Sinema tarihinde Dr. Mabuse, hakkında birden fazla film çekilen tek karakter değil elbette; ne var ki doğup, büyüyüp gelişmesini, hatta tohumlanmasını bile gözlemleyebildiğimiz modern yamyamlığın bu vücut bulmuş hali, elbette diğer karakterler arasında ayrı bir yere sahip. Her ne kadar Fritz Lang’a ait olmasa da bu karakter, Lang’ın, serseriler, uyuşturucu bağımlıları ve fahişeler arasında geçen Berlin’in yeraltı gecelerinin, atlattığı Birinci Dünya Savaşı’nın ve hakkında söylentilerden fazlasını bilmediğimiz ilk karısının esrarengiz ölümünün bütün izlerini barındırıyor. Fritz Lang’ın, hatta bütün insanlığın ruhunun derinliklerinde gizlenen bir canavar olan Dr. Mabuse, Lang’la beraber büyüyüp gelişen bir karakter olmasından dolayı Lang sinemasının anlaşılmasında büyük bir rol üstleniyor, ayrıca modern dünya düzeninin bir eleştirisini sunuyor.
Joseph Campbell’e göre psikanalistler, kabile toplumlarındaki şamanların modern versiyonlarıdır. Şamanların, kabilelerine ruhani önderlik etme görevini üstlenmeleri gibi onlar da modern insanın ruhsal gelişimine yardımcı olurlar. Bu kabiliyet, bir psikanalist olan Dr. Mabuse’da güç sarhoşluğu yaratır ve tanrıcılık oynamaya başlamasına sebep olur; insanlara ruhsal gelişimlerinde yol göstereceği yerde onların zihinlerini kontrol eder, onları tesiri altına alıp üzerlerinde mutlak üstünlük kurarak suça alet eder. Çalışanlarının hastalıklı sadakati, Cara Carozza’nın saplantılı aşkı ve onu kurtarmak adına ölümü kabullenmesi ve en önemlisi de psişik güçleri onu insanüstü bir varlık haline getirir. Kendi kendine duyduğu hayranlık ve sınırsız iştahıyla Dr. Mabuse, hissedebilme yeteneği olan bir insandan ziyade arzunun vücut bulmuş halidir. Bu yüzdendir ki etrafındaki insanlar üzerinde kolayca etki kurar; yapması gereken tek şey doğasında hırs ve açgözlülük barındıran insanın içindeki Mabuse’yı ortaya çıkarmaktır.
Tutku, hırs, açgözlülük gibi temaları işleyen bu filmin alt metnini incelerken Fritz Lang’ın hayat hikayesini incelemekte fayda var. Çocukluğunu 20. yüzyılın ilk yıllarında yani modernizmin altın çağında, Viyana’da yaşamış biri olarak Fritz Lang teknolojinin şehrini nasıl değiştirdiğini gün be gün gözlemlemiştir; gaz lambalarının yerini ampullerin, faytonların yerini motorlu araçların, insanların yerini makinelerin almasına şahit olmuştur. Bu yeni teknolojiyle beraber tabii ki yeni bir düzen de gelecektir. Bir Birinci Dünya Savaşı gazisi olarak Fritz Lang, Amerika’nın ve kapitalizmin yükselen gücünün kesinlikle farkındadır.
Herkes ve hiçkimse
Her ne kadar bir suç örgütü de olsa Dr. Mabuse’nın çetesi, çalışma disiplini, hatalara tanıdığı sıfır tolerans ve bünyesindeki herkesin doğru yerde, doğru zamanda, maksimum verimle çalışması ihtiyacıyla bir devlet yapılanmasını andırıyor. Mabuse’nın çalışanlarından biri olan Pesch’in sözleriyle ise “modern yamyamlık”. Benzeri her kurum gibi, tek amacı sermayesini ve etki alanını büyütmek. Az önce de söylenildiği gibi Dr. Mabuse “herkes”tir; ama bu özelliği onu aynı zamanda “hiç kimse” yapar. Bu yüzdendir ki kimse onun nereden geldiğini ve aralarına nasıl karıştığını bilmez; Edgar Hull pokerde kime kaybettiğini, von Wenk nasıl bir suçlunun peşinde olduğunu, Kontes Told hayal ettiği maceranın kiminle olacağını ve neye benzeyeceğini bilmemektedir. Gelgelelim Dr. Mabuse, kontesin ne olduğunu bilmemesine rağmen arzuladığı bu belirsiz maceranın kahramanı olmak isterken kendini antagonist olarak bulur.
Mabuse her ne kadar denese de soylu kontesi baştan çıkarmayı beceremez; kontesin erdemi buna engeldir. Kocasının evinde geçirdiği sıkıcı saatler onda bir maceraya atılma isteği uyandırsa da o, kocasına sadıktır. Yeraltının içki ve kumar salonlarında can sıkıntısını gidermeye çalışsa da o “Lady Passive”dir, yani etrafında dönen bütün pis işlere seyirci kalmakla yetinir.
Bu mağlubiyet Mabuse’nın egosuna müthiş bir darbe indirir. Egoya indirilen bu darbe, Mabuse’nın karargahının polis tarafından kuşatılmasıyla görselleştirilir. Mabuse bu kuşatmadan gizli bir kapı sayesinde kanalizasyonlara kaçarak kurtulur; ne var ki özgürlük yolunda son engel olan kalpazanlık atölyesinin kapısını geçemez. Kanalizasyonlardan atölyeye açılan gizli kapı da arkasından mühürlenince kendi “id”inde hapsolur ve aklını kaybeder.
Başkalarının zihnini kontrol ederek onları suça alet eden tek çılgın doktorun Mabuse olmadığını unutmamak lazım. Robert Wiene’nin meşhur Dr. Caligari’si bir uyurgezerin zihnini kontrol ederek ona cinayet işletir. Bu açıdan iki karakter benzerliklere sahip olsalar da Robert Wiene hikayesinin merkezine zihin kontrolü-şizofreni paradoksunu yerleştirirken Fritz Lang insan ruhunun en karanlık dehlizlerini irdeler.
Dr. Mabuse’nin Vasiyeti
Freud’a göre insan, iki temel güdü tarafından yönlendirilir; yaratma arzusu olan eros ve yıkım arzusu olan thanatos. Eros, tabii ki de arzuyla sınırlı değildir; lakin arzu olmadan ondan söz etmek mümkün olmaz ve bu yoklukta thanatos ortaya çıkar. İşte 1933 tarihli “das Testament des Dr. Mabuse”(Dr. Mabuse’nin Vasiyeti) filminde, sevgisine karşılık bulamayan Mabuse’nin yakıp yıkma isteğiyle kavrulmasını izliyoruz.
Serinin ikinci filminde Dr. Mabuse tımarhaneye kapatılır. Zihin kontrol ustasının hazin sonu demans olmuştur; Mabuse bir kağıda durmadan anlamsız harfler karalar. Anlamsız harfler zamanla anlamsız kelime öbeklerine dönüşür ve en sonunda bu kargaşanın içinden anlam ifade eden bir şey çıkar; Suç İmparatorluğu.
Dr. Mabuse küllerinden doğar ve bu sefer çok daha güçlü ve acımasızdır. İlk filmde izlediğimiz para ve güç arzusu yerini, sadece ve sadece kötülük namına suç işleme ve toplumu terörize etme isteğine bırakmıştır. Kapatıldığı tımarhanede bedenen ölen Mabuse, dünyaya bu korku imparatorluğunu miras bırakır ve bu dönüşüm onun, insan bedeninden sıyrılıp son halini almasını sağlar; Dr. Mabuse artık deliliğin ta kendisidir. Dr. Mabuse’nin doğumu da benzeri bir dönüşümle gerçekleşmiştir; ne var ki bu dönüşüm beyaz perde yerine Fritz Lang’ın hayatında, Thea von Harbou ile beraber “Dr. Mabuse; der Spieler”in senaryosunu yazmaya başlamadan hemen önce meydana gelir, ama buna değinmeden önce, Mabuse’nin habercisi sayılabilecek filmlere göz atmakta fayda var.
Mabuse öncesi Fritz Lang
Fritz Lang’ın ilk yönetmenlik tecrübesi olmasa bile ulaşılabilir ilk filmi olan 1919 tarihli (iki bölümden oluşan filmin birinci yarısı 1919’da, ikincisi ise 1920’de çekilmiştir) “Die Spinnen”(Örümcekler)’de Kay Hoog adında bir maceraperest, bir şişenin içinde Pasifik Okyanusu’nu aşarak kendisine ulaşan parşömen sayesinde eski bir hazinenin peşine düşer; ne var ki bu hazinden haberdar olan tek kişi kendisi değildir. Lio Sha’nın önderlik ettiği global suç çetesi “Örümcekler” de bu hazinenin peşindedir.
Örümcekler ve Mabuse’nin çetesi birçok noktada benzerlik gösteriyor; saat gibi işlemek, hataya yer vermemek, her an her yerde bulunmak, teatral cinayet yöntemleri ve yine oldukça teatral örgüt içi istihbarat sistemi. Dr. Mabuse’nin büyük dehası ve esrarengiz doğası, Die Spinnen filminde Lio Sha ve yardımcısı Dr. Telphas olmak üzere iki karaktere bölüştürülmüş olsa da, iki suç örgütünün elebaşları olaylara tepki verişleri açısından oldukça benzeşirler; sevgilerine karşılık bulamayınca cinayete başvurmaları, yenilgiyi asla kabullenmemeleri, bütün dünyaya meydan okumaları ve arzunun aleviyle yanmaları. Zaten iki film de tutku temasının üzerinde fazlaca duruyor.
Benzer temalar üzerinde durmalarına rağmen iki filmin bunlara yaklaşım biçimi oldukça farklı. Kay Hoog hazine için çıktığı macerada aşkı bulur; Güneş Rahibesi Naela’nın masumiyeti kalbini çalar ve aşkını İnkalar’ın hazinelerine yeğ tutar. Adeta gökten düşmüş bir melek olan Naela gibi masumiyet ve saflık timsali bir karakterin bulunması ve böylesi bir romantizm, filmin atmosferine çocuksu bir hava katar. Ayrıca ana karakter olan Kay Hoog’un zengin, soylu, yakışıklı, zeki, entelektüel, atletik ve maceraperest olma özelliklerinin tümüne birden sahip olarak adeta bir üst benlik oluşu, oryantalist ögeler ve egzotik Kızılderili karakterler filmin çocuksu havasını hat safhaya taşıyor. Dr. Mabuse’nin ve Lang’ın daha sonraki filmlerinin atmosferlerine yüz seksen derece tezatlık teşkil eden bu çocuksu havaya, Mabuse öncesi başka filmlerde de rastlayabiliriz.
Lang’ı karanlığın ustası yapan o hadise
1921 tarihli Der Müde Tod (İngilizce’ye “Destiny” olarak çevrilen film, Türkçe’ye ‘Yorgun Azrail’ olarak çevrilebilir) filminde genç bir kadın, ölen sevgilisinin ruhu için Ölüm Meleği’yle pazarlık yapar ve bir anlaşmaya varırlar. Genç kadın anlaşmanın şartlarını yerine getiremese de masumiyeti, Azrail’i etkiler ve sevgilisiyle yeniden bir araya gelir; aşk ölümden bile üstündür. Thea von Harbou’yla beraber yazdıkları diğer senaryolara da benzeri bir hava hakimdir. Peki iflah olmaz bir romantik, egzotik tatlara tutkun bir maceraperest olan Fritz Lang’ı ‘karanlığın ustası’ haline getiren olay neydi?
Yıllar geçse de üzerindeki sır perdesini bugün bile düşürmeyen bir olay, onu tanıyan herkesin mutabık olduğu üzere Fritz Lang’ı hayatı boyunca tesiri altında bırakacaktır.
Çalışma arkadaşı The von Harbou aralarında romantik bir ilişki başladığında Fritz Lang çoktandır evliydi. Kimliği şaibeli olan bu kadının adı resmi kayıtlara Lisa Rosenthal olarak geçse de bugün onun hakkında bildiğimiz tek şey, sinema tarihçilerinin doğruluğundan emin olamadığı bu isimdir. Fritz Lang’ın hayatı boyunca hakkında bahsetmekten kaçındığı ilk eşinin kimliği kadar, ölümü de son derece belirsizdir. Lang hikayeyi, karısı bir gece eve geldiğinde Thea von Harbou ile olan ilişkisini kendi gözleriyle görerek öğrenmesi sonucu kıskançlık krizine girip intihar ettiği şeklinde anlatır ve olay örtbas edilir; ne var ki Fritz Lang’ın tek görgü tanığı olması ve silahın ona ait olup bununla tehditler savurmayı seven bir karaktere sahip olması, birçok kişinin, Fritz lang’ın bu ölümden sorumlu olduğu kanısına varmasını sağlar.
Büyük yönetmen bu olaydan sorumlu olsun ya da olmasın, olayın travmatik etkisinin büyüklüğünü bundan hiçbir röportajında bahsetmemesinden anlayabiliriz; hiçbir gazeteci de bu olay hakkında soru sormaya cesaret edememiştir. Karanlığın ustası aynı zamanda sessizliğin de ustasıdır; ne var ki bir sanatçının içinde yaşadığı karmaşayı uzun süre ruhunda tutsak edebilmesine imkan yoktur, eninde sonunda sanatsal işlerinde tezahürünü bulacaktır. Fritz Lang’ın en karanlık gecesinin şafağında ortaya çıkan karakter ise Dr. Mabuse’dır.