“Kafamda bir tuhaflık var,” dedi Mevlut. “Ne yapsam bu alemde yapayalnız hissediyorum kendimi.”
İsveç Akademisi, 2006 yılındaki Nobel Ödül Töreni’nde şu açıklamayı yaptı: "… Kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbirleriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulan Orhan Pamuk…"
Pamuk, tarihi boyunca Doğu ile Batı’nın göz göze geldiği İstanbul’un, şehir kadar büyüleyici yazarı. Masumiyet Müzesi’nden altı yıl sonra okurlarıyla buluştu. Bu defa, geçtiğimiz yüzyılın ortalarından itibaren Anadolu’nun her köşesinden İstanbul’a akan cesur misafirlerinin hikayesi ile..
Hikayenin odağındaki kişi, Konya’nın Gümüşdere köyünden küçücük bir çocuk olarak geldiği şehirde sokak satıcılığı yaparak tutunmaya çalışan; Mevlut.
Kafasında binbir tuhaflık ve inanılmaz bir yoksulluk içerisinde kendini çok sert bir mücadelenin orta yerinde bulan ve üzgün ve öfkeli olduğu anlardan birinde, ‘İstanbul bana acıdı mı?’ diye soran Mevlut’u hayatının duraklarında kederle izlerken, büyük fotoğraftan aklımızda kalanlar şöyle:
‘İmparatorluk bakiyesi’ İstanbul! Sen; Boğaziçi’nde, Adalar’da, Beyoğlu’nda, Nişantaşı’nda derin uykularda iken, bak bakalım neler oldu?
Tasını tarağını, bohçasını toplayıp gelenler, sessiz sedasız, ruhun bile duymadan… çekirdeğin etrafına halka halka nasıl yerleşti?
Bir oda. Zemin, toprak. Etrafında dört duvar. İlk gelenler en sert rüzgarı göğüsleyip, meseleyi kavrayınca, bir gecede on tanesini konduruveren ustalar türedi. Acele, işbaşı yaptı. Bu kadarına gücü yetmeyen, göz koyduğu herhangi bir arazinin etrafını taşla çevirip, ‘benimdir’ dedi. Muhtar onayladı. Deftere yazdı: ‘Senindir!’
Sonra, odalar çoğaldı. Kat kat üstüne eklendi. Her bölgenin, her yeni mahallenin kendi ağaları oluştu. Büyük iktidar mücadelesine kan karıştı. Ve.. Elbette; bunca yoksulluk, çaresizlik ve sert rekabet kendi ahlakını da yarattı: ‘Buraya keyfimiz istediği için değil, mecburen geldik. Ayakta kalmak zorundayız. O halde: Herşey mübah!’
Nitekim, öyle oldu. Şehrin esas ve kibirli sakinlerinin beğenmediği tüm işleri yaptılar. Her birimde, her kulvarda kendi küçük mafyöz şekillerini kurarak. ‘Üçe beşe bakmadan’ elden ne gelirse…’Götürerek!’ Farklı tonlarda, kirlenerek ve kirleterek… Lakin, yargılamak ne mümkün ve ne kadar zor!
Çünkü, Mevlut’un dediği gibi; İstanbul’un ‘hiç acıması yok!’
xxx
Kafamda Bir Tuhaflık, bir sosyoloji kitabı- gibi. Akademik emeğe saygı saklı kalmak şekliyle, sürecin realitesini bütün yönleriyle aktarırken, o sıkıcı araştırma raporlarını- yayınlarını yaya bırakıyor. Lirik üslup ve hikaye, cabası!
Ayrıca: Orhan Pamuk, malum; Nişantaşı’nda çok zengin bir ailede doğmuş ve büyümüş bir yazar. Üstünde ‘elit’ damgası var! Lakin, Kafamda Bir Tuhaflık, bu yargıyı altüst edecek kuvvette. Bu romandan sonra, onu eskimiş ezberlerle değerlendirmek cesaret ister. Yazar; yoksulluğu, çaresizliği, ümitsizliği ve memleketin insanını ne kadar iyi tanıyor! Ne kadar güçlü anlatıyor! Okuyan, öğrenir.
Dahası: Elbette Mevlut ve akrabalarının şahsi hikayesi. Portrelerin resmi geçidini izlerken Pamuk’un o çok ünlü ‘Hayatın gizli geometrisi’ tanımını hatırlıyoruz; kurduğu mükemmel satranca bir kez daha hayran kalarak.
Ve… Kafamda Bir Tuhaflık’ın son sayfası geldiğinde, Hatıraları dahil tüm Pamuk metinleri gibi, yine gözümüzde yaş var. Sayfalar boyunca aktarılan yaşama sevinci, güzel mizah, tatlı hatıralar ve şu çok doğru tarifi, unutmadan: ‘Ama aşkı diri tutan şey, imkansız olmasıdır.’
Yanısıra… Selçuk Altun’un romanla ilgili değerlendirmesine yürekten katılarak: ‘Kafamda Bir Tuhaflık, Orhan Pamuk’un bir İstanbulsever olarak manifestosudur.’
Notlar:
1. Kafamda Bir Tuhaflık, Pamuk’un tüm romanları gibi otobiyografik göndermelerle dolu. Başka metinlerde de karşılaştığımız köpek meselesi –takıntısı- mesela, malum; yazarın hatıralarında sözünü ettiği, bir akşam Maçka’da bizzat yaşadığı tatsız deneyime ithaf. Aynı şekilde sokak satıcıları ve onlardan yiyecek almak da yine Pamuk’un seneler önce yayınlanan Hatıralar’ında bahsi geçenlerden. Annesi Orhan ve Şevket Pamuk’a sokaktan bir şeyler yemeği pis olduğu gerekçesiyle yasaklarmış. Gizli gizli yenen sosisli sandviçler ve dahası… hararetle anlatılır orada. Aynı kitaptaki ‘Ne Kadar Hayattan Ne Kadar İntikam’ başlıklı bölümü okuyanlar, yazarın çocukluk yıllarındaki yasağa bir meydan okuma gibi –bile- algılayabilirler, Mevlut’un şahsında anlatılan sokak satıcılarının hikayesini!
2. Mevlut’un babası, İstanbul macerasının mutlak kaybedeni Mustafa Efendi en az oğlu kadar insanın içini acıtıyor. Şu sözlerine birlikte bakalım: ‘… Keşke İstanbul’a hiç gitmeseydim diye düşünüyorum, köyden dışarı adımımı hiç atmasaydım.’ Mustafa Efendi ile Gündüz Pamuk elbette ne alaka?.. Lakin, yazarın yine hatıralarında babasına ilişkin yazdığı, ister istemez akla geliyor burada. Baba Pamuk bazen dermiş ki; ‘Boşa sıkılmış bir kurşun gibi hissediyorum kendimi.’
3. Mevlut’un Rayiha ile yaşadığı aşk, sistemin dayattığı kadın- erkek ilişkilerine çok kuvvetli bir red, kıvamında. Pamuk mealen diyor ki; Bir kadını, bir erkek için tatlı ve vazgeçilmez kılan; onun içtenliği, sıcaklığı, şefkati, sözü- sohbeti ve bağlılığıdır. Gerisi; teferruattır!
4. Ferhat’ın 332. Sayfadaki aşk tarifi ve sınıflandırması hakikaten çok ilginç ve öğretici! Kayda geçsin.
5. Bir romanın farkındalık yaratması ne kadar önemli! Mevlut’la tanıştıktan sonra sayıları azalsa da hiçbir sokak satıcısı artık gözümüzde eskisi gibi olmayacak. Onların sabahını, akşamını, sırtlarındaki büyük yükü ve içlerindeki iri kederi, birinci sınıf bir kalemden öğrendik. Bundan böyle… Unutmamız mümkün değil.
6. Şu satırlar da unutulmayacak olanlardan: ‘… Mevlut tam çıkıyordu ki, evin hanımı buzdolabını açıp plastik bir şişe çıkardı. “Bu aynı şey mi?” diye sordu. Böylece Mevlut hayatında ilk defa bozanın bir şirket tarafından plastik bir şişeye konup satıldığını gördü. (…) “Kimse bakkaldan boza almaz demişti, “, otuz yıl önce “Kimse bakkaldan yoğurt almaz,” deyip gülen ve kısa sürede işini kaybeden babası gibi. Meraktan kendini tutamadı: “Bir tadabilir miyim?”
7. Bu da, ‘tertemiz yürek’, adına İstanbul denen cehennemde dürüst olduğu için ‘kaybeden’ Mevlut’un hal-i pür melali ve dahası… hayal limitine örnek olarak:
– “Mevlut, piyangodan en büyük ikramiye çıksa ne yapardın?”
– “Evde kızlarla oturur, televizyona bakar, başka da bir şey yapmazdım.”
8. Kara Kitap’ın ünlü köşe yazarı Celal Salik’le de karşılaştığımız Kafamda Bir Tuhaflık, malum; mönüsüyle de gündemde, lakin bence ‘sofranın’ baş köşesinde boza ya da yoğurt değil, Mevlut’un çocukluğundan itibaren akşamları içtiği yoksul çorbalar var, bir de, peki: Tavuklu pilav.
9. Romanın ‘Masumiyet Müzesi’nin vazgeçilmezleri, Rayiha’ya yazılan aşk mektupları ve elbette boza ‘eşyası.’ Ancak esas olan; o küçük- seyyar nohut- pilav arabası. Arabanın bir hikayesi ve o hikayenin bir finali var! Ah!
10. Kafamda Bir Tuhaflık, Bütün Orhan Pamuk romanları gibi, daha ilk okumada bile üzerine en azından bir risale yazılacak kadar zengin ve derin bir içeriğe sahip. Lakin, bir şekilde final gerekiyor ve elbette yine müzikle. Romanın diskoteğinde, Konya_ Beyşehir türküleri yer alıyor, soundtrack ise, yazarın bizzat telaffuz ettiği icracı, Emel Sayın’ın sesinden: Kalbe Dolan O İlk Bakış: Mevlut- Rayiha aşkına dair.