Zafer Gençaydın’ın atölyesinde üç yıl çalıştım. Sanatı, felsefesi, entelektüel duruşu üzerine çok söz söylemek istemiyorum. Onda beni asıl etkileyen şey, bugünlerde deli gibi ile arayıp bulamadığım akademisyen erdemiydi. On bir yıldır içinde olduğum ve daha şimdiden midemi bulandıran günümüz akademisinde eksikliğini en çok hissettiğim adamdır Zafer Gençaydın.
Hacettepe Üniversitesi’nde Resim Bölümü’nü kazandığımda Zafer Gençaydın dekanlığının son senesindeydi. Büyük konuşmayayım, muhakkak olmuştur kusurları ama vali kılığında sınıfları denetlediğini, öğrencilerin peşinden bekçi gibi gezdiğini, öğretim elemanlarını zırt pırt odasına çağırdığını hiç anımsamıyorum. Bugün dekan olabilmek hatta ömrünü dekan olarak tamamlayabilmek için türlü hileler yapan, idari görevini karşı konulamaz bir otoriteye dönüştürmeye çalışan o kadar çok zavallı var ki… Tek başarıları ise bezdirmek, korkutmak, değil kimya mühendisliğini sanat fakültesini bile iç karartıcı bir zindana dönüştürmek.
Gençaydın, fakültenin en kıdemlisi olmasına rağmen üç yıl boyunca hiçbir dersine geç gelmedi. Bugünlerde en vasıfsız akademisyenler dahi derse girmeyi angarya görüyor, asistanını yolluyor. Hatta asistanı olmayan üç aylık yardımcı doçentler (artık Dr. Öğretim üyesi gibi komik bir sıfatla anılıyorlar) dahi öğrenciyi küçük görmeyi marifet sanıyorlar. Derse girseler ne olacak, anlatmayı bilmiyorlar ki! Açık öğretim pedagogları gibi müfredatı tabulaştıran, ezberden çıkamayan ve sıkıcı bir güruh…
Gençaydın’ın derslerinde konuşmayan pek az öğrenci olurdu; eleştirmek, soru sormak, haykırmak (ki bu kısımda iş bana düşerdi) olağandı. Bugünün akademisyeni kendisi konuşamadığı gibi öğrenciyi de konuşturmuyor. Korkuyor öğrenciden… Kendi cahilliği ayyuka çıkacak diye öğrenci de sussun istiyor. Sanat fakültesinde eğitim alacak olmanın sevinciyle ilk dersine koşarak gelen çocukların hevesleri kısa süre sonra kursaklarında kalıyor işte bu yeni model kibir abideleri yüzünden. Pek çoğu, kaymakamlık binasında derdini anlatacak memur arayan köylü Ahmet Efendi ezikliğiyle mezun olup gidiyor.
Sanırım 2002 yılıydı… Dikimevi’nde birlikte kaldığım Canan ablamın portresini yapıp derse götürmüştüm. Gençaydın bakmış ve “Nuri İyem’in portrelerinden daha canlı” demişti. Henüz yirmi iki yaşında bir sanat aşığı için ne muazzam bir övgü! Bugünün akademisyeni öğrenciyi övmeye de korkuyor. Öğrenciyi beğenmediği gibi kendisini beğenmeyen öğrenciye de yan gözle bakıyor.
Canım sıkkındı; o hafta hiçbir derse katılmamıştım. Bu defa Ayrancı’daki atölyemde, sarı loş ışık saçan gece lambamın dibinde biriktirdiğim kâğıtlara durmaksızın yazarak rahatlamayı deniyordum. Kablolu kırmızı telefonum çaldı. Zafer Gençaydın arıyordu! Merak etmiş; “yarın gel, odamda konuşalım” dedi. Yarın odasında, çayımı kendisi doldurdu. Aradan bunca yıl geçti, bugün akademide öyle insanlar tanıyordum ki, çay ikram etmek şöyle dursun, öğrenci ile yan yana çay içilmesine bile karşı. Şaka değil, mesleğimdeki ilk yıllardı; yeni öğrencilerimi tanımak için yanlarına oturdum bahçede. Zafer, Said, Gökhan… Çay içiyorduk. Bir öğretim görevlisi geldi; “aman hocam, dekan görmesin” dedi. Meğer adam talimat vermiş, öğrenci ile aynı masada çay içilmeyecekmiş… Rakı bile içerim, dedim. Bedri Rahmi Eyüboğlu nasıl yetiştirmişti onca adamı? Biz nasıl sevmiştik Zafer Gençaydın’ı?
Onlar gibi olabileceğimizi bize hissettirdikleri için. Fakat sorun da bu belki; şimdilerde, Vasıf Kortun’un deyimiyle “isim serpiştirmeci” makalelerden, instagram sergilerinden ötesine gücü yetmeyen ve daha acısı gücü yetse de yeniyi, ileriyi, nedeni, nasılı merak etmeyen ve evet, akademik teşvik dosyası hazırlamak için harcadığı zamanı iki satır okumaya ayırmayan bir akademisyen modeli oluşuverdi. Üstelik normalleşti bu. O kadar ki, bir öğrencinin kendi yaratıcılığını ortaya çıkardığı sezilecek olsa üstüne çullanılması, azarlanması, ödeve boğulması, notunun kırılması an meselesi. Korku şu: Ya benden daha iyisini yaparsa?
En sıradan unvan dahi pirinçten isimlik yapılıp masanın önüne, herkes görsün diye koyuluyor. Tezini yeni bitiren dünkü ezik, ilk önce memurun yanına koşup kapıya isimlik hazırlandı mı diye soruyor. Zafer Gençaydın’ın okuldaki kapısında ise tek bir yazı yazılıydı: “İki şey sonsuzdur; evren ve aptallık. Ama birincisinden emin değilim”.
Teşekkürler öğrettiklerin için…