Şehrin kültür sanat dünyasının aktörlerini değil “aktrisler”ini yani kadın yöneticilerini odak altına almak, onları yakından tanımak ve tanıtmak istediğim yazı dizisine İBB Kültür Dairesi Başkanlığı Koordinatörü Figen Ayhan Karakelle ile başlıyorum. Karakelle, kültür mü sanat mı sorusuna bir sahne yönetmeni olarak “sanat” diye cevap veriyor çünkü sanatçının hayatla olan çatışmasının öznelliğine önem veriyor. Opera yönetmenliğiyle tanınan Karakelle’nin vazgeçemediği oyun yazarı ise Çehov. Ve ne kadar eleştirilirse eleştirilsin dansa yatırım yapmayı sürdürecek çünkü İstanbul’un uluslararası müzik konserleri, çağdaş sanat bienali kadar farklı disiplinlerden işleri görmeyi hak eden kültürlü bir izleyicisi var!
Kültür sanat ikilisinden hangisini tarif etmek için seçerdiniz? Kültürü mü sanatı mı?
Kültür mü, sanat mı denince herhalde o alandan geldiğim için sanatı tarif ederim. Kültürü tarif etmek, tanımlamak çok daha büyük ve başka bir şeyi tanımlamayı gerektiriyor. Dolayısıyla kültür pek çok şeyi aynı anda kapsayabilirken, sanat onun içerisinde daha öznel bir tanımı hak ediyor ve belki de benim kendi eğitimim ve uğraşım üzerinden sanatı tariflemem daha doğru olur. Çok kaba hatlarıyla şöyle denebilir kanımca; genel olanla öznel olan arasındaki çatışmanın estetize edilmiş bir formu sanat. Çünkü aslında sanatçının öznel olanla ve genel olanla hep bir derdi, şüphesi, sorusu, başka bir bakış açısı ve bir çatışması var ve aslında sanat eseri dediğimiz şey de o çatışmanın sanatçı üzerindeki etkisinin form bulmuş halidir diyebiliriz.
İlk izlediğiniz temsili hatırlıyor musunuz? Ya da şöyle sormalıyım; ilk hatırladığınız temsil neydi? Neredeydiniz? Temsilin dışında da neler hatırlıyorsunuz bugün?
İlk izlediğim temsili hatırlayamıyorum. Ben ilkokulu küçük bir yerde, İskenderun’da okudum. Olduğumuz yere gezici tiyatrolar gelirdi. Bir oyun izlediğimi hatırlıyorum, ama oyuna dair pek bir şey hatırlamıyorum açıkçası. Sadece okulun küçük sinema salonunun küçük sahnesi, pek çok ışık, kalabalık, yer bulma telaşı, çocukların seslerini ve rengârenk dünyayı hatırlıyorum ama oyuna dair bir şey kalmamış aklımda. Ama belki daha bilinçli bir dönemde ne izlediğinizi hatırlıyor musunuz derseniz; ben ortaokulda İstanbul’a geldim ve Fenerbahçe Lisesi’nde okudum. Ortaokul itibarıyla aslında benim tiyatroyla buluşmam daha çok Haldun Taner Sahnesi’ndeki Şehir Tiyatroları oyunlarıyla oldu. Pek çok oyun izledim orada ve tabi Kenter Tiyatrosu’nu da anmalıyım benim sahne ile tanışma yolculuğumda.
İstanbul’un kültür sanat hayatında en büyük eksiklik nedir sizce?
İstanbul’un kültür sanat hayatı deyince aslında en büyük boşluk mekânsal bir boşluk. Uluslararası etkinliklerin düzenlenebileceği, uluslararası standartlarda farklı performanslara ev sahipliği yapabilecek kapasitede mekânların olmamasıyla ilgili bir durum gözlemliyorum. Bunun haricinde elbette kültür sanat üretimi de paylaşımı da hayatın akışıyla içinde olduğu atmosferle yakından ilişkilidir. Bir metropolün uluslararası camianın bir parçası olabilmesi için önemli olan şeyler var. Uluslararası sanatçıların gelmesi gitmesi, güvenlik ve konfor ve ülkeye dair algılarının ne olduğu çok önemli. Burada hem genel bir ruh halinden söz ediyorum hem de politik atmosferden söz ediyorum elbette. Biz İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak bile sıklıkla fark ediyoruz ki mesela uluslararası bir dans topluluğu ile İstanbulluları buluşturduğumuz zaman, dansa neden para veriliyor gibi bir tartışma ortaya çıkıyor.
“İstanbul’da ne en çok kültür sanat alanında büyük potansiyeli derseniz, yaratıcı zihinler çok burada. Yaratıcı zihinler burada”
Geleneksel sanatlarla ilgili bir etkinliğe destek verdiğimizde başka bir cepheden sesler yükselebiliyor. Birinin öbüründen daha iyi, daha üstün, daha gerekli ya da gereksiz gibi tanımlanabileceği bir durum yoktur. Buraya gidip gelen sanatçılar da bu basın yansımalarından haberdar oluyorlar elbette, bunla hem ülke hem de kentimiz için olumsuz izlenimler edinmelerine neden olabiliyor. Atmosferin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Geniş bakış açısı, birbirini dinleme kültürü, birbirini anlama kültürü, bunların hepsi bir şehirde nasıl bir kültür sanat atmosferi doğuyor, büyüyor, yeşeriyor uluslararası bir dolaşımın parçası oluyor; bunlar birbiriyle çok bağlantılı şeyler. Turizmin aksı da şu anda güneş-deniz ki bunlar Türkiye’nin çok büyük zenginlikleri, turizmin ötesinde başka alanlarda geliştirilmesine çalışılıyor tüm dünyada, bunlardan biri de kültür sanatla elde edilebilecek turizm geliri. İstanbul bu açıdan bakılınca çok kıymetli. Öncelikle çok büyük tarihi zenginliğin üzerine kurulmuş, kültürel varlıkları çok zengin herkesin gelip görmek istediği bir yer. Kendisinin yüzyıllardan beri taşıdığı bu kültürel mirasın üzerine bir de muhteşem bir yaratıcılık potansiyeli var şehrin içinde.
İstanbul’un bu anlamda güçlü tarafları neler?
İstanbul’da ne en çok kültür sanat alanında büyük potansiyeli derseniz, yaratıcı zihinler çok burada. Yani pek çok genç ve farklı sanat dallarında hem konvansiyonel olan hem de daha çağdaş sanatlarda, hatta fütüristtik yaklaşımlardan pek çok sanatçı var. Pek çok şey üretiliyor. Çünkü İstanbul’un çok kültürlü ve çok katmanlı yapısının sunduğu çok katmanlı duygu ve düşünce dünyasına sahip bu santçılar. Bunun sanata ve yapılan işe yansıması elbette çok enteresan oluyor. Bu çok büyük bir artı. Belki de kendimizi hangi ligde gördüğümüze ve dünyanın hangi metropolleriyle kendimizi karşılaştırdığımızda avantajlı yanlar dezavantajlı yanlar diye baktığımızda en temeldeki avantajın bu yaratıcı zihnin çokluğu ve zenginliğiyle ilgili olduğunu söylemek mümkün.
“…bir kadın yönetici feminist midir sorusuna, yaptığı işe ne kadar yansıttığı ile kendi durduğu yeri sorguladığı ya da serzenişte bulunduğu yeri değil de, kendi yaptığı işi, her ne yapıyorsa o işe ve o işin ilgili ilişkilenme biçimlerine yaklaşıp yaklaşmadığıyla ilgilidir feminizm…”
Bir kadın yönetici aynı zamanda feminist midir?
Kavramsal bir çerçeveden değil deneyim odaklı bir cevap vereyim, ama bunun böyle olduğunu düşünmüyorum. Çünkü feminist bir bakış açısına sahip olmak için, sadece bir kadın olmak yeterli değil. Bir kadın yönetici olmak da yeterli değil. Bir takım zorlukları ve serzenişleri ifade etmek de kurumsal dünyanın içerisinde sadece feminist bir bakış açısına sahip olduğumuzu göstermez elbette. Feminist olmak, aynı zamanda her ne yapıyorsanız yaptığınız işe ve çevrenize hangi çerçeveden baktığınız ve ilişkileri nasıl kurduğunuzla bu perspektiften kurup kurmadığınızla alakalı bir şey kanımca. Her kadın yöneticinin feminist olduğunu düşünmüyorum.
Kendinizi feminist olarak tanımlıyor musunuz?
Ben aslında feminizmi öğrenebilecek insanlara durumlara kitaplara olaylara çok yakın olmak gibi bir şansa sahip oldum. Ankara’da içinde bulunduğum ortam hem insan hakları hem de kadın hakları üzerine çalışan arkadaşlarımın olduğu ve onlar üzerinden edindiğim bir çevre ile geçmiş bir yaşam örüntüm var. Bu aslında bana zaman içeresinde pek çok şey öğretti. Bir feminist miyim? Az önce dediğim gibi, bir kadın yönetici feminist midir sorusuna, yaptığı işe ne kadar yansıttığı ile kendi durduğu yeri sorguladığı ya da serzenişte bulunduğu yeri değil de, kendi yaptığı işi, her ne yapıyorsa o işe ve o işin ilgili ilişkilenme biçimlerine yaklaşıp yaklaşmadığıyla ilgilidir feminizm. Ben o açıdan bakılacak olursa bir feminist olduğumu söyleyebilirim. Ama feminizmin bir tarafı da çok dinamik ve devingen. Feminist olmanın çizgisi de sınırlanmak bir kalıba sokulmak istenebiliyor oysa toplum yaşamı devindikçe, feminizme bakış açımız ve onu tuttuğumuz yer de değişiyor.
Çok yakın bir zamana kadar “mansplaining” diye bir şeyden söz etmezdik ama aslında şunu bilirdik; mesela televizyon kumandasının, ne seyredeceğimize karar veren neyin iyi olduğunu belirleyen babanın elinde olduğu bir hayatın içerisinden geldiğimizi… Böyle bir kavramın olduğundan bu kavramın neleri kapsadığını ve bu kavram üzerinden gerçekleştirilen ilişkilerin aslında hem kişi üzerindeki hem de toplumsal hayat üzerindeki baskısını hem biliyorduk hem de bilmiyorduk. Dolayısıyla onu tanımlamak ve onun üzerinden hayata yeniden bakmak ve şekillendirmek ancak bu çalışmalar bu bakış açılarının genişlemesiyle birlikte mümkün oluyor yani evet ben öğrenen ve anlamaya çalışan bir feministim diyebilirim herhalde.
“…feminizmin bir tarafı da çok dinamik ve devingen. Feminist olmanın çizgisi de sınırlanmak bir kalıba sokulmak istenebiliyor oysa toplum yaşamı devindikçe, feminizme bakış açımız ve onu tuttuğumuz yer de değişiyor”
Tiyatroda en sevdiğiniz oyun yazarı kimdir?
Ben sanırım Çehovcuyum. Ama biraz da çağdaş absürd oyunlarda da gözüm kalır. Tom Stoppard severim mesela. İlla bir isim derseniz, herhalde Çehov ve hiç vazgeçilemeyecek herhalde Shakespeare vardır. Yaş ilerledikçe, tekrar dönüp baktıkça çok şey bulmak mümkün. Çok Shakespeare severim dediğim bir yerden değil de onun zamanla ilgili özellikle zamanla olan ilişkisi ve onun üzerinden kurduğu yapı, anlatı benim çok ilgimi çekiyor hala.
Sizin yönetmekten en çok zevk aldığınız oyun neydi?
Birbirinden ayırmak oldukça güç her yaptığınız bir diğerinin üstüne bir şeyler koyduğu ve daha farkındalıkla yaptığınız için diyebilirim herhalde. En son Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde “Aşk İksiri” yönetmiştim. Herhalde en zevk aldığım eserlerden biriydi çünkü benim parmak izimin çok net olduğu, görünce insanların anlayabileceği, kendimi çok arasına yerleştirebildiğim sahnesine, bakış açısına, ışığına çok yerleştirdiğimi düşündüğüm çok dinamik ve her şeyden öte herkesin canı gönülden çalıştığı için çok mutlulukla hatırladığım bir oyundu.
“Herşeyden önemlisi tiyatronun bir sosyal hizmet olduğu, bir şehrin ya da bir toplumun olmazsa olmazlarından birinin sanat olduğunun kabul edilmesi gerekiyor”
Pandemide kapatılan pek çok sahne için neler yapılabilir?
Sanırım her şeyden önce bir takım yasal düzenlemelere ihtiyaç var çünkü bu kapanan tiyatroların üzerindeki vergi yükü, personelin SGK’sını ödemek, düzenli maaşlarını ödemek, bir istihdam yaratmak gibi pek çok konuda zorlukları var. İyi bir iş üretebilmek için tüm bu alanların çok iyi yapılandırılması gerekiyor. Her şeyden önemlisi tiyatronun bir sosyal hizmet olduğu, bir şehrin ya da bir toplumun olmazsa olmazlarından birinin sanat olduğunun kabul edilmesi gerekiyor. Herhangi bir esnafla bir tutmak çok mümkün değil. Koşulları, yaptıkları işin muhtevası, çalışma biçimleri birbirinden çok farklı olan pek çok sektör var elbette. Tiyatro da bunlardan biri. Kendi çalışma ve içeriğine uygun bir yasaya ve kurallara hâkim olması gerekiyor. Bu önemli bir tartışma konusu elbette. Yerel yönetimlerin de, bağımsız tiyatroları maksimumda desteklemeleri çok önemli çünkü bir izleyiciyle buluşma fırsatını yerel yönetimler aracılığıyla elde edebilir – İstanbul ölçeğinde bakılınca özellikle- Sadece gelire yansıyacak bir durum olabilir. Anayasadaki sanatın ve sanatçının korunması ilkesini hep birlikte daha iyi algılayıp, sadece bir madde olmaktan çıkararak içini doldurmak gerekiyor.
En son ne okuduğunuz roman/öykü?
Çok düzenli bir şey okuyamıyorum gerçekten ama çabam var. Şu an elimde birkaç kitap birden var. Şu andaki ritmimle bu bana daha iyi geliyor. Bir tanesi çok sevdiğim bir arkadaşımın hediye ettiği “Usta ve Margarita” daha önce okumamıştım Bulgakov. Murakami okuyorum “Sahilde Kafka” ve döne döne okuduğum kitaplardan biri “Kanlı Düğün” Lorca’nın bir oyunu. Ve aynı zamanda Barry Sanders’in “Kahkahanın Zaferi” benim masamın üzerinde duruyor arada bir karıştırdığım kuramsal bir kitap. “Yıkıcı Tarih Olarak Gülme” diye de bir alt başlığı var.
En son ne izlediniz konser?
İşim gereği çok konser dinliyorum, izliyorum. Bunların büyük bir kısmı kendi organize ettiğimiz sokaklardaki halk konserleri. Bir kısmı zaten İstanbul’daki hareketli kültür sanat ve eğlence atmosferinin içerisinde yer alan bir takım konserler. En son Harbiye Açık Hava Sahnesi’nde Bülent Ortaçgil’in 50 Buçuk konserini izledim.
“…ben yine de seyircili performanstan yanayım. Bir izleyen olması, gören olması gerekir ne olursa olsun”
Pandemide kültür sanat adına en çok neyi özlediniz?
Pandemi başladığında ben Ankara Opera ve Balesi’nde “Damdaki Kemancı” provasındaydım. Bir gün provaya geldik ve “Eve gidin 1 hafta provalar ertelendi.” dediler. O bir haftanın bir hafta olmayacağını aslında o gün biliyorduk. Ondan sonraki süreç büyük bir bekleme süreciydi. Konserler, tiyatrolar, söyleşiler, filmler her şeyin online olarak yapıldığı bir döneme dönüştük. O zaman en çok özlediğim şey seyirciydi. Çünkü her sanat için geçerli olmayabilir ama benim gibi sahne sanatlarından gelen biri için seyircisiz bir performans tamamlanmış performans değildir kanımca. Pandemi bize, görmediğiniz, nefesini duyamadığınız ve sıcak etkileşimde olamadığınız bir seyirciyle sanatın nasıl üretilebileceğine dair aslında önemli bir düşünme zemini de yarattı.
Ama ben yine de seyircili performanstan yanayım. Bir izleyen olması, gören olması gerekir ne olursa olsun. O görenle ilişki olmadığı zaman hep eksik kalıyor. Dolayısıyla hem sanat hem sanatçı izleyiciyi özledi. İzleyici de görüyorum ki, özellikle geçen Temmuz ayında sokağa çıkma yasaklarının hafiflediği gün itibariyle an an gözlemleme fırsatı buldum. Çok şanslıyım ki seyirci de çok özlemiş. Tüm korkularına rağmen herhangi bir sanat ve eğlence aktivitesine katılmak çok önemli ve çok kıymetli bir şey olduğunu seyirciden de gözlemleyebildik. Bu da benim için önemli bir sağlama gibiydi.