Elif Şafak’ın 1915 olaylarının sonrasını konu alan romanı Baba ve Piç, 20. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahneye taşındı. Serra Yılmaz ve Hande Ataizi’nin de aralarında bulunduğu oyuncular tüm karakterleri sade bir biçimde, özenle ve derinlemesine canlandırdı.
“Anlamadığımız bir şeyi benimseyemeyiz”
Goethe’nin bu sözü bugün yaşanan pek çok acının temelinde yatan neden aslında. Anlamak ya da en azından anlamaya çalışmak, sürekli anımsarken veya suskunlukların ardında var olmaya çalışırken ne denli zor görünse de bir o kadar zorunlu… Çünkü hafızanın toplumsal yanı bunu gerektiriyor.
Bellek çalışmalarında önemli bir kavramsal çerçeve sunan Maurice Hallbwachs, bireysel hafızanın bile toplum tarafından belirlendiğini söyler. Hafıza hatıraların anlatılması ve alımlanması ve sahiplenilmesiyle yani kişinin iletişim sürecine katılmasıyla oluşur, aile, din gibi kimi aidiyet bağları ise bu süreci kolaylaştırır. Yani toplumsal hafıza onu taşıyanlarla birlikte vardır. Bu bağlamda içinde var olunan grup, bu toplumsal hatırlama edimi açısından bir tür çerçeve işlevi görür. Buna bağlı olarak hafıza yeniden kurma işlemine dayanır.
Elif Şafak’ın 1915’in ardından bizi Ermeni ve Türk toplumunun belleğine doğru bir yolculuğa çıkaran romanı “Baba ve Piç” 2006 yılında yayınlanmasıyla birlikte pek çok tartışmayı beraberinde getirmişti. Roman 20. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Talimhane Tiyatrosu yapımı ve Mehmet Ergen rejisiyle sahne üzerine taşındı. Hikaye anlatımı temelli bir anlatımın içine yedirilmiş yalın ve vurucu oyunculuklarıyla oyun zaman zaman eğlenceli ama çoğunlukla buruk bir masal tadı bırakıyor seyircide. Oyunun daha önce Floransa’daki Rifledi tiyatrosunda Angello Savelli tarafından ilk sahnelenişinde de rol alan Serra Yılmaz evin büyük kızı Banu karakterinde yalın bir anlatıcı kimliğiyle karşımıza çıkıyor. Çakmakçıyan ve Kazancı ailelerinin hikayelerinin kesiştiği İstanbul ise temel bir karakter gibi metnin arka planını oluşturuyor.
Tüm karakterler sade bir biçimde, özenle ve derinlemesine sahneye taşınmış. Romanın özüne sadık kalınarak kimi zamansal ve mekânsal uyarlamalarla sürdürülmüş oyun. Sahne birkaç mekânsal düzleme bölünmüş. Yemek sofrası, oturma odası ve dış mekanların (market- sokak- bar- internet) yanı sıra yaylı çalgılar dörtlüsü de işitsel ve görsel bir öğe olarak oyunun önemli bir parçasını oluşturmuş. Bu mekânsal ayrışma zihinsel olarak hikayenin kıtalararası ve zamanlararası konumunu zihnimizde canlandırmamızı kolaylaştıran bir unsur olmuş. Sahnenin arkasında yer alan sürgün fotoğrafı geçmiş bugün gelecek bağını müzikle beraber kurmayı sağlamış. Öykü düzlemi içinde zamansal geçişlerin birbirine karıştığı anlarda bu arka plan seyircinin zihnini berraklaştırmaya yarıyor bir anlamda. Keman, viyolonsel tınıları, İstanbul’un semalarında yankı bulan ezan sesine karışıyor, Zeliha’nın sessiz çığlığına, Armanuş’ un sonsuz merakına, Asya’nın isyanını dolanıyor.
Oyunun göstergeleri zaman zaman romanının 20 yıllık bir dönemi, geniş bir coğrafyayı ve iki farklı aileyi kapsayan öyküsünün gerisinde kalmış gibi görünse de oyun oyuncuların canlı ve ölçülü performansı ve sahnenin üzerindeki iç dinamikle birlikte seyircinin nabzını tutabilmiş. Buna karşılık anlatı halinin oyun zamanı içindeki oranı, oyun süresinin uzunluğu ve epizodik sahnelerin zaman zaman algıda kopukluklar yarattığını söyleyebiliriz.
Sahne üzeri hikayenin dillendirildiği bir anlatı düzlemi, geçmişin canlandırıldığı bir oyun mekanı, seyirciyle yönelen bir ifade alanı olabiliyor farklı sahnelerde. Romanda tartışma yaratan keskinliği oyun metninde görmüyoruz. Feride’nin gülmece hali yaratan oyunculuğu Banu’nun nüktedan halleri derecesi iyi ayarlanmış bir komedi-dram dengesi kurulmuş. Acının yoğunlaştığı noktada gülmece unsurundan faydalanmış.
Kitaptaki zamansallıktan farklı kurgulanmış merak unsuru uyandırmak. Zeliha’nın hikayesi kitabın en başında bilinmezin diğer hikayelerin tetikleyicisi bir alt hikaye iken oyunda merak unsurunu yaratan, oyunun sonlarına doğru açığa çıkan ve oyunu finale taşıyan bir mihenk taşı görevi üstleniyor. Bu noktada Hande Ataizi’nin etkileyici oyunculuğundan da söz etmek gerek. Kitaptan farklı olarak zaman zaman karakterlerin birbirini anlatması da renkli bir seyir hali ortaya çıkarıyor.
Kitabın en belirleyici olayları sahne üzerinde verilse de, diyaloglarda seçilen cümleler üslubu yumuşatan, keskinlikten uzak, anlatılmak istenenin özüne vurgu yapan cümlelerden oluşmuş. Bir başka değişke İstanbul-San Francisco arasında gidip gelen ve toplumumuzun farklı sinir uçlarına dokunan bu hikaye Hrant Dink’in “Gelin önce birbirimizi anlayalım…. Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim… Gelin önce birbirimizi yaşatalım…” sözünün altını çizmekte. Bu hikaye güzel bir sunum mekanı (Zorlu Drama Sahnesi) iyi bir reji ve başarılı oyunculuklarla birleştiğinden kurgudaki kimi kopukluklar ve zaman zaman anlatı kesintileriyle düşen tempoya rağmen oyun büyük bir beğeniyi ve daha geniş bir seyirci kitlesini hak etmekte. Dilerim yeni sezonda oyun yeniden seyirciyle buluşma şansına sahip olur.