Fondazione Prada’da Venedik Bienali’yle eşzamanlı açılan Jannis Kounellis sergisi, her zaman liberalizmle savaşı olmuş sanatçıyı ağırlamakta kusur etmiyor. Ne yazık ki söz konusu arte poveracı, malzemede sınır tanımayan Kounellis olunca “kusur” ister istemez arzulanıyor. Duvarlarda duman izleri, biraz kömür kokusu ve ateş ihtimali aranıyor. Yaşasaydı Prada Vakfı müzesi’ne nasıl bir tiyatro sahnesi gözüyle bakardı sorusunu sorduruyor. Sergideki tüm metinleri Bora Zaimoğlu çevirisiyle yayınlıyoruz.
“Dostoyevski’yi kültürümün bir parçası sayamam”
The Gold Wall, 1975’te Napoli’de yapılmış, sonra da Documenta’da yeniden sergilenmişti. Herhangi bir zıtlık yaratmadığı gibi bir Batılı tarafından yapılmıştı. Viyana’ya bir gönderme olabilir, hatta pek de muhtemel. Bir Brecht operasının arka perdesi de olabilir. Doğuşu öyle bir yerden. Çoğu Avrupalı gibi ben de Dostoyevski’yi kültürümün br parçası sayamam.
“Bir müze benim için aslında bir tiyatro sahnesi bir platform”
Garip bir nesle aitim ben: başkaları gibi ben de 30 yıldır çalışıyorum, ama nedense etkinlikleri, sergileri düzenleyen insanlar yeni bir sanatla karşılaşınca neye uğradıklarını şaşırıyorlar. Bir zamanlar sergiler için duvara asılmak üzere tablolar hazırlanır, böylece ziyaretçilerin bütün dikkatı bu sabit ve sınırları belirlenmiş noktaya toplanırdı. Bana gelince işler değişiyor, galerilerde tek kişilik gösteriler, müzelerde, halka açık alanlarda işimin zirvesini yansıtabileceğim sergiler… İşlerimi kimin sergilediği beni pek ilgilendirmiyor, bir galeri veya bir müze benim için aslında bir tiyatro sahnesi, söylemek istediğim bir şey varsa, bunu söyleyebileceğim bir platform. Eğer böyle açık bir alan yoksa, kendimi asla ifade edemem.
“Her sergi bana maceracı bir hayat yaşattı”
Bütün bunlara rağmen hala boyutları temsili kömürümü, demirimi, birbirine dikerek boşluğu yapılandırdığım bez çuvallarımı sergiliyorum. Her sergi açtığımda dramanın anlamını yeniden keşfediyorum ve bu gizli hedeftir ki, bana, bugüne kadar maceracı bir hayat yaşattı. Aynı zamanda bu cehennemin, sonsuz tiyatrolardan sadece biri olduğu gerçeğini öğretti; hırsın da, acının da arkasında izler bırakan bir kumar olduğunu fark ettirdi. Bu aydınlanma içimdeki yolculuk arzusunu depreştiriyor, tecrübeyle edindiğim bilgilerle beni bir şehirin sınırlarından merkezine ve daha da ötelere gitmek istetiyor. Yumuşak bir deri parçasına işlenmiş bir edadaki, uzayın yeniden keşfi ve ritimli aralıklarla yerleştirilmiş mütemadiyen bir ilerlemedeki işlerim, yaşanmış ütopyaların sonsuz sayıda yinelenmesinden başka bir şey değil.
“Evrensel boyutları eserlerimde kullanmayla ilgiliyim”
The Cotton Piece gibi bir eserde, demirin temsil ettiği yapıyla, bu yapının içinde konuşlanmış duyarlılığın temsili pamuk arasında bir ilişki doğuyor. Bu ilişkilerin ilki. Aynı ilişki küçük metal pulların ve kahvenin, kömür ve kömür işçisinin arasında da mevcut. Bunlar gerçek ilişkiler. Bu sadece bir materyali değil, bu materyalin başka elementlerle, hatta kendinin zıttı olabilen elementlerle etkileşimini anlatıyor. Sonraki eserlerimde kullandığım duman gibi bir elementin bile, temeli olan demirle olan bu etkileşimini gözlemlemek mümkün.
Tartışmanın konusunun değişmesi lazım. Metal plakalar kullanıyorum tamam, ama onları belirli bir biçime sokarak – 2’ye 1,80 metre- kullanıyorum, boyutları aşağı yukarı çift kişiklik bir yatak haline geliyor. Bunlar evrensel boyutlar, bir masanın uzunluğu, bir kapının genişliği gibi. Oldukça standart ölçüler bunlar, bir masa, kapı veya yatağın ölçüleri insan ihtiyaçlarına göre belirlenir, ben de bu tür ölçüleri eserlerimde kullanmayla oldukça ilgiliyim.
“Kavramsal sanatı asla kabullenemiyorum”
Aynı kaynaktan esinlenen bir dizi eserim var. Kömür, ateş, kaktüsün yapısı oldukça olağan, hep karşılaştığımız şeyler. Bütün bu eserler aynı problemi ele alsalar da, sonuç pek rasyonel değil. Aralarındaki bağlantıyı anlamak çoğu zaman mümkün değil. Bütün bu işlerin tek bir ortak noktası var-hassaslık ve yapı arasındaki ilişki. Ama The Dancer ve The Violinist gibi eserler bu ortaklıktan yoksun. Onun yerine tarihin belirli bir parçasından, bir tür hazdan bahsediyorlar. İşin sonucuna gelince sanatın amacı bunları da kapsıyor, değil mi? İşte bu nedenle kavramsal sanatı asla kabullenemiyorum, tarihsel bir çelişki barındırdığından.
“Güllerden bir ormana girmek”
Bütün bir gösteriyi böyle yapmayı düşünmedim değil. İlk odaya siyah bir gül ve kafesler içeren resmi koyarak, sadece tutarlı bir saplantı yaratmak için. Sanki güllerden oluşan bir ormana girmek gibi, ama boyutları abartılmış ve küçültülmüşlerle çevrili.
“Aynı stilin zorla tekrarlanması sanatın yok olmasına yol açar”
Eserlerimde önceden yapılmış bir şeyi tekrarlamamaya çalışıyorum. Benim beyanlarım her zaman oturmuş stillere aykırı. Aynı stilin zorla tekrarlanması, sanatın yok olmasına yol açar. […] Renkler kullandığım eserler üzerinde çalıştım, hatta gerçek resimler bile yaptım, rakamlarla yaptığım resimlere bir ara vermek için. Mesela bu gösteride kullandığım toprağa gömülü kaktüsler, önceki odadaki kaktüslerin demir plakalardan fışkırdığı eski işlerimle bir zıtlık içerisinde.
“Halbuki ben bir ressasım doğumum da resim yapmaktan gelmiştir”
Atmışlarda benden bir sanatçı olarak bahsediliyordu, daha bir kömür yığınına nasıl hitap edeceklerini bilmediklerinden. Halbuki ben bir ressamım, doğumum da resim yapmaktan gelmiştir. Çünkü resim yapmak görüntüler yansıtmaktan ibarettir, herhangi bir tavır ve hatta bir teknik bile içermez. Her ressamın kendi imgeleri ve bu imgeleri sunma yolları vardır ve ressam kelimesinin geleneksel sanat anlayışına bağlanması, sanatçı kelimesinin ise anarşist, yenilikçi ve deneysel kavramlara bağlanması basmakalıp algılardan ibarettir ve saçmalıktan başka bir şey değildir. Jackson Pollock, Amerikan alan anlayışını epik bir şekilde yeniden icat eden bir ressamdır. Meksika duvar tabloları da birer resim, Duchamp da bir ressamdır. Liberalizm resme hayal dünyasının en uzak sınırlarına ulaşma özgürlüğünü bahşetmiş, ve sanatçıya entelektüel rolünü geri vermiştir.
“Çiçekler insanı şaşkına uğratır”
Natüralizm bir kolektif bütünüdür. Bir zamanlar bir Fransız aktör, her gösterisinden önce izleyicilerin karşısına geçip bir serçenin boğazını kesermiş. Ancak bunu yaptıktan sonra başlarmış gösterisine. Pek keskin bir gösterim değil mi? Çiçekler doğanın sevgisi değil, papağan ve ateş gibi insanı şaşkına uğratan şeylerdir. Ama şok kavramının şiddetin bir söylencesi olduğu söylenemez. Aslında Aydınlanma Çağı’nın mentalitesine karşılık gelir.
“Realist bir ressam değilim. Realizmle aynı şeyleri temsil ediyoruz sadece”
Ateş kavramı bir sorun ortaya çıkarıyor. Benim ilgimi bu elemente çeken ise sadece alevin kendisi değil, aynı zamanda Ortaçağ hikayelerindeki yeri. Ortaçağ efsanelerinde ateş hem arınmak hem de cezalandırılmakla iç içe. Ortaçağ kiliselerin duvarlarında dünyanın bir tarafta, cennetin ise karşısında bulunduğu resimlere rastlamak mümkün. Aralarındaki mesafe ve hemen aşağıda bulunan cehennemle aralarındaki ayırım her zaman çok az bir miktarda portre edilmiştir. İnsanlar birinden diğerine geçmek için bu mesafeyi kat etmek zorunda olmuştur. Benim için ateş, 1967’deki papağanla aynı görevdedir. Canlıdır, her zaman agresif bir şekilde dışarıyı gözler. Ama ikisi de temelleri olmadan bir anlam ifade edemezler. Canlıdır, gerçektirler, ama hepsinden önce belli ilişkilerin temsilidirler ve bana sorarsanız ikisi de benim için resimdir. Bazen realist bir ressam olup olmadığım soruluyor, cevabım ise kesin bir hayır. Realizmle aynı şeyleri temsil ediyoruz sadece.
“Kendimi sessiz bir şair, kör bir ressam, sağır bir müzisyen olarak görüyorum.”
Öncelikle Klein ve ben, Delacroix’ya ortak bir hayranlık duyuyoruz. İş maviye gelince, resimlerimde hiç kullandığım söylenemez, ama onun kullanışına hayranlık duymaktan kendimi alamıyorum. Ne zaman altından bahsedilse aklıma bir altın ustası olan Verrocchio gelir. Bir hacın şaftında duran altın varaklı çocuk pabuçları, şapkadaki altın varaklı defne dalı Verrocchio’ya birer göndermedir. Napoli sergisine gelince, altın duvarın önünde duran bir figür var, üstüne bir şapka ve mont asılı bir askılık. Siena’lı resim anlayışının izlerini tasvirli sanat eserlerinde ve sevdiğim başka bir ressam olan Klint’te görmek mümkün. Kendimi sessiz bir şair, kör bir ressam, sağır bir müzisyen olarak görüyorum. Alevlere gelince, bir Ortaçağ sahnesi betimliyorlar, tarihin sınırları içerisinde kalmış bir sanatçının tasvirinde bir sahne.
“Güzellik bize bir vaat olarak gelir”
Radikal olmak perspektiften ibaret değil. Belki de yeni bir bakış açısı her zaman radikal sayılabilir. Güzellik, güzellik içindir… Güzellik devrim niteliğinde bir faktördür, bu nedenle güzellik dengenin bir göstergesidir. Doğal olarak başka faktörlerle de birleşir. Bir şeyin tasvirinin birden fazla yolu vardır; güzelliği elde etmenin bir sürü şekli olduğu gibi. Dahası şekilsel bir adaletin arkasında her zaman bir güzellik yatar. Ve en önemlisi tamamen bağımsız bir şekil alır. Kimse ikonografik bir güzellik aramaz. Güzellik bize bir vaat olarak gelir, verilmiştir, ve asıl güzelliği de bunda saklıdır.