Alper Aydın’ın geçmiş, şimdi ve gelecek algısına, insanın doğa karşısındaki yerine ve anlamına odaklanarak sanat üzerinden zaman ve mekana dair hikâyelerle post-apokaliptik imgeler yarattığı açık hava sergisi “Fata Morgana”, 20 Haziran’da çıktığı yolculukta ziyaretçilerini ağırlamaya devam ediyor.
Dünya’nın jeolojik oluşumunu, Adem ve Havva’nın yaratılış mitini, insanoğlunun doğa ile kurduğu diyaloğu, insan sonrası Dünya’nın ve doğanın izlerini inceleyen Fata Morgana açık hava sergisi, 20 Haziran’da başladı. Alper Aydın’ın doğup büyüdüğü coğrafyalar olan Yason Burnu ve Sülün Burnu’ndaki açık arazilerde, Yason Kilisesi ve Taşbaşı Kilisesi gibi tarihi mekanlarda izleyici ile buluşan Fata Morgana, 20 Ağustos’a kadar devam edecek.
Yaklaşık elli dönümlük bir araziye yayılan Fata Morgana, eserlerin arasındaki mesafe itibariyle çalışmalara yönelik yarattığı algının yanında, izleyicinin bizzat araziyi keşfedip atmosferi hissetmesine de olanak tanıyor. Bu bağlamda sergi; görülmesi gereken bir olgunun yanı sıra doğanın, denizin, volkanik kayalıkların ve bölge tarihinin eserlerle olan diyaloğunu izleyicilere birinci elden göstermeye odaklanıyor. Türkiye sanat tarihi kapsamında, araziye yönelik gerçekleşen en büyük kişisel kamusal alan sergisi olan Fata Morgana, insanın varlığına dair hakikati anlatarak, derin ve tinselleştirilmiş bir sergi deneyimi yaşatmayı amaçlıyor.
Fata Morgana’da mekan
Ordu’nun Çaytepe köyünde, Fatsa ve Bolaman’ın kurulu olduğu körfezin doğu ucunda yer alıyor Yason Burnu. Birinci derece arkeolojik ve ikinci derece doğal SİT alanı olan yerleşimin antik dönemdeki ismi “İasonia Akte”. Ünlü coğrafyacı Strabon’un Geographika’sında Amisos’tan (Samsun) sonra kıyı boyunca gidildiğinde ilk önce Haraklia Burnu’na, ondan sonra da Iasonion denen başka bir buruna geliniyor dediği yer. Milattan önce 18. yüzyılda Hititlerle çıktığı tarih yolculuğunda 7 farklı medeniyet gördü. Sinop’un doğusunda yer alan burunların en büyüğü olan Yason Burnu, Yunan mitolojisinin meşhur efsanelerinden Altın Post’ta da geçiyor. Efsaneye göre Altın Post’u aramaya çıkan Jason kaptanlığındaki elli kahraman, gemileriyle İstanbul Boğazı’nı geçerek Karadeniz’e çıkar ve liman olarak Yason Burnu kullanılır. Yason Burnu’ndaki tahmini yapılış yılı 1868 olan Yason Kilisesi de bir zamanlar Jason (Yason) tapınağının var olduğu düşünülen yere inşa ediliyor. Bunların yanı sıra Sülü Burnu ve 1853 yılında yapılmış bir kilise olan Taşbaşı Sanat Alanı da sergi mekânı olarak kullanılıyor.
Yapıtlar
Taşların Gerçek Ağırlığı
Yason Burnu sahilindeki büyüklü küçüklü taşların her birinin kiloları tek tek tartılarak üzerine beyaz su bazlı boya ile taşlara zarar vermeyecek şekilde yazılır. Bu durum hayatı boyunca o sahilden gelip geçenler ve seyirci üzerinde paradoksal bir durum yaratır. Doğa ile insan arasındaki diyaloğu güçlendiren bu hamle ile anlamsız denilebilecek şeylerin kiloları üzerine yazılarak insanların çevrelerindeki birçok şeyi üstünkörü değerlendirerek sınıflara ayırmasına bir atıf yapılmaktadır.
Kırılma Noktası
Yason Burnu ucundaki volkanik kayalıklardaki yaklaşık 120 metrekare alana yapılacak olan müdahale, sürekli hareket halinde olan su dalgalarını referans alır. Mevcut deniz seviyesinden yüksekte olan bu yerleştirme, Dünya’da küresel ısınmanın etkileriyle suların en son yükseleceği yerlerden biri olan Karadeniz’in gelecekte erişeceği seviyesini düşündürmeyi hedefler. Suyun kayalarda oluşturduğu doğal formlar ile bu boşlukları dolduran yapay kusursuz üretilmiş müdahale kendi kuralları olan iki dinamiği etkileşim içine sokacaktır.
Hayatın Kaynağı
Hollandalı ressam Hieronymus Bosch’un 1490-1500 yıllarında yaptığı triptik tablo Dünyevi Zevkler Bahçesi’nin sol panosunda Adem ile Havva harikulâde hayvanlar eşliğinde cennette tasvir edilir. Bu cennet tasvirinde her şey resmin merkezinde bulunan küçük bir gölün etrafındadır ve gölün ortasında doğanın adeta organik bir parçasıymışçasına yengeç, istiridye kabuğu ve bitkilerden oluşan hayali bir formda pembe renkli bir çeşme yer alır. Cennette yaşanan bir çok şeyin bu çeşme çevresinde gerçekleşmesi Alper Aydın için güçlü bir kaynak oluşturur ve bu çeşmenin aynısını Sülü Burnu sahilindeki içi deniz suyu ile dolu antik bir taş ocağının ortasında yeniden inşa ederek bir buluşma, tartışma ve dünya haletiruhiyesi üzerine konuşma alanı yaratır. Aynı zamanda sanatçı Bosch’un hayal gücü yoluyla iki boyutlu düzlemde kalmış bir tasarım olan çeşmeyi ilk kez gerçek anlamda hayata geçirip, doğa, hayvanlar ve insanlar tarafından bu çeşmeyi algılamanın yolunu açar.
Post-Apokaliptik Anlatı
Küresel ısınmanın etkisini güçlü bir biçimde göstermeye başlaması, yanlış çevre politikaları ve düzensiz kentleşme ile birlikte Alper Aydın’ın üretimlerinin büyük bir kısmını gerçekleştirdiği Ordu şehrinde son yıllarda orantısız ve ani gerçekleşen yağmurlar birçok sel baskınına neden oldu. İnsanlar ve hayvanlar hayatlarını kaybetti, nehir kenarlarında yer alan birçok arazi ve bitki akıp gitti, yaşam alanları yok oldu. Alper Aydın, zaman içinde Yason Burnu sahiline de vuran bu kayıpların izlerine tanıklık etti.
İki parçadan oluşan bu çalışmada, boşlukta dik bir biçimde asılı duran ve kökleri, dalları olmayan bir ağacın gövdesinde nereye gideceğini bilmeyen bir yılan ve yine tavandan sarkıtılan yıkılmış bir ağaç gövdesi üzerinde kurt ve insan kompozisyonu yer alır. Doğanın bozulan dinamiklerini anlatan enstalasyonda bu durum her bir parçanın bir denge çalışması haline dönmesini sağlamaktadır. Özellikle kurt ve insanın olduğu parçada hangi varlık hareket ederse dengenin bozulacağı izlenimi yaratılır. Bir bütün halinde enstalasyon, post-apokaliptik bir zamanda bir ormandan geriye kalmış son izler ile izleyiciyi sergi mekanı içerisinde karşı karşıya bırakır.
Yeryüzü İnşası
İnsanoğlu özellikle sanayinin gelişmesi ile birlikte doğa ile uyumlu bir biçimde yaşamayı bırakmış, Dünya’ya geri döndürülemez zararlar vermiştir. Büyük şehirler inşa ederken var olan bitki örtüsünü, ekolojik yapıyı, hayvanların yaşam alanlarını ve milyonlarca yılda oluşan yeryüzü şekillerini yok etmiş, adeta binalarla kendi topografyasını oluşturmuştur. Bu nedenle bu yapıtta insanoğlu tarafından ehlileştirilen bir coğrafya üzerine konstrüktivist müdahaleler ile yeni yeryüzü formları oluşturulmaya çalışılır. Aynı zamanda “Doğanın verileri yoluyla, bilimsel bir bakış açısı ile yeryüzü şekilleri ilk elden, bir insan tarafından yeniden yaratılabilir mi?” sorusuna cevap aranır. Yapıt, yok ettiğimiz yeryüzü formlarına bir saygı duruşu niteliği de taşır. Üretilecek büyüklü küçüklü formlar ile yeryüzü bir deneyim ve oyun alanına dönüşecektir.
Dünya’nın Üç Hali
Dünya’nın aslında büyük bir taş, bizim de bu taşın tozu olduğumuz düşüncesinden yola çıkılarak üretilecek olan yapıtta, üzerinde grift bir yaşamın olduğu Dünya dediğimiz taşın üç halini görmekteyiz. Birincide Dünya taşının gerçek ağırlığı, ikincide Dünya taşının üzerindeki kıtalar, üçüncüdeyse Dünya taşının kesiti alınmış bir şekilde çekirdeğine kadar olan katmanları görülmektedir. Üzerine bastığımız bu taşın jeolojik bir sunumuyla gezegenin oluşumundan bugüne dek varlığı bir bütün olarak düşündürülmeye çalışılır. Dünya’nın hayatımızın kaynağı olmasına referansla yumurta formunda resmedilmesi bu algıyı pekiştirmek amaçlıdır.
İkinci Doğum
Küresel ısınma ve onun sonucu olan sellerin gerçekleşmesi ile ekolojik felaketi gözler önüne seren malzemelerden biri de kusursuz bir biçimde toprağından sular tarafından sıyrılıp denizin sahile getirdiği köklerdir. Farklı ağaç türlerinde, boyutlarda ve şekillerde olan bu kökleri sanatçı sahilden yaklaşık yedi yıldır büyük bir dikkatle toplar. Özsuyunu kaybetmiş, gövdesi olmayan bu köklere, Japonların otuz ayrı bonsai yapma tekniklerinden biri olan kaynaklama yöntemini uygulayarak kökler içerisinde boşluklar oluşturup onları toprak ile doldurur ve yeni fidanlar eker. Buradaki altın nokta ekilen bitkilerin saksısının toprak değil bu kökler olmasıdır. Bu müdahale yok olmakta olan bir ağacın yeniden işlev kazanıp organik bir biçimde hayatına devam etmesine olanak sağlar ve ölmüş ağaç köklerine ikinci bir yaşama şansı vermiş olur. Yerleştirmede bu metotla yeniden hayat verilmiş kökler bir arada sergilenecektir.
Yan Kubbe
Projede kendi çevresinde sürekli 360 derece dönmekte olan iki büyük çanak anten izleyicilerle aynı hizada durup kontrollü dönüşleri sayesinde izleyicinin aralarında ve çevrelerinde gezinebilmeleri mümkün olacaktır. Bu iki teknik sistemin birinin çanağının iç kısmına Ayasofya’nın kubbesinde yer alan işleme, diğerine ise Kariye Müzesi’nin Pareklezyon kubbesinde yer alan işleme resmedilecektir. Gök kubbenin küçük birer temsili olan bu yapıların kubbe formları; iletişim kurmak, gözlemlemek, sinyal almak için kullanılan anten sistemlerine işlenerek mikro gök kubbeler varlığın, insanların üzerine değil yanına koyulur. Açık havada gök ile birleşirler. Böylece sınırlayıcı mimari yapıdan kurtulup bu güçlü semboller insanları adeta sarmalar. Geleceğe dair bir umudu yansıtan çalışma, düşünsel bağlamda insanın kendi yaşamını ve evreni algılamak için bakışını uzaya, bilinmezliğe ve hayal gücünün sınırsızlığına yönlendirir.
EV
1700’lü yıllarda İngiltere bahçelerinde inşa edilmeye başlanan, manzaranın tamamlayıcı bir unsuru olmaları dışında bir amaca hizmet etmeyen, heykel ile mimarlık arasındaki sınırları kaldırmış küçük kaleler ve yel değirmenleri gibi yapılar folly architecture olarak adlandırılır. Tasarımda bu düşünce ile yola çıkılarak üretilen konstrüktivist stildeki ev formu Türkçe’deki EV kelimesindeki iki harften oluşmuştur: “E” tırnakları üzerine çevirilmiş, “V” harfi de çatı formu oluşturmak için 180 derece döndürülerek E’nin üzerine getirilmiştir. Bu harf oyunuyla kelime grafiksel basit bir sembole dönüşmüştür. Binlerce yıl önce insanın sınırlarını çizerek kendi korunaklı alanını inşa ettiği evin duvarları açık, sınırları olmayan, hatta konstrüktivist yapısından dolayı ışığı geçirip gölge dahi yapamayan bir forma dönüşmüştür.
O halde ev dediğimiz şey nedir? Bu soruyu sordurmayı hedefleyen yapıt yerleştirileceği doğada, binlerce yıl önce avcı-toplayıcı insanlar tarafından tapınma ve toplanma noktası olarak oluşturulmuş Menhirler gibi görülebilir. Ancak burada yüceltilmesi gereken ev değil onun yerleştirildiği doğadır. Bir ev metaforu olarak hem yapısal formu hem sözcük anlamıyla inşa edilecek olan bu kırmızı mimari heykel, yerleşik hayata geçmeden önce doğa ile tamamen uyumlu bir hayat yaşayan türümüzün binlerce yıl önceki yaşantısını bize hatırlatma ve doğa ile bir bütün olma umudu taşır.
Dönüşüm
İnsanın Dünya üzerinde Homo sapiens türü olarak var olduğu andan bugüne, 280 bin yıldır, doğa kıyımına ve hayvan türlerini yok etmeye devam ediyor olması bu yapıtın ortaya çıkışında büyük bir soruyu merkezine alır, “İnsanoğlunun bu gezegendeki yeri neresidir?” Büyük bir egonun kontrolüyle her şeyin hâkimiyetini elinde bulundurduğunu düşünen bu varlık üzerine yapılan yapıtta, onun doğanın biyolojik bir parçası ve yapı taşlarından biri olduğu ortaya koyulmaya çalışılır. İnsan bedenini ayakta tutan iskeletlerin parçalara ayırılıp bu parçalara müdahalelerle dönüştüğü şey, gelecekte insan bedeninden evrilerek ortaya çıkması muhtemel bir hayvan formudur. Bu, insanoğlunun gezegen üzerindeki yerine dair bir öneri sunar. Bu anlamda yapıt, geçiciliğin, dönüşümün ve değişimin tasviri olarak karşımızda durmaktadır.