Seyir Derneği tarafından Ayvalık Belediyesi işbirliğiyle, birçok yerel kurum ve firmanın katkısıyla düzenlenen Ayvalık Film Festivali’ne altı yıl sonra nihayet gidebildim ve sanki on altı yıldır düzenlenirmiş gibi izleyicisi, mekanı ve konuklarıyla kaynaşmış bir festival ortamında buldum kendimi! Salonlara girmek için kuyrukta bekleniyor desem, festivalin ne kadar ‘tuttuğu’ net anlaşılır. Çevirmen olarak başladığı İstanbul Film Festivali’nde yönetmen yardımcısı ve yönetmen olarak ömrünün yarısını geçiren Azize Tan’ın direktörü olduğu bir festivalin, mekan Ayvalık olunca, başarı öyküsü yazması hiç de şaşırtıcı değil. Hele yanında koordinatörlerden biri olarak televizyonlarda birçok kültür-sanat ve sinema programının yapımcısı olarak tanındıktan sonra film festivallerinin organizasyon ve tanıtımına başlayan, Sanatatak’ta yazıları da yayınlanan Merve Genç’ten, programda danışman olarak eleştirmen ve çevirmen Fatih Özgüven’den ve başka birçok değerli isimden oluşan bir ekip varsa.
Kürşat Zeytin misali Ayvalık’ın zeytin ve zeytinyağı üreticisi kimliğiyle bütünleşen, bu kimlik ve kültürü korumak için yeni teknolojilerle üretim yapan fabrikasının yanı başına eskiden kullanılan presler ve diğer aletlerin sergilendiği, zeytin ürünlerinin ve Ayvalık lezzetlerinin ikram edildiği Zeytin Evi’ni açan bilinçli ve kültürlü yöneticileri bulunan firmaların katkısı festivalle kentin bağını güçlendiriyor. Türkiye’de zeytinyağı deyince akla gelen marka olan Komili’nin festivalin sponsorlarından biri olması da önemli. Ayvalık toplumda soyadları kültürle anılan ailelerle dolu bir kent. Filiz Ali’nin kurduğu Ayvalık Müzik Akademisi de kente prestij katan bir kültür oluşumu. Ayvalık başta İstanbul olmak üzere büyükşehirlerde yaşayan entelektüellerin tercih ettiği tatil mekanı iken artık daimi ikametgahı haline geldi. Bolca göç aldı. Bu da süreli ve kalıcı kültür-sanat etkinliği ihtiyacını arttırdı.
Bu sebeple Ayvalık Film Festivali, uluslararası programında önceliği Cannes Film Festivali başta olmak üzere yılın önemli festivallerinin ödüller kazanan ya da ünlü yönetmenlerin imzasını taşıdığı için merakla beklenen filmlerine veriyor. Bu yıl sinema sezonunu açan festival olduğu için hemen hepsinin Türkiye dağıtımcısı bulunan filmlerin ülke prömiyerlerini yaptı. Bu yıl da aynı doğrultuda bir program oluşturdu. Ben de Cannes Film Festivali’nde çeşitli nedenlerle izleme fırsatı bulamadığım filmleri izleme şansı buldum.
Türkiye’de ilk ve ikinci filmlerini yöneten genç yönetmen ve yapımcı sayısının fazlalığını program oluşturmanın önemli bir faktörü olarak ele alıyor. Yerli yapımların çoğunluğunu bu filmler oluşturuyor. Ayrıca bu filmlerin yaratıcıları arasında her yıl bir değerlendirme yaparak öne çıkan bir dalda “Yeni Bir…” ödülünü veriyor. Yılın en parlak kısa filmleri de Ayvalık seçkisinde yer alıyor. Bu yıl Reha Erdem, Tayfun Pirselimoğlu ve Ercan Kesal’ın gösterim ve söyleşiler sebebiyle Ayvalık’ta bulunması da yarışma rekabetinden arındırılmış bir ortamda güzel bir sinemacılar buluşması yaşanmasını sağladı.
Festival, 17 Eylül Salı gecesi Büyük Park Amfitiyatro’daki açılış töreniyle başladı. “Yeni Bir …” Ödülü’nün takdiminin ardından Francis Ford Coppola’nın Megalopolis adlı filmi gösterildi. Belmin Söylemez, Ali Aga, Anna Maria Aslanoğlu, Asu Maro ve Nezaket Erden’den oluşan seçici kurul, Mey|Diageo’nun katkılarıyla verilen Büyük Kuşatma filminin kurgusu nedeniyle Lisa Aksel Ayhan takma adını kullanan, filmin yönetmeni Sinan Kesova’ya değer gördü.
Ayvalık Film Festivali’nde mükemmel açılış için bütün koşullar sağlanmıştı: Doğanın son derece cömert olduğu bir coğrafyada bulunmanın üstüne, bir de meşhur rüzgarı sıcağı ve nemi hissettirmiyordu. Bulutları da dağıtmıştı ki o büyüleyici günbatımı doya doya izlensin ve dolunay gece boyu ışıldasın. Sponsorlardan Kurukahveci Mehmet Efendi’nin ikram ettiği kahveleri yudumlarken festivalin kurucusu ve yönetmeni Azize Tan’ın ifadesiyle Francis Ford Coppola’nın “40 yıllık rüyası” olan Megalopolis’i izlemek, elbette her sinemasever açısından elzem sayılan, ama hem sinematik hem fiziksel açıdan oldukça acı veren bir deneyimdi.
Bu yıl Cannes Film Festivali’nde yarışan Megalopolis, Francis Ford Coppola’nın filmografisinin en olumsuz eleştirileri alan eseri oldu. Filmi beğenen ve ilginç bulanlar azınlıkta kaldı. Verilen emeğe ve harcanan zamana bakınca, Megalopolis’in sinemanın büyük bir ustasının hazin bir sonu olmasından endişe ediyor, insan. Filmin karakterleri misali yönetmenin de bir megalomanyaya kapılıp gittiğini düşünüyor… Coppola’nın Baba / The Godfather serisi ve Kıyamet / Apocalypse Now’ın yönetmeni olarak sinema tarihindeki yeri sarsılmaz. Fakat Megalopolis, en azından yapım tasarımındaki başarı sebebiyle bu dallarda Oscar kazanan Bram Stoker’s Dracula uyarlaması kadar bile sevilmeyecek bir film. Fiziksel acıya gelince, projeksiyonun kalitesi ve kapasitesi sebebiyle festivalin her gece ana mekanı olması beklenecek olan açıkhava tiyatrosunun koltukları oturulur gibi değil. İnsan anatomisinin o kadar yüksek basamaklar üzerine kondurulmuş o kadar alçak sırt dayama yeri bulunan koltuklarda rahat etmesi mümkün değil. Kedi olup kıvrılmak tek çare! Bu yüzden gösterimler başka mekanlara kaydırılmıştı. Ayvalık’a yıllardır hizmet veren Vural Sineması ideal boyutta ve koşulda bir salon. Büyük bir alana sahip bir kulüp olan Fabrika Ayvalık ile İsmet İnönü Kültür Merkezi’nde sandalye üzerinde film izleniyor. Mekanlar ferah ve projeksiyonlar tatmin edici. Git gide daha uzun film çekilmese hiç sorun olmaz, ama iki buçuk saatin altında o kadar az film kaldı ki!
Cannes’da Miguel Gomes’a En İyi Yönetmen Ödülü kazandıran Büyük Yolculuk / Grand Tour ve Mohammad Rasoulof’un İran’dan ayrılmasına bahane olan Kutsal İncirin Tohumu / The Seed of the Sacred Seed gereğinden uzun hissediliyordu, örneğin. Gomes, tamamen kendine özgü bir sinemacı, benzersiz bir öykü anlatıcı ve hiciv ustası. Festivalin destekçilerinden MUBI’de şu sıralarda gösterimde bulunan Tabu ve üç filmden oluşan Binbir Gece dizisini hararetle tavsiye ederim. Günümüzde bir Asya kenti lunaparkında eğlenenleri göstererek başlayan renkli film bir dönemden diğerine sıçrayarak Asya kıtasında gezdiriyor izleyiciyi. 2018 yılında Mandalay tren istasyonunda yedi yıldır görmediği nişanlısı Molly’yi bekleyen İngiliz diplomat Edward, evlenmek istemediği için kendini Singapur’a giden bir vapura atıyor ve büyük yolculuğu kah bir kaza kah bir rastlantıyla git gide daha az Avrupalı daha çok Asyalı bir hale gelerek sürüyor. Film bir noktadan sonra, Edward’ı bırakıp Molly’nin takibine sıçrıyor. Bu siyah beyaz dönem öyküsünün yanı sıra renkli belgesel görüntüler o kentlerin günümüzdeki halini yansıtıyor. Kolonyalizm, oryantalizm, egzotizm ve aşk masalları Gomes’ın sinemasında mizahla irdelediği, eleştirdiği ve oyuna dönüştürdüğü kavramlar. Büyük Yolculuk da kendi kanonunu yaratan bu yönetmenin filmografisinde yeni ve çarpıcı bir film.
Daha önce izlediğim her filmini çok beğendiğim Rasoulof ise Kutsal İncirin Tohumu ile beni büyük bir düşkırıklığına uğrattı. İran’da başta kadınlar olmak üzere halkın özgürlük talebiyle ayaklandığı bir dönemin cep telefonu görüntülerini kullandığı filmde net bir rejim eleştirisi yapması siyasi açıdan yerinde bir hareket olsa bile anlattığı öykünün sonunu bağlayamadı ve tuhaf bir janr filmine dönüştürdü. Biri üniversiteye diğer orta okula giden iki kızı bulunan, yeni terfi etmiş bir mahkeme “sorgucu”sunun Mahsa Amini’nin ölümünden sonra evdeki kontrolü kaybetmesini ülkedeki patriyarkal yönetimin kadınlar üzerindeki tahakkümünü kaybetmesinin bir alegorisi olarak anlatan filmde sık sık “Teokrasiye son!” sloganları duyuluyor. Gelin görün ki filmin finalinde seküler bir isyanın, bir hak, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin olumlu ya da olumsuz sonucu gelmiyor, ilahi adalet sağlanıyor! Şu kadarını yazmakla yetineyim: Emin Alper’n Kurak Günler’e yazdığı o çarpıcı finalin tersini görüyoruz.
İki genç kadın yönetmenin filmleri yine favorilerim oldu. Aslı Özge’nin geçen yıl Türkiye’de kısıtlı bir çevrede izlenebilen Kara Kutu / Black Box adlı filmini ister çekildiği Almanya, ister Türkiye ister Rusya Federasyonu niyetine izleyin. Neo – faşist zamanların bir yansıması Kara Kutu. Hukuk devletleri polis devletlerine dönüşür, kapitalizm sürekli her yeri yeni baştan inşa edip birbirine benzer hale getirir ve kar uğruna gezegenin kaynaklarını harcarken, insan hayatlarının nasıl değiştiğini, idealist ve dürüst olanların köşeye sıkışırken fırsatçıların nasıl yükseldiğini gayet iyi anlatıyor. Yere çakılmış insan uygarlığının kara kutusunu açınca tek sebep ortaya çıkıyor: Açgözülülük. Aslı Özgü filmleri de şu sıralarda MUBI’de. Bir de doğrudan MUBI yapımı filmden çok etkilendim: Elizabeth Sankey imzalı Cadılar / Witches. Sankey, bir kliniğe yatırılarak tedavi görmesine neden olacak kadar ağır bir doğum sonrası depresyonu geçirme deneyimini sinemada cadı temsillerinden fragmanlar kullanarak anlatmış. Bu episodik ve yaratıcı belgeselde Sankey ve ona destek olan kadınlar doğrudan kameraya konuşurken kadınlara önce anne olma sonra iyi annelik yapma konusunda baskı yapan patriyarkanın onları cadı olarak yaftalayıp yakmasının ardında da aynı mizojini ve tahakküm niyetinin bulunduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.
İlk yazımda söz ettiğim o güzel Hint filmi Aydınlık Hayallerimiz gibi Ayvalık Film Festivali de sinemaseverler için güneşli, rüzgarlı, sinemalı güzel bir hayali gerçekleştiriyor.