A password will be e-mailed to you.

Selim İleri’yle bu konuşmayı 2006 yılında, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum adlı öykü kitabı çıktığında Cumhuriyet Kitap eki için yapmıştık. Selim İleri, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum’la 22 yıl ara verdiği öyküdeki ustalığını bir kez daha taçlandırıyordu. Önemli şeyler söylemişti Selim İleri. Kendi fotoğrafına bakarken aslında bizim fotoğrafımıza da bakıp gördüklerini samimiyetle, bir çeşit iç döküşle anlatmıştı. Her öyküde fotoğrafı büyütmesi, görünmeyeni veya gölgede olanı öne çıkarması hakikatin nerede saklandığını göstermesi açısından önemli. Fotoğraflar donmuş bir anı resmetse de bize kim olduğumuzu, nasıl durduğumuzu geçmişten bildirir. O nedenle Selim İleri fotoğrafı hepimize gönderiyor. Tekrar hatırlatmak için. O halde dönüp bakalım o toplu fotoğrafa…

Deniz Durukan: Eski Bir Roman Kahramanı adlı öykünüzde “Bir şey eskir, bir şey kırılır, bir duygu ansızın çözülür” diyorsunuz. Şimdi tam da o noktada mıyız, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum adlı kitabınızla?

Selim İleri: Çok teşekkür ederim. Evet, tam oradayız. Belki yirmi iki yıl hikâyeden uzak durmam o çözülmeyi, kırılmayı tam olarak yansıtabilme arzusundan kaynaklanıyordu. Bu, insanın varabildiği en acı noktalardan biri olmakla birlikte, çözülme noktası diye özetlemeye çalıştığım şeyin bir anlamda çıkış noktası olduğunu da söyleyebiliriz. Bazı şeyleri daha özgürce, rahat konuşabilmek, kendini daha özgüvenli hissedebilip konuşabilmek, her insanda değişik yaşlarda ortaya çıkabilir. Bana bu dönemde geldi. Öyküye tekrar döndüğüm için çok mutluyum.

D.D: Kitabın genel konsepti, resim ve fotoğraf üzerine kurgulanmış.

S. İ.: Çok bilinçli yapmadım bunları. Kendi kendine gelişti. Eski Bir Roman Kahramanı ya da Şahane Bir Tuvalet; bunlar hiçbir zaman birbirinin ardılı olabilecek, birbirini bütünleme arzusuyla yazılmış hikâyeler değil. Zaman içersinde kopuk kopuk yazıldılar. Buna karşın, bir yerden sonra tuhaf bir şekilde bu kopukluğun içersinde birbirlerini bütünleyecek bir doku oluşturdular. Burada belki akraba olarak başka bir kitabı anabilirim; Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak. Kendini yazar olarak görmenin ötesinde –kendimi yazar gibi görmedim hiçbir zaman– sürekli yaptığımız bir şey vardır; kendimizden yola çıkarak yazarız, öykü ya da roman olsun diye ona isim takarız, değişikler yaparız. Bunu yapmamaya çalıştım. Kendi maceramın da bir öyküye, öykülere dönüştürebileceğini düşündüm. Belki o noktada, zaman içersinde bir bütünlük duygusu oluşmaya başladı. Ada Gezintilerim adlı öykümde zaten çok fazla belli oldu bu, böylece bir bütünleme isteği bilinçli olarak karşıma çıktı.

D.D: Kitapta Şair Nigâr Hanım’dan söz ediyorsunuz. Nigar’ın anlamı da resimmiş.

S. İ.: Evet, öyle. Sonradan farkına vardım. Sanatta, edebi eserlerde; metafiziğe, sezgiye ve bilinçaltının oyunlarına çok inanırım. Birdenbire bazı unsurların bir araya gelerek bütünlük oluşturmasının, yazarın bunları bilinçli kurmasının yanı sıra bazı dürtülerle, bilinçaltıyla, duyuşlarla da oluşabileceğini düşünüyorum.

D.D: Öykülerinizdeki fotoğraflar çocukluktan bugüne değin size dair bazı karelere, görüntülere götürüyor bizi. Bütün bu öyküler zamanında göremediğiniz ya da görmek istemediğiniz (bu hepimiz için geçerli) fotoğraflara bir bakış diyebilir miyiz?

S. İ.: Tabii. Son öykü Gregor Samsa’nın El Yazısı’ndaki fotoğraf, çekildiği andan itibaren evde, albümde duran bir fotoğraftı. Gerçekten de uzun yıllar o fotoğrafta kendimi görmedim. Çok karanlıkta kalmışım. Tabii o zamanlar teknik olanaklar da fotoğrafı büyütme şansı vermiyordu. Resme baktığım vakit annem, babam ve ablamı görüyordum. Ben niye yokum o resimde diye soruyordum kendime. Sonra o resmi büyüteçle taradım, arkada bir gölge gördüm (Orada yazdığım hikâye birebir yıllar önce yaşanmış bir şeydi). Teknik imkânları kullanıp daha detaylı bakma olanağı yakalayınca, arkada ne halt karıştırdığımı gördüm tabii ki. O çekilen karenin dışında, bir kenara saklanmış duruyordum. O fotoğrafı uzun yıllar yazmak istemişimdir. Hatta, hikâye için fotoğrafı bu şekilde büyütmeden önce büyük boy olarak bastırmıştım. Orada kendimi çok net gördüm. İnsan kendisinden yola çıkıp hikâye yazsa bile o kişiyi kendisi gibi değil, bir hikâye kahramanı olarak görüyor. Ancak uzun süre yazamadım o hikâyeyi. Bu kitapta birdenbire çıktı ortaya.

D.D: O fotoğrafta ailenizin arkasında kovuk gibi bir yere saklanmışsınız. Dolayısıyla aile fotoğrafında ilk bakışta yer almıyor gibi görünseniz de aslında varsınız. Ancak yabancı, eğreti duruyorsunuz. Fotoğrafın dışında, genel olarak baktığımızda, sizde yabancı kalma duygusu olduğundan söz edebilir miyiz?

S. İ.: Bütün yaşamım boyunca bir yabancı gibi hissettim kendimi. Hiçbir zaman yeryüzündeki yaşamın içinde bana ayrılmış bir pay olduğunu düşünmüyorum. Tabii ki nankörce bir düşünce bu. Hiçbir zaman sefil bir hayatım, büyük ekonomik sıkıntılarım olmadı, çetin hayat şartlarından geçmedim. Her şey ortalama, düzgün bir şekilde gitti. Ancak ruhen büyük sarsıntıları sürekli yaşadım. İnsanoğlunun benliğindeki tahribatı hissettim. Yaşanan savaşlar, yoksulluk ve hastalıklardan kaynaklanan dramların olduğu dünyada, bunlara iyilik getirmek yerine herkes hâlâ birbirine karşı kendi kötü benini öne çıkarmaktan başka bir şey yapamıyorsa, yalnızca bu sebepten dolayı dünyayı sevmediğimi söyleyebilirim. Bunun dışında kendimden kaynaklanan bir sorun olabilir; hiçbir zaman mutlu olmadım. Mutluluğu hissetmediğin zaman insanlarla pek iletişim kuramıyorsun galiba. Kendimi idrak etmeye başladığım andan itibaren yalnızım. Daha önceleri yalnızlıktan yakınmışımdır belki ama artık yakınmıyorum. Yalnızlığımın varlık sebebim olduğunun farkındayım. Bu dünyaya yabancıyım. Ancak kavgam insanlardan çok dünyayla ilgili.

D.D: Sanırım en çok kendinizle kavgalısınız.

S. İ.: Çok doğru. Neden bu kadar uyumsuzum, yabancıyım diye sorgularım kendimi.

D.D: Bu anlamda tehlikeli bulur musunuz kendinizi?

S. İ.: Bulurum. Bütün insanlar bana çok efendi, saygılı olduğumu söylerler. O dış görüntümdür. Öyle biri değilim aslında. Çalkantıları, öfkeleri olan biriyim. Kötülük yapamam ama aklından kötülük geçen bir insanım.

D.D: Kitapta yazdığınız gibi fotoğraflar merhametsiz midir sahiden?

S. İ.: İlhan İrem’in Ben Değilim diye bir şarkısı vardır. O şarkının sözlerinden etkilendim. Fotoğraftan korkarım. Kitapta fotoğrafı kullanmam da ilginç: çünkü bende fotoğraf yoktur. Fotoğrafların tamamına yakınını attım. Ama kitapta kullandığım bu fotoğrafı atamadım. O fotoğrafta bir sır vardı. Ve beni en fazla o fotoğrafın açıklayacağına inanıyordum. Metafiziksel bir şey. Fotoğrafı büyüttük, hikâyeye yerleştirdik, ama sonra kaybettim.

D.D: Bir öyküde dış etkenlerin gücü nedir?

S. İ.: Dış etkenler, insan üzerinde elbette belirleyicidir. Bunu hiçbir zaman reddetmiyorum. İçinizde daima sizi belirleyen bir taraf olsa bile dış etkenler tarafından yönetiliyorsunuz aslında. Elinizde olmaksızın dış dünya, sosyal hayat, toplumsal yaşam sizi belirliyor. Bir süre sonra kendi beninizden, içinizdeki isteklerden cayıp size biçilen elbiseyi giymek zorunda kalıyorsunuz. Bu anlamda kendi içimdeki beni, çok istememe karşın dışarı çıkaramadım. Onlar bende kaldı, hatta zamanla sönüp gitti. Kitaptaki Hayat Sönüp Giderken adlı öykünün sonu bu söylediklerime açıklayıcı bir cevap aslında. Toplumun küçük değerlerine boyun eğdim, onların etik değerler olduğunu sanarak uyum sağladım. Oysaki isyankardım. O isyanları tek tek yitirdim. Anarşist bir tarafım var ama bunu dışa vuramıyorum. Bu doğru bir şey miydi, bilmiyorum. Sanırım değildi.

D.D: Peki yalnızlık sizi kırıyor mu?

S. İ.: Gerçek yazarların, şairlerin, edebiyatçıların, aileleri olsa bile yalnız olduklarına inanıyorum. Daha önceki ustaların da yalnızlıklarına şahit oldum. Örneğin Behçet Necatigil yalnız bir insandır. Aile başka bir şeydir toplu yaşam sürmek başka bir şey. O anlamda bir yazar kendi yalnızlığını nasıl savunabilir ki? Gerçi yayınevleri sağ olsunlar, kitabımızı basıyorlar. Ancak basmadıkları vakit bu çok önemli bir şeymiş gibi gelmiyor bana. Yazarın kitabım basılacak, kitabım ilgi çekecek diye yazarlığa yakışmayan tavırlar içersine girmesi beni ürkütüyor. Bu belki benim meselem, başkasının değil. Ben uzak durmayı tercih ediyorum.

D.D: Popüler kültürün edebiyat içersinde bir söylem bulması diyebiliriz buna.

S. İ.: Son yıllarda popüler kültür kelimesi bile yeterli gelmiyor. Girift bir durum bu.

D.D: Şahane Tuvalet adlı öykünüzde annenizin önemli bir düğüne giderken giydiği elbiseyi: “Çiçekli emprime, eteğindeki geniş büzgüsü tek süsü olan, dekoltesiz bir giysiydi. Geceye, müziğe, dansa, kahkahaya değil, öğleden sonralara, yaz akşam üzerlerine, mutsuz evlere geri dönüşlere dikilmişti” diye tarif ediyorsunuz. Bu bana çok dokunaklı geldi. Evet bu sizin kendi hikâyenizdi belki, ama genel olarak toplumumuzdaki aile kurumuna baktığımızda, anneye biçilen rolde dekolte giyemez ya da çok şuh olamaz anlayışı var. Siz ise çocuk yaşlarda bu anlayışın üzüntüsünü çekiyorsunuz. Bunu kabul etmiyorsunuz.

S. İ.: Dediğim gibi anarşist bir tarafım var. Annemin, öyküdeki Madam Jüliet gibi bakımlı ve şuh olmasını istiyorum. Onun gibi, başka hayat şartlarında yaşayabilmesini istiyorum. Gerçekten bir aile olarak orta hallinin iyice altındaydık. Dıştan bakıldığında, sınıf olarak yüksek burjuva gibi gözüküyordu. Çünkü babam üniversitede profesördü. Konum olarak üst düzeyde olmamıza karşın ekonomik anlamda fakire yakın bir aile hayatımız vardı. Evde iki çocuk okuyordu, ablam da yabancı bir okula gidiyordu. Bütün bunlar beni etkiliyordu tabii ki. Daha sonra annem Alzheimer olduğunda, hayatta hep kısıtlı kalmasının isyanını gördüm onda. Neydi bu; üç aylığını aldığı vakit bir anda harcamak isterdi. O harcama, israf duygusu insanoğlunda var olan bir şey. Ama bunu yapamadığın vakit yaşanmadan bitiyor.

D.D: Çocukluğunuzda yaşadığınız evden, evlerden söz ederken soğuk ve donuk bir hava sezdim. O evler kaskatı kalmış sanki. Evden dışarıya çıktığınızda ise gördüğünüz her şeyde hareket ve bahar var. Elbette bu anlattıklarınızda kurgu da vardır. Ancak ben sizin her anlattığınızda gerçekliği hissediyorum. Gerçekten evleriniz bu kadar ıssız mı?

S. İ.: Ev hiçbir zaman benim için kişisel mekân olmadı. Bir anlamda göçebe bir insanım. Evsiz barksız olmayı adeta tercih ederim. Evler daima hüzün verir bana. Zaten Perisiz Evler adlı öykümün başında bunu söylüyorum. Evler de beni fazla sevmedi. Hayatımda dokuz-on ev oldu. O evlerin hiç birisini kendi evim, ailecek yaşadığımız bir mekân olarak görmedim. Evlerin insanı mahkum ettiğini düşünüyorum. O anlamda oteller daha cazip. Oteller geçicidir, evler ise daha uzun kalınacakmış hissi verir ama bir süre sonra bu hissiniz oteldeki gibi yabancılığa dönüşür. İnsanın kendi evine yabancı olduğu pek çok sahne vardır.

D.D: Perisiz Evler adlı öykünüzde “evlerde sevgi yoktur” diyorsunuz. Gerçekten öyle mi?

S. İ.: Bütün evler sevgisizdir. İstisnai durumlar elbette olur ama genelde bizim gibi toplumlarda mutlu, kalabalık aile yaşamı pek yoktur. Çekirdek ailede de daha kalabalık ailelerde de yoktur. Problemler vardır. Belki batıda da öyledir; orayı pek bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa, bizim gibi toplumlarda evler mutsuz çocuklar ordusu yetiştirmek için birebir eğitim alanlarıdır. Bu açıdan evlerden insana mutluluk geçeceğini sanmıyorum. Ama insanlar dönüp dolaşıp eve ve aileye sığınıyor. Buna inanmıyorum. Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun romanının adını, Evlerde Sevgi Yoktur’u özellikle kullandım öykümde.

D.D: Bir de bu öyküde “baba evi sevgisizdir” diyorsunuz. Burada aile kurumuna da bir gönderme var.

S. İ.: Jean Paul Sartre çok güzel söylüyor; “Babayla aramızdaki ilişkinin sorumlusu baba değil, babalık kurumudur” diyor. Öyle bir şey. O kurumlardan; babalık kurumu, aile kurumu, annelik kurumu, hatta bir anlamda evlat olma kurumu… bunların insanın bireysel gelişimi ve özgürlüğü açısından parlak sonuçlar getirdiğini düşünmüyorum.

D.D: Perisiz Evler’de bilinç akışı tekniği kullanmışsınız.

S. İ.: Yer yer bilinç akışı tekniği de var ama daha çok sayıklamalar hâkim o öyküye. Bulanık bir şey. O bulanıklık hoşuma gittiği için aldım. Aslında hikâyeyi ilk başta üç kadın ve evler olarak düşünmüştüm. Şöyle bir kurgu yapmak istedim; ortada bu evler, bu evlerin dışında, kendi evlerinde yaşayan üç ayrı kadın… Yazmaya çalıştım ama bunlar kenetlenmedi. Ve fark ettim ki sadece evler başlı başına bir hikâye olmuş.

D.D: Çocuk ve ev deyince oraya buraya kapatılmış, elinden özgürlüğü alınmış bir çocuk çıkıyor ortaya.

S. İ.: Evet, öyle bir durum var. Özellikle anne-baba evleri çocukların hapsedildiği yerler gibi geliyor bana. O çocukların karakterlerini anne-baba belirliyor. Sonra belki çocuk kendi karakterini buluyor ama aradaki on-on beş yıl ziyan oluyor. O nedenle, evler birer küçük cezaevidir.

Daha fazla yazı yok
2024-09-12 15:20:35