Neoliberal Kent Politikaları ve Fener-Balat-Ayvansaray
Yeni bir hafta daha geldi çattı. Bu hafta tanıtacağım kitap Türkiye İş Bankası Yayınları‘dan çıkan Neoliberal Kent Politikaları ve Fener-Balat-Ayvansaray. Kitabın editörlüğünü Zeynep Ahunbay, İclal Dinçer ve Çiğdem Şahin yapmış. İstanbul’un köklü tarihine sahip semtlerinin neoliberal politikalarla modernize edilmesine karşı olan mücadeleyi kapsamlı bir şekilde anlatıyor.
Dünyada son yıllarda artan neoliberal politikalar hayatımızın her alanını kuşatmakla kalmıyor, yavaş yavaş bizleri ve çevremizi istemediğimiz şekilde değiştiriyor. Bunu yaşamımızın her anında, gözlemliyor ve yaşıyoruz. Günümüzde en çok duyduğumuz örneklerden biri de, hukuka rağmen doğal örtüyü bozarak rant uğruna maden aramalarına onay verilmesi. Daha çok yeni Cerattepe örneğini hatırlayabilirsiniz. Büyük şirketler devletlerle iş birliği yaparak rantı paylaşıyorlar. Bu paylaşımı da toplum yararınaymışcasına algılanması için özel ve kamu kurumlarını kullanıyorlar. Rant üzerine dönen bu mekanizma, şehirlerimize, yaşam alanlarımıza saldırıyor ve zorla değiştirmeye çalışıyor. Hatırlayın, Gezi Parkı isyanı da bu yüzden çıkmamış mıydı? Ya da İstanbul’a her iki yakasından girerken gördüğünüz çarpık şehirleşme ve beton bloklaşma. Koca koca estetiği olmayan dev çirkin betonerme yapılar. İşte bu örneklerin tümü neoliberal politikaların kent kültürünü ve yaşamını tahrip ederek, toplumu birbirine yabancılaştırma politikasının sonuçları olarak değerlendirebiliriz. Bunun en açık örneklerinden biri de, Ankara’nın merkez semtlerinin geniş caddelerle bölünerek, trafiği rahatlatmak adına araçların üstünlüğü üzerine kurulmasını gösterebiliriz. Yanında da birçok AVM’nin yapımına onay verilmesiyle, bireyleri içi boşaltılmış birer tüketici haline getirip, eskiden kalma imece usulü mahalle kültürünü tarihe gömmesi anlamına gelmektedir.
Kısaca kentleşme politikalarına güncel örneklerle girmek istedim. Yukarıda anlatılanlarla bu kitabın bağlantısı da tam da rant ve semt kültürünün çatıştığı noktada başlıyor. İşte bu kitap İstanbul’un çok eski tarihine sahip olan semtlerinin de bu tehlikeyle karşı karşıya kalmasını anlatıyor. Sulukule hala hafızalarımızda. Romanların mahallelerinden çıkartılarak mahalleye lüks konutlar yapılmıştı geçtiğimiz yıllarda. Fener’i, Balat’ı ve Ayvansaray’ı gezenler bölgedeki eski ahşap evleri, kiliseleri, küçük dar apartmanları çok iyi bilirler. 1998 yılında UNESCO, AB ve Fatih Belediyesi ile yapılan ortak bir çalışma neticesinde bölgedeki semtler koruma altına alındı ve Sit alanı ilan edildi. Buradaki evler genelde dar, birkaç katlı cumbalı, semt sakinlerinin yaşadığı yerlerdi. Bu mimarilerin çoğunlukla bakımsız olmalarına rağmen, meraklıları ve küçük sermaye sahipleri tarafından bu semtlere ilgi artmaya başladı. Sadece mimari açıdan ilgisinin yanısıra, hala eski mahalleli dayanışmasının devam etmesi, ara sokaklardaki bakkaların, manavların, eski tip eczanelerin açık olması, pazarların kurulması bu semtlerin değerini ve önemini bir kez daha arttırdı. İşte bu tarihi habitusunun neoliberal kentleşme politikalarına rağmen korunması oldukça önem kazandı. Kitabımız, bu kadim semtlerin tarihine, geçmişine ve geleceğine dair kıymetli makaleleri bir araya getirmiş ve bölgenin tarihi ve sosyal yapısını görünür kılarak, kentsel dönüşüm politikalarının sorunlu alanlarına da dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Bu alanda önemli bir ihtiyaca denk düşen bu çalışmayı, kentleşme, kentsel dönüşüm politikalarıyla ilgilenenler ve çalışanlar için okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.
Bu alanda yazılmış benzer örnekler:
Milyonluk Manzara: Kentsel Dönüşümün Resimleri, Nar Photos, İletişim Yayınları, 2013
Mülk, Mahal, İnsan: İstanbul’da Kentsel Dönüşüm. Asuman Türkün, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014
Bir Şehri Yok Etmek: İstanbul’da Kazanmak ya da Kaybetmek. Emine Uşaklıgil, Can, 2014
İstanbul Kimin Şehri? Kültür, Tasarım, Seyirlik, Sermaye. Dilek Özhan Koçak, Orhan Kemal Koçak, 2016
Atruş’tan Maxmur’a: Kürt Mülteciler ve Kimliğin Yeniden İnşası
İletişim Yayınları son iki haftada çok faydalı ve kıymetli kitaplar yayımladı. Haftanın yeni kitabı akademisyen Arzu Yılmaz’a ait: Atruş’tan Maxmur’a (Mahmur): Kürt Mülteciler ve Kimliğin Yeniden İnşası.
Günümüzde Kürt sorunu denilince, ekseriyetle Türkiye’deki Kürtlerin sorunu olarak algılıyor ve bunun üzerine konuşuyoruz. Kürt sorunu aslında dört bir parçaya bölünmüş uluslararası bir sorun aynı zamanda. Ortadoğu coğrafyasında çok çeşitli Kürt siyasi hareketleri büyük bir dinamizm içinde hem çatışıyor hem de devamlı kendini inşa etmeye çalışıyor. Kürt sorunu Türkiye’nin demokratikleşme sorunu olsa bile, Ortadoğu’da da Kürdistan probleminin olduğunu birçok araştırmacı, yazar, kanat önderi kabul ediyor. Suriye’de Rojava, Irak’ın federal bölgesi Kürdistan, İran’daki Kürtler ile beraber sorun olduğundan da büyük bir hal alıyor. Türkiye’de ana akım Türk bakış açısıyla fikir üreten kurumlar, kişiler ağırlıkla ülkedeki Kürt sorununa tek taraflı perspektiften odaklanıyor. Sadece bir parçasını konuşuyor ve yorumluyorlar. Aksine sadece Türkiye’deki Kürt sorununa odaklanmak, geniş Ortadoğu perspektifini de kaçırmak demek aynı zamanda. Türkiye’nin dönem dönem zorunlu göç politikalarını sadece içerden değil Ortadoğu’dan da okumak gerekebilir. Hatta 1990’larda Türkiye’den göçmek zorunda kalan Kürtlerin Ortadoğu coğrafyasında nereye gittiklerini, neler yaptıklarını pek de bilmeyiz aslında. Ana akım basında çok da görünür değildir. Tüm bu örnekleri ele aldığımızda, bundan dolayı Kürt sorunu kapsamlı bir bakış açısına ihtiyaç duymakta ve tüm yönleriyle ele alınmalıdır. Bu kitap Türkiye sınırları dışında kalmış Kürt yerleşim birimlerindeki insanların mülteciliğini ve yeninden kimlik inşasına dayanıyor.
Arzu Yılmaz, özellikle Türkiye sınırlarının dışındaki Kürtlere odaklanan bir akademisyen. Bununla ilgili birçok makalesini, tebliğlerini, konuşmalarını bulabilirsiniz. Yeni kitabında Artuş’tan Maxmur’daki mültecilere odaklanmış. 1990’larda hatırladığımız Irak’ın kuzeyinde yer alan, binlerce Kürt’ün yaşadığı Atruş ve Maxmur kampları. Buranın var olma sebeplerinden en önemli nedenlerinden biri, 1990’larda Türkiye’de yaşanan köy boşaltmalarından dolayı yüz binlerce göç eden Kürtlerden oluşması. O dönemlerde yakılan, zorla boşaltılan bölge halkının bir kısmı Batı’daki illere göçerken, diğer bir kısmı da sınırı geçerek Irak’a yöneldi. Bugünkü rakamlarla Türkiye’den 15 bin Kürt göç etmiş bu kamplarda. Arzu Yılmaz, kitabında bu göçlerin getirdiği zorunlu hayatı, bu dünyayı mültecilerin tanıklıklarına başvurarak kampların yapısını ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Buradan hareketle, başlarda mağdur konumda olan bu insanların sonrasında nasıl özne haline geldiklerini de anlatıyor. Mültecilik statüsünün bu kamplardaki iki yüzlü yaklaşımını ve devletler arasındaki anlaşmaların çoğunlukla insan hakları karşısında daha büyük bir öneme haiz olduğunu da ortaya koyuyor. Bu kamplar ve Kürtlerin kimlik inşası hakkında bilgi edinmek isteyenlerin başvurabileceği önemli bir kitap olabileceğini düşünüyorum.
İsmiyle Yaşamak
Ağustos ayında İletişim Yayınları tarafından yayımlanacak olan yeni bir kitap. “İsmiyle Yaşamak”. Yazarı Rita Ender.
Ötekileştirme, Ekşi Sözlük’teki bir entryde belirtilmiş: “Kendi öz değerliliğini, başkasının farklılığını kötüleyerek ve kendini överek arttırma çabasıdır. Ayrımcılık suçunun işlenmesidir.” Evet, ötekileştirme böyle bir şeydir, hatta nefret suçuna kadar gitmektedir. Ayrımcılık yaparak çoğunluğun sırtında farklılıklara olan sevgisizlik, tahammülsüzlük ve nefrettir aynı zamanda. Kendi yaşadığımız topraklardan çeşit çeşit ötekileştirme hikayeleri bulabilirsiniz. Hepimizin anlayacağı örnekler arasında, Kürtler, Aleviler, Ermeniler, LGBTİ bireylerinin başlarına gelen hikayeleri sıralayabiliriz. Hatta çoğunlukla toplumda gizli veya açık da olsa kadınlar da bu ayrımcılığa tabiidir kanaatimce. Fakat çoğunluk olmak, egemenin yanında yer alarak, ötekileştirme çok daha hızla yapılır ve yayılır. Alevilerle ilgili birçok asılsız, yalan hikaye anlatılmış ve anlatılmaktadır. Bu ayrımcılık topluma yıllar itibariyle kültürel kodlarla sızarak, en basit günlük hayat pratiklerimizde ortaya çıkmaktadır. Farkında olmadan kullandığımız kelimeler, cümleler bütünlüğü gibi. Ötekileşen insan veya toplum bir süre sonra toplumla bağını ruhen koparmakta ve çoğunlukla da ötekileştiren insan veya toplumdan korktuğu için kendini özgürce ifade edememektedir. İşte hayatımızda hiç beklemediğimiz bir andan gelişen olaylarda hemen karşı tarafı ötekileştirmeyi daha hızla yaparız.
Başka bir örnek ile devam etmek kitapla olan bağlantıyı daha net açıklayacaktır. Türkiye’de Türkiyeli bir Yahudi olmak mesela. İsrail-Filistin arasında yaşanan savaş hali sonrası Türkiye’deki Yahudilere ağza alınmayacak küfürler, hakaretler ve tehditler. Şiddetin tüm bu biçimleri ötekileştirmenin yolunu açmakta, Türkiyeli Yahudileri baskı altına almaktadır. Rita Ender de kitabında kendi isminden, hikayesinden yola çıkarak, ötekileşmenin resmini bizlere çiziyor. İsimi duyanların verdiği tepkiler, ötekileştirmenin en başrolü oluyor. Mesela, “Aa Rita ne demek”, “İsminiz neden böyle”, “Yahudi ne?”, “Türkçeniz ne kadar düzgün”, “Memleket nere yani?”, “Baba mı Müslüman?”, “Helen misiniz?”, “Bu İsrail var ya!!”, “Yanlış anlamazsanız, etnik kimliğinizi sorabilir miyim?” gibi sorularla hayat boyu karşılaşmış. Bu sorulardan birçoğunu eminim toplumda ezilmiş, dışlanmış “ötekilerin” daha iyi anlayacağını düşünüyorum. Masum gibi görünen bu sorular aslında, toplumda yerleşmiş önyargıları oluşturmakta. Oysa bir isimden yola çıkarak bir insanı derinlemesine tanıyabilirsiniz. Onu bilir, kabul eder ve sayarsınız sonunda. Rita Ender, Türkiye’de doğan, isimleri işitildiğinde “yabancı” muamelesi gören insanların hayatını anlatıyor. İsimleriyle beraber maceralarını anlatıyorlar. Her isimin bir macerası olduğunu söylüyor kitap.
Ötekileştirmeye farklı bir açıdan yaklaşan Rita Ender’in bu kitabı okunmaya değer olduğunu düşünüyorum.
Geçmişten gelenler…
Küçük Feministin Kitabı
Bu sefer yetişkinlere hitap eden bir kitap yerine daha genç kızlara seslenen bir kitabı kısaca tanıtmak istiyorum. 2015 yılında 1. Basımını yapan Küçük Feministin Kitabı bugün 4. baskısına ulaşmış. İsveçli Sassa Buregren tarafından yazılan bu kitabı Güldünya Yayınları yayımlamış.
Kısaca hikaye, Ebba geldiği dünyada erkelere ayrı muamele edildiğinin ayırdına varmaya başlıyor. Bir gün gazete okurken, oğlanların bu imtiyazlı durumlarına karşı anneannesi ve arkadaşlarıyla konuşur. Ve şu soruları sorarak sorgulamaya başlar: “Hep böyle miydi”, “Bunun bir çaresi yok mu”, “Bu konuda hangi yazarlar neler yazdı” gibi merakıyla daldığı bu ayrımcılığı deşmeye, anlamaya çalışır. Bu soruları sorarken de, okuldaki oğlanların hareketlerini inceler, hatta kızları kötü hissettiren reklamları sorgular. Kişisel hikayelerden de ilham alarak yolunu bulmaya çalışan her geç kızın ve erkeğin okuması gereken bir kitap. Çocuklara ve ergenlik öncesi genç kızlara hitabeden bir kitap. Şahsi fikrim, erkekler okumalı diye düşünüyorum.