Sanatatak yazarı Efe Beşler bu hafta ve her hafta yeni çıkan kitaplardan en önemlilerini seçiyor. Bu haftanın önerileri: Sığınamayanlar, Rojava Kürtlerin Zamanı, Düşünüyorum da, Müthiş Bir Şey! ve Likör Hikayeleri
Sığınamayanlar
Bu haftanın yeni kitaplarından biri, uzun bir süredir insani açıdan canımızı sıkan bir konuya değiniyor: Suriyeli mülteciler. Evrensel Basım Yayın tarafından yayımlanan ‘Sığınamayanlar’ adlı kitabı Ercüment Akdeniz yazmış. 2014 yılında ilk kitabını yine Suriyeli mültecilerin hayatlarını gazeteci gözüyle yazan Akdeniz, aynı zamanda Hayatın Sesi Televizyonu’nda haber koordinatörü olarak çalışıyor.
Suriye iç savaşının kompleks hali bölgede tam ‘gaz’ devam ediyor. Hâlâ savaşın barışa doğru evrilmesi için bir çözüm bulunabilmiş değil. Emperyal devletlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarını çözemediklerinden olan Suriyeli kadın, çocuk, yaşlılara oluyor. Bu insanlar her türlü riskini göz alarak Batı’ya (Türkiye’den bile gitmek istiyorlar) kaçmaya çalışıyorlar. Ölüme adeta meydan okuyorlar. Bu arada ‘emperyal devletler sistemi ne yapıyor’, ‘Türkiye ne yapıyor’ sorusu akla geliyor. Çıkarların çatışması, çakışması ile devletler birbirlerine yeri geldiğinde şantaj yapıyorlar, sorunu derinlemesine çözmeye yanaşmıyorlar. Mültecileri pazarlık unsuru yapıyorlar. Milyonlarca mültecinin hayatı nasıl kurulacak ve kurtarılacak diye sormuyorlar. İşte bu soruları Ercüment Akdeniz derinlemesine soruyor, can alıcı bu meseleyi parmak basıyor.
Uzun bir süredir topraklarımızda yaşayan Suriyeli göçmenlere halen mülteci hakkı tanınmadı. Türkiye Cumhuriyeti devleti bu insanları ‘misafir’ statüsü altında değerlendiriyor. Bu karar da Suriyeliler için risk taşıyor tabii ki. Çünkü Birleşmiş Milletler hukukundan muaf oluyorlar. Mesela çalışma izni alamıyorlar. Her an geri gönderilme riskinin bulunmasından dolayı da, Avrupa ve Amerika’ya sığınmak için Türkiye’yi bırakarak, koca denizleri küçücük botlar içinde aşmaya çalışıyorlar. Ölüm yolculuğuna bırakılan mültecilere dünya da sessiz kalıyor. Ancak Alan Kurdi’nin cansız bedeni karaya vurunca ‘insanlık’ hatırlanıyor ve Avrupa’ya akan mülteci sayısı artınca biraz gündeme geliyor. İşte Ercüment Akdeniz de konuyla ilgili geniş bir araştırma yaparak mülteci krizini sorguluyor. Egemenlerin çıkar oyunlarını, Geri Kabul Anlaşması’nın perde arkasını, Türkiye’nin bu oyun içinde nerede durduğunu bize anlatıyor. Bu kirli pazarlığı anlamak, anlamlandırmak ve krizin boyutlarını daha net görmek isteyenler için…
“Ercüment Akdeniz’in, kısaca Sığınamayanlar adını taşıyan bu kitabının Türkiye’de göç ve göçmenler meselesini sınıfsal bir perspektifle ele alması ve verilerini birinci elden alan çalışmalarıyla destekliyor olması bakımından, içinde bulunduğumuz dönemde bu konuda yapılmış çalışmalar içerisinde son derece önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. “
Özgür Müftüoğlu (önsözden)
Rojava: Kürtlerin Zamanı
Haftanın diğer yeni kitabını tanıtmaya başlayalım. Konu Suriyeli mültecilerden açılmışken Rojava’ya gelelim o zaman. Usta gazeteci Fehim Taştekin’in Rojava adlı kitabı İletişim Yayınları tarafından kısa bir süre önce yayımlandı. Önceki kitabı Suriye Yıkıl Git, Diren Kal! ile bölgenin geçmişini ve oyuncularını derinlemesine anlatmıştı. Suriye ile ilgili uzman olan Taştekin, bu kitabında Kürtlerin ve bölgedeki diğer halkların mücadelesine odaklanıyor.
2011 Arap Baharı ile ilk önce Tunus’ta başlayan isyan dalgası, diktatöryal yapıları bir bir devirerek Suriye’ye kadar ulaştı. Önce Tunus, sonra Mısır, Libya ve Suriye. Üç ülkede yaşanan isyanlar sonucunda az çok bir yönetim kurulabildi. Fakat Suriye’de durum iç savaşa doğru evrildi ve işin içinden çıkılmaz boyutlara ulaştı. Savaşın açgözlü ve fırsatçı oyuncuları çoğaldı haliyle. Yüzbinlerce insan ölürken, milyonlarca insan başka ülkelere göç etmek zorunda kaldı. Bu arada Suriye’nin kuzeyinde Türkiye sınırı boyunca yaşayan çoğunluğu kimliksiz olan Kürtler direnmeyi ve yaşam alanlarını savunmayı seçti. Direnmek ve savunmak derken, üçüncü yolu seçtiler aslında; ne Suriye yönetimine ne de isyancılara katılarak kendi yollarını çizdiler. Bu yolu da PYD’nin liderliğinde YPG/YPJ askeri kuvvetleriyle yaparak, 2012’den itibaren kendileri için yaşam ve savunma alanı kurdular. Bu dönemde Kobani, Cezire ve Afrin kantonları kuruldu. Bir süre sonra Kobani ve Cezire kantonları IŞİD’den temizlenerek birleşti. Bu birleşmede esas hedef olan yönetim biçimi özerklik üstüne inşa ettiler ve etnik ve dini farklılıkları da kapsayan bir anlayışla yönetmeye başladılar. Tabii PYD bu yönetim biçimini tesis etmek isterken de ciddi eleştiriler aldı. Rakip partileri dışlamak, gücü tekeline almak, Irak Kürdistanı ile sıkıntılı ilişkileri kurulması vb… PYD ve onun askeri uzantısının dünyadaki yansıması ise daha farklı oldu. Özellikle kadın savaşçıların cephede yer alması ve IŞİD’e karşı mevziilerin bir bir kazanılmasıyla, Kürtler bir bakıma popülerleşerek uluslararası alanda meşruiyet zemini buldu. Fehim Taştekin, işte bu tarihsel döneme Kürtlerin ve diğer etnik-mezhebi topluluklar arasındaki ilişkiler gözünden bakıyor. Suriye Kürtleri ile Türkiye, Irak ve İran’daki Kürtlerle olan hem siyasi hem sosyal etkileşimlerini; farklı çizgilere sahip olan Kürt hareketleri arasındaki mücadeleyi inceliyor ve gözler önüne seriyor.
Bu kadar çok bahsi geçen Rojava’nın arka planını öğrenmek, ilişikler ağını daha geniş bir perspektiften görerek yorumlamak için, özellikle bu kitabı tavsiye ederim. Kanton yapılanmasıyla Rojava’da başlayan süreç şu an Türkiye’nin de savaşa bir köşesinden müdahil olmasıyla daha da kızışacak gibi duruyor. Tam da Türkiye’nin müdahil olduğu bir nokta bu kitap ekstra önem kazanıyor.
Düşünüyorum da, Müthiş Bir Şey!
İki yeni siyasi kitabın ardından Erdal Öz’ün edebiyat çalışmasıyla devam edelim. Can Yayınları tarafından Eylül ayında yayımlanan ‘Düşünüyorum da Müthiş Bir Şey!’ adlı kitap Erdal Öz’ün düzyazılarından, hikayelerinden oluşuyor.
Eminim ki orta yaşın üzerindeki okuyucular Erdal Öz’ün, şair Turgut Uyar’ın dizelerinden alınmış ‘Gülünün Solduğu Akşam’ adlı kitabını çok iyi bilirler. Başlıca Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idama giden sürecini tuttuğu günlükle çok çarpıcı bir şekilde anlatır o kitap. Genelde siyasi kimliği ile tanıdığımız Öz, gençken şiirler, öyküler, inceleme yazıları yazmış, bazı dergilerde de yazıları yayımlanmış. Fakat araya askeri darbelerin girmesiyle tutukluluk sürecinde edebiyat yazılarına ara vermek zorunda kalmış. Şimdi ise tekrar edebiyata geri döndüğünü okurlara müjdeliyor Öz. Böylece bu kitabıyla, edebiyat alanda daha önce yazdıklarını bir araya topluyor. “Tüm yazarlık birikiminin sonuçlarını sergilediği bu yazının bir yerinde, dil işçiliğinin verdiği tadı bakın ne güzel anlatıyor Erdal Öz:
“Sözcüklerle oynamak, tanıklıkları, saptamaları sözcüklerle boğuşarak, sözcüklerle sevişerek birer görüntüye çevirmek; bu görüntülerden büyüklü küçüklü birer bütünlük çı- karmak, yani yaratmak; yani bir tür ölümün üstesinden gelip, yaratılan gerçeklerle ölümden de sonra bir uzak noktalara uzanmak, şimdi düşünüyorum da, müthiş bir şey. Bir tür Tanrı’yla yarışmak gibi bir şey…”*
“Ben, kendi yazdıklarımın ilk okuruyum. Yazdığım her cümle, her paragraf, okur olarak kendimi düşünüp yazdığım, okur olarak benim beğenimden süzülüp geçecek cümleler, paragraflardır. Benim kafamdaki okurum "ben"im, kendimim. Başkaları beni ilgilendirmez. Öyleyse, benim okurum, benim yazdıklarımdan hoşlanabilmek için, benim yapımda, benim düzeyimde, benim beğeni düzeyimde biri olmak zorundadır.” **
Öz’ün edebiyatını keşfedip, 43 hikayenin yer aldığı kitabını keyifle okuyacaksınız.
*Kitabın Sunu bölümünden alıntıdır.
**Kitabın arka kapağından alıntıdır.
Likör Hikayeleri
Tanıtacağım kitap aslında bu haftanın yeni kitabı değil. Haziran ayında raflara gelen Likör Hikayeleri adlı kitaba ayrı bir parantez açarak kısaca tanıtmak istiyorum. Can Yayınları’ndan çıkan bu kitabı Reyhan Yaman yazmış.
Neden bu kitaba tanıtıyorum sorusu sorulabilir. Önceki aylarda farklı internet sitelerde tanıtımı yapılmıştı. Fakat biraz da duygularımıza, anılarımıza ve hafızamıza dokunduğu için tanıtımını yapmayı uygun buldum. Aslında çocukluğumdaki anılara gidiverdim bu kitapla. Anneannem bayramlarda, yılbaşlarında kahvenin yanında mutlaka likör ikram ederdi. Genelde nane likörü ikram edilir ve içilirdi. Hele o küçük kristal bardaklarla olan sunumu ile nanenin yeşili harika bir görüntü sunardı bize. Müthiş bir uyum içinde dans ederdi harika ikili. Alkol de neymiş? Diye hiç düşünmezdik. Alkol almış gibi algılamazdık likörü. Sanki bir gazoz içiyormuşçasına gibi bir havası vardı o dönemlerde. Tatlı ya! Hatta anneannem teşvik bile ederdi bizi. Korkmayın alkolik değildi! Bizi de alkol bağımlısı yapmadı! ☺ Yani, kısacası bu ritüel gelenekti ailemiz için. Yalnız zaman ilerledikçe bazı geleneksel yöntemler kaybolmaya yüz tuttu. Bu yok oluş biçiminin çeşitli sebepleri elbette ki mevcut. Şimdi bu tanıtım yazısında nedenlerine girmek istemiyorum. Unutulan, kenara itilen likör ritüelini, macerasını Reyhan Yaman tekrar hatırlatarak harika bir iş başarıyor, hafızamızı canlandırıyor. Beni de tabii ki geçmişe doğru ışınlıyor. Bu geleneği aslında bir arada yaşadığımız ‘gayrimüslim’ nüfusa da borçluyuz galiba. Kültürel entegrasyonumuzu yapamamış bir toplum olarak, bu tip sembolik ritüellerin anlamı bende çok büyük. Bu yüzden eskiden yaptığımız şeyleri hatırlamak en azından ruhumuza bir parça iyi geliyor.
Reyhan Yaman, Likör Hikâyeleri’ni yazarken, geçmişi hatırlatıyor ve aynı zamanda bu geleneğe methiyeler düzüyor. Belli bir yaş grubu bu kitabı okurken keyifle anacaktır.
Not: Reyhan Yaman, kitapta bir yandan likör tarifleri verip likörle hazırlanan kokteylleri anlatırken bir yandan da likörün tarihine dair önemli bilgiler paylaşıyor.* Evde kendinizde yapabilirsiniz. Elinizdeki cep telefonlarını bırakır ve anılarınızı hatırlayarak konuşmaya başlarsınız belki…
*Arka kapaktaki tanıtım metininden alıntıdır.