysztof Warlikowski‘yi çok beğeniyorum. Complicité‘nin kurucusu Simon McBurney’i çok beğeniyorum. Çok farklı farklı yönetmenlerle çalışmak çok hoşuma gidiyor benim. Sinemada da öyle. Ya mesela Türkiye’den işte Serdar Biliş, Kadir Has’tayken bitirme oyunumu yönetmişti. Onunla çalışmak çok isterim tekrar. Mehmet Birkiye ile çalışmak isterim. Mehmet Ergen ile çalışmak isterim. Yelda Baskın’la çalışmak isterim. Gülhan Kadim ile çalışmak isterim. Ama bir yandan da evet, kendi işlerimi üretmek de istiyorum. Çünkü bir şekilde ben kendimi yaratıcı bir oyuncu olarak görüyorum. Kendimden bir şey çıkarıp üretmek hoşuma gidiyor. Dolayısıyla aslında ders verdiğimde de buna dikkat ediyorum. Bugün bir oyuncuysan aslında sadece birilerinin projesinde yer alarak kendini var edemiyorsun. Dünyada hiçbir yerde bu böyle olmuyor. Tabii ki o bir seçim. Kendi işini de üretmeni bekliyor düzen. Bugün işte ne bileyim Fleabag örneği var. En son Baby Reindeer örneği var. Oradaki oyuncular aynı zamanda yaratıcı bir oyuncu olarak ortaya çıkıyorlar. Kendi işlerini üretiyorlar. Kendi hayatla kurduğu iletişimi bir şekilde sahneye yansıtıp bir arayış içindeler. Bu benim hoşuma gidiyor.
K.Y.C.: Tiyatrodaki işlerin daha depresif, melankolik karakterler. Kamera önünde işlerin ise çok daha neşeli, çok daha hayatı seven ve coşkulu karakterler. Bu bilinçli bir tercih değildir diye düşünüyorum. Doğru mu?
Ü.E.: Doğru. Yani televizyon, sinema kısmı benden bağımsız ilerleyen bir şey biraz. Menajerimden ayrıldım ve menajer bulamıyorum mesela. Çünkü celebrity arıyor o menajerler. Yani genelde ünlü oyuncuları tercih ediyorlar. Ünlü derken de hani ünlü oyuncu da değil aslında. Celebrity diyorlar. Dolayısıyla aslında oyuncu aramıyorlar. Tanınmış bir kişi arıyorlar. Uğraşıyorsun yıllardır, bunun üzerine kafa patlatıyorsun oysa.
K.Y.C.: Çok güzel ayrım bu. Oyuncu değil tanınmış bir kişi herkesin aradığı… Ve bu çok ciddi bir sorun.
Ü.E.: Ben tam ünlenmişken ve dizi yapmışken yurt dışına gittim. Arkadaşlarım gitme, kal burada, paranı kazan dediler. Araba alanlar oldu, evini alanlar oldu. Ben gittim yurt dışında yüksek lisansa para verdim falan. Yurt dışında kalıp vatandaşlık alabilirdim. Ama orada da yine kariyer olarak, oyunculuk olarak istediğim yerlere gelemeyeceğimi gördüm. Çünkü hâlâ İngiltere’de de olsun, Fransa’da da olsun hâlâ stereotip cast yapılıyor. Hâlâ eğer ki Türkiye’den gelmiş bir oyuncuysan seni koyacakları rol baştan belli. Dişlerinle taşı parçalasan bile senin gerçekten hak ettiğin ya da göz önünde olan bir rol alman çok zor. Dolayısıyla ben hani orada boş yere oturmak yerine “evet ya biraz daha sabredeyim, vatandaşlık alayım, keyfime bakarım, sonra düşünürüm” demek yerine “hayır, ben işimi yapmak istiyorum” diyerek Türkiye’ye geri döndüm bir yandan da. Maalesef kafam böyle çalışıyor. Biraz kendi işimi çok önemsiyorum.
K.Y.C.: Çok da iyi ediyorsun. Peki senin oyuncu olarak ritüellerin var mı sahne öncesi?
Ü.E.: Ya garip olacak belki ama böyle ufak ritüellerim var. Mesela Romeo ve Juliet’in 3. sezonundayız. Yaklaşık 80 oyun oynamışızdır bugün. Her oyundan önce bir tane tuhaf, Sanskritçe bir elektronik müzik parçası dinliyorum. Niye bilmiyorum. Bu şarkıyla başladım oyuna. Biraz dans ederek, biraz zıplayarak, hoplayarak bu şarkıyı dinleyerek başlıyorum. Yalnızlar için bir mat çalışması var yaptığım. Genelde ısınma için kullandığım. Onda şarkı dinlemiyorum. Orada farklı farklı seslerde, farklı farklı enerjilerde karakterleri oynadığım için genelde o ses ve o vokal üzerine çalışıp ısınıyorum. Treplev’de de kendi söylediği şarkılarla aslında başlıyoruz ses provası alırken. Onunla başlıyorum.
K.Y.C.: Çok teşekkür ediyorum bu güzel sohbet için sana Ümit. Ben bu seride her konuğumdan bir şarkı önerisi isteyerek bitireceğim söyleşileri. İlk konuğum olarak ilk şarkıyı senin önermeni istiyorum. Hangi şarkı olsun?
Ü.E.: Asıl ben teşekkür ederim. Şarkı olarak da… Büyük Ev Ablukada’nın Beklediğim Gibiyim şarkısı favorim bu aralar. O olsun.