A password will be e-mailed to you.

Eda Soylu, Ferda Art Platform’da 11 Aralık tarihine kadar görülebilecek “Yetişkinler İçin Oyun Blokları” adlı sergide her biri sekiz kilo ağırlığında onlarca renkli beton bloktan oluşan yerleştirmelerin yanında fotoğraf işleriyle yer alıyor. İzleyiciyi oyuna davet ederken hem malzemenin ağırlığı hem de Gezi Olayları’nda kullanılan gaz kapsüllerinin kimi blokların içinde yer almasından dolayı bu davet karşılıksız kalabiliyor. Bir tekinsizlik hali yaratılıyor. Saklamanın bireysel ve kolektif hafıza için önemi vurgulanıyor. Yakın tarihi idrak etmenin hafızayı diri tutmaktan geçtiği belirtiliyor. Tam manasıyla bir oyun oynanabilmesi için sergide görüleceği üzere deniz dalgalarının beton blokları devirmesi ve aşındırması gibi hareket etmek gerektiği kendini açığa vuruyor. O zaman bir oyunun ne türden hallerin yaratımı olduğu daha bir fark edilebilir. Kurgulanmış, ölçülmüş, biçilmiş, sınırlanmış olanda bir kesinti ve kesik yaratılabilir.

“Oyun kelimesi bile kendi başına saklama ve koruma eylemlerine hizmet eden bir katman niteliğinde.”

 

Bir oyun nedir? Herhangi bir oyun? Çok ciddiye alınmadan oynanan herhangi bir oyun? İktidar ilişkilerinin ve toplumsal cinsiyet kodlarının sız(ma)dığı bir oyun? “Yetişkinler İçin Oyun Blokları” bu aralıkta kendini konumlandırdığı söylenebilir mi?

Oyun saflığı temsil ediyor benim için, hesapsızlığı. Herhangi bir oyun, bu ne olursa olsun, kaç yaşında oynanıyor olursa olsun, hakikaten oynanıyorsa orada ân’da kalınıyor demektir. Ân, içinde hesabı kitabı barındırmaz. “Yetişkinler İçin Oyun Blokları” kendini bu bağlamda oyun kavramına konumlandıramıyor oluşundan dem vurur. Küçükken “Ateşle oyun olmaz!” diye büyütülen bizler, büyüyünce ölümle hunharca oynanmasına tanık olduk. Bu tutum karşısında bu iş, saflığını renklere sığınarak korumaya çabalarken, oyun kavramının hakiki manasını yetişkinlere anımsatmayı önemser.

 

Büyüyünce bu dünyanın olanca gerçekliğiyle yüzleşiyoruz. Yetişkinler bu dünyanın nasıl bir yer olduğunu her seferinde gösterdiklerini düşünüyorum. Bu anlamda onlara oyunun önemini hatırlatmanı önemsiyorum. Fakat gerçeklik bazen korkunç bir hal alabiliyor. Yakın bir tarihten örnek verecek olursam Gezi Olayları’nda devletin orantısız gücünü ve şiddetini yaşadık. Uzun bir sürede bitecek gaz stoku (hiçbir şekilde kullanılmamasını tercih ederim) kısa sürede bitirildi. Özgürleşmek isteyenlerin arzusuna, mücadelesine ve oyununa karşı devletin şaşmaz oyunu sahne aldı. Bu serginin bu anlamda orayla bir bağı olduğu söylenebilir. Dahası otuz kilo kadar topladığın gaz kapsüllerini renkli beton kapsüllerin içine yerleştirdin. Şiddet nesnesini gizleyerek buradan renkli bir oyun oluşturma düşünceni merak ediyorum.

“Korktum” 2013 yılından beri üzerinde çalıştığım bir proje. İçinde birden fazla işi barındırıyor, “Yetişkinler İçin Oyun Blokları” da bu işlerden bir tanesi. Bu işlerden bazılarını yurt içinde ve yurt dışında sergileyebildim. Ancak bu sergiyi yapabilmek için yedi yıl beklemem gerekti. Bu süre zarfında her ne kadar sergilemeye çalışsam da son yıllarda ardı ardına yaşananlar bu işlerin sergilenmesini “uygunsuz” kıldı. Buradaki korku, yalnızca bana ait değildi, kolektif bir korkuydu ve bu önemliydi çünkü hafıza da kolektifti ve korunması gerekiyordu. “Yaralı Anlar” adı altında kat kat beyaza boyayıp zımparalayarak yumuşak ve hatta poetik hale getirdiğim gaz kapsülleri, “Çiçekli Gaz Kapsülleri” ölümün onurlandırıldığı Hindistan’dan edindiğim rengârenk çiçekli kumaşları etrafına dikerek ve ardından vitrinlere dizerek oluşturduğum gaz kapsüllerinin etrafına dikerek oluşturduğum ve vitrinlere dizdiğim ve renkli beton blokların içine yerleştirerek oluşturduğum “Yetişkinler İçin Oyun Blokları”; bu projenin işlerindeki ortak yaklaşım, yani temel dil saklama kavramı üzerine kurulu, saklama çabası. Bu çaba beraberinde muhafaza etme eylemini de getiriyor. Buluntu objelerle uzun yıllardır çalışıyorum.

“Bütün hepsinde elimden kayıp gitmesinden çekindiğim bir hafıza var. Koruma çabam bundan kaynaklanıyor. Bu sergide şiddet nesnesini gizlemek ve dolayısıyla muhafaza etmek, bireysel ve toplumsal hafızanın korunması ve yakın tarihin idraki açısından önemli bulduğum bir durum.”

Gerek “Anneannemin Evinden Kalanlar” sergimde anneannemin ardında bıraktıkları olarak nitelendirdiğim buluntu objeler, gerekse “Evi Yeniden Kurmak” sergimde kaldırım kenarlarından topladığım ev parçaları, gerekse bu gaz kapsülleri. Bütün hepsinde elimden kayıp gitmesinden çekindiğim bir hafıza var. Koruma çabam bundan kaynaklanıyor. Bu sergide şiddet nesnesini gizlemek ve dolayısıyla muhafaza etmek, bireysel ve toplumsal hafızanın korunması ve yakın tarihin idraki açısından önemli bulduğum bir durum. Kullanılan renklerin yumuşak ve çocuksu oluşunun saklama eylemine katkısı çok büyük, şüpheye yer kalmasını önlüyor. Bu bağlamda şunun altını çizmekte fayda görüyorum. Buradaki oyun kavramı, eğlenceli yahut mutlu değil. Aksine, içinde kelimenin tam manasıyla acıyı, acı olanı barındırıyor. Bu oyun 350 adet renkli bloktan oluşuyor. Blokların yarısı kadarında gaz kapsülleri saklı. Bu işleri ürettiğim 2014 yılından beri hangilerinde gaz kapsülü olduğu benim de bilgim dâhilinde değil. Yetişkin olarak adlandırdığım, ölümle oynamayı kendine hak görmüş kimseler blokların içinden bu “buluntu objeleri” çıkartmak isterlerse eğer, tek tek blokları kırmaları, matkapla delmeleri veya x-ray makinesinden geçirmeleri gerekir. Oyun, bu uğraş ve arayışla ilintili. “Oyun” kelimesi bile kendi başına saklama ve koruma eylemlerine hizmet eden bir katman niteliğinde.

 

Şiddet tekelini elinde bulunduran devlet elindeki bu kozunu unutturacağını düşünmüyorum. Onun işleyişi çoğunlukla bunun üzerine kuruludur. Belki geri çekilir, görünmez olur ama o tekel hep onun elindedir. Herhangi bir insana baktığımızda onunla göz göze geldiğimizde bu şiddetin izlerini görebiliriz. “İdeolojik aygıtlarla” veya başka türlü stratejilerle bu şiddeti uygulamıştır. Aslında her bir beden bu anlamda büyük bir hafıza diyebilirim. Asıl sorun senin de belirttiğin gibi kolektif bir hafızasızlık. O açıdan saklamanın, biriktirmenin ve hafızanın önemi çok büyük. Bedenimizdeki yaralardan da ancak kolektif birlikteliklerle kurtulabiliriz. Oyunun bu anlamda bir özgürleşmeyi de barındırdığını düşünüyor musun?

Kolektif birlikteliğin illa ki kolektif olarak bir duruma karşı duruş sergilemek anlamına geldiğini düşünmüyorum. Kolektif idrak, daha doğrusu bireylerin bireysel olarak idrak edişlerinin kolektif bir bütünlük yaratma kapasitesine sahip olduğuna inanıyorum. Oyun da bu bağlamda, evet, özgürleşmeyi barındırıyor. Yaşananları görmezden gelmek, olmamış gibi davranmak, hatırlamamaya çalışmak – ki bütün bu yaklaşımların hepsiyle empati yapabiliyorum, anlıyorum -, açılan fiziksel ve özellikle de duygusal yaraların varlığını yok kılmıyor. Bu açılan yaraların varlığının idraki kendi başına kolektif olana katkı sağlayabilecek nitelikte. Acıdan özgürleşme iyileşme ile oluyor, iyileşme ise idrak ederek. Özgürleşmenin yolu idrak etmekten geçiyor. Öz iyileşince kolektif de iyileşebiliyor. Özgürleşme kelimesinin içindeki “öz”ün de bu bağlamda altını çizmek isterim.

“Sınırsız olan insanın hayal gücüdür. Malzeme o sınırsızlığa ulaşmada bir araçtır. Ben genel olarak malzeme konusunda yalın ve net davrandığımda kendimi daha iyi ifade edebiliyorum. Sınırlar ayrıca gerekli. Sınırdan oluşan sınırsızlıklara da saygım sonsuz”

 

Tekilliklerin önemi yadsınamaz. Çokluk oluşturmanın yolu tekilliklerden geçtiği bir gerçek. Aksu Bora’nın Birikim’de yer alan “Gerçeğin ‘Dışı’ Neresidir?”* adlı enfes yazısına dikkat çekmek istiyorum. Onun oyun hakkında şu sözü çınlıyor kulağımda “Oyun, gerçekle muhayyelin sınırlarını belirsizleştirir.” Bu sergide de sınırlar çok belirsiz. Yani eline alacağın bir beton blok aynı zamanda içinde taşıdığıyla başka bir anlam taşıyor. Bu belirsizlik halinin sergiye katkısından söz eder misin? İnsanların sergiyi deneyimlemeleri konusunda gözlemlerini merak ediyorum.

Beton, bildiğimiz gibi, bir oyuncak malzemesi değildir. Ancak burada kullanılmış olan renkler izleyiciye adeta davetiye çıkarır nitelikte. İzleyici bu bloklara dokunmak, onları kaldırmak ihtiyacı hissediyor. Kimi kaldırıyor da. Kaldırdığı gibi geri koyuyor. Bu blokların her biri sekiz kilo. Oyuncaklar sekiz kilo olmazlar. Bu tekinsizlik hali işin önemsediğim bir kısmı.

 

Bana kalırsa sınırlı bir malzeme ile hareket ederek çok farklı bakış açılarına alan açan bir sergi gerçekleştirdiğini söylenebilirim. Beton bloklar var. Hatta onlarca… Malzemenin sınırlığını hem o malzemeden yaptığın yerleştirmelerle hem de deniz kenarında onların fotoğrafını çekip sergileyerek aştığını söyleyebilirim. Yani malzemenin kendi kombinasyonlarının yanında farklı mediumları da işe kattığın görülüyor. Bir sergi oluşturmak için malzemenin sınırlı olduğunu düşündün mü? Yoksa başlı başına sınırsız olanaklar sunduğunu düşünüp ona göre mi hareket ettin?

Her malzeme kendi içinde bir kod barındırır. Bu kodun biçimlenmesi tarih ve kültürler boyunca onu algılama şeklimizle olur. Hiçbir malzeme sıfırdan başlamaz. Önce malzeme vardır, ardından biz onu kullanır, ona başka anlamlar yükler, yontmaya çalışırız. Bu bağlamda bu serginin de malzeme açısından baştan belli çerçeveler dâhilinde olduğunu düşünüyorum. Sınırsız olan insanın hayal gücüdür. Malzeme o sınırsızlığa ulaşmada bir araçtır. Ben genel olarak malzeme konusunda yalın ve net davrandığımda kendimi daha iyi ifade edebiliyorum. Sınırlar ayrıca gerekli. Sınırdan oluşan sınırsızlıklara da saygım sonsuz.

“Heykeller yapıyorum heykeltıraş değilim. İşim gücüm yerleştirmedir benim, yer etmenin yollarını ararım.”

 

Sanat pratiğinin merkezinde yerleştirme sanatı olduğunu söyleyebiliriz. Yerleştirme kelimesini yapı bozumuna uğratarak işler ürettiğin de ileri sürülebilir. Bir tür yerleşememe hali de var. Yerleştirme sanatını nasıl okuyorsun? Bu sergi bağlamında düşündüğümüzde yerleştirmenin öneminden bahseder misin?

Yerleştirme sanatı benim pratiğimde genel anlamda yerleşememişlik üzerinden ilerliyor. Eğreti olma hali var. Aidiyet arayışı içinde. Bulunduğu yere elinden geldiğince iz bırakmayı umuyor. Unutulmaktan çekiniyor. Yok olmaktan bir de. Bu bağlamda hafızada yer etmeyi de bu sürecin ve sanatın bir parçası olarak görüyorum.

 

Çünkü hakikaten, yerleştirilen bloklara bir dalga vurabilir, bloklar devrilebilir; bütün bloklar matkapla delinebilir, içleri aranabilir. Bu durum yerleştirmeyi bozmuş olur mu?

Zannetmiyorum. Yerleştirme sanatının bütün sanat dallarının en temeli olduğuna inanıyorum, edebiyat, tiyatro, şiir, müzik, resim, heykel, video ve daha nicelerinin. Ortak buluşulan nokta yer arayışımız, yer etme çabamız. Yer etmenin yolu iz bırakmaktan geçiyor. Yerleştirme sanatı bu izin peşinde. Bu sebepten ötürü ben resim okumuş olmama rağmen ressam değilim. Fotoğraf çekiyorum fotoğrafçı değilim. Heykeller yapıyorum heykeltıraş değilim. İşim gücüm yerleştirmedir benim, yer etmenin yollarını ararım.

 

Deniz dalgalarının beton bloklarının dikeyliğini ve katılığını aşındırdığını fotoğraf çalışmalarında görebiliyoruz. Dalgaların ritmiyle boy ölçüşemediğini fark ediyoruz. Dalgaların bu ontolojik hali politik ve estetik bir müdahalede bulunduğu söylenebilir mi?

Söyleyebiliriz. Dalgalar beton blokları deviriyor ama renklerine müdahale edemiyor. Renk içte mevcut. Renklerin kilo ile ölçülebilecek bir ağırlığı yok, ancak iki dalgayla devrilmeyecek kadar ağırlar. Renklerin ağırlığı önemli.

 

*Aksu Bora, “Gerçeğin ‘Dışı’ Neresidir”, Birikim Dergisi, Erişim Tarihi: Aralık 2, 2021, https://birikimdergisi.com/haftalik/7700/gercegin-disi-neresidir

Daha fazla yazı yok
2024-12-03 17:18:05