Modern Amerikan edebiyatının benzersiz seslerinden biri olan Julie Otsuka, Japon-Amerikan deneyiminin yüzyıllık tarihini yazdığı üç küçük kitabında ustaca anlatır. Her bir kitabında, bireysel ve toplumsal hikayeleri ustaca bir araya getirerek, okuyucularına derin ve çok katmanlı bir anlatım sunan yazarın ikinci romanı Tavan Arasındaki Buda ve üçüncü romanı Yüzücüler, yazarın dilini ve kitaplarının ruhunu olağanüstü bir şekilde dilimize aktaran Duygu Akın tarafından çevrildi.
Otsuka’nın yazın dünyasına ve kitaplarına derinlemesine dalmadan önce ilk kitabı When the Emperor was Divine’ın da yakında Akın’ın çevirisiyle okuyucularla buluşacağını müjdeleyelim. Değerli çevirmen Duygu Akın’ın Julie Otsuka’nın eserleri ve yazarlık sanatı üzerine değerli görüşlerine de yazımızda yer verdiğimizi belirtmek isteriz.
Yazar Julie Otsuka’nın edebi yolculuğu kökleri Japonca anlamı doğan güneşin ülkesi, resmi adı Nippon ile başlayıp, yeni dünya Amerika’ya uzanıyor. Bu yolculuğun Japon ve Amerikan toplumlarının kesiştiği bir kültür mozaiğini simgelediğini söylemek yanlış olmaz. Birinci nesil göçmen bir baba ile Amerika’da doğmuş ikinci nesil göçmen bir annenin kızı olan Otsuka bu iki dünya arasındaki yaşamın zenginliğini ve karmaşıklığını kitaplarına yansıtıyor. Yazar, babasının Japon köklerinden beslenen geleneksel değerleri ve göçmen olma halini, annesinin (ve babasının) Amerikan toplumunda yaşadığı kimlik arayışları, bir yere ait olma, kültürel asimilasyon, savaşın etkileri gibi temalarla örerek kitaplarının evrensel bir ses taşımasını sağlıyor.
(Julie Otsuka)
Julie Otsuka’nın ilk romanı When the Emperor Was Divine Asian American Literary Award ve American Library Association Alex Award ödüllerini kazanmıştır. Tavan Arasındaki Buda PEN/Faulkner Award, Prix Femina Étranger, ve Albatros Literaturpreis ödüllerine layık görülmüş ve ayrıca National Book Award için finalist olmuştur. Otsuka’nın Yüzücüler romanı ise 2023’te Andrew Carnegie Medal for Excellence in Fiction ödülünü kazanmıştır.
Eserlerinde Zamanın Ruhu
Otsuka’nın edebiyatı, Japon ve Amerikan kültürlerinin zengin mirasını kucaklayan, samimi ve duygusal bir deneyim sunarak okuyucuları kültürel kimlik ve aile dinamikleri üzerine düşünmeye teşvik ediyor. Otsuka’nın ailesinin İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşadıkları yerinden edilme, zorunlu göç gibi travmatik olayları yaşamamış olsalar da 1960’larda daha iyi iş ve daha iyi bir hayat umuduyla Almanya’ya taşınmış birinci nesil Türk işçiler de –tıpkı Otsuka’nın babası gibi- kendilerini kültürel ve sosyal anlamda yabancı bir ortamda buldular. İkinci nesil Türkler ise -Otsuka’nın annesi gibi- ailelerinin kökleri ile doğdukları ülke arasında uyum sağlama mücadelesi yaşadılar. Dolayısıyla Otsuka’nın eserlerinde kültürel kimlik, yerinden edilme, aidiyet duygusu ve aile dinamikleri gibi temalar, göçmen toplulukların tümünde bir karşılık bulur.
Otsuka’nın edebiyatı Amerika’ya gelen Japonlarının 20. Yüzyılın ilk yarısındaki tarihinden ve bu tarihin yazarın kendi aile geçmişiyle içe içe geçmiş olmasından oldukça etkilenmiş. Üç kitabı aslında birbiriyle yakından ilişkili ve birbirini tamamlıyor. Kitaplara bu açıdan baktığımızda her ne kadar yazarın ilk romanı When the Emperor was Divine olsa da Tavan Arasındaki Buda, tarihsel açıdan daha geriye giderek 20. Yüzyıl başında sadece resimlerini görerek evlendikleri Amerikalı Japon erkeklerle buluşmak üzere Amerika’ya giden Japon kadınların zorlu gemi yolculuğuyla başlıyor.
Tavan Arasındaki Buda: Kolektif Deneyimden Kişisel Hikâyelere
“Resimli gelinler” olarak bilinen bu kadınlar, evlenecekleri Japon kocalarıyla sadece fotoğraflar üzerinden tanışıp, okyanusları aşarak yeni bir hayata yelken açmışlardı. Otsuka’nın büyükannesi de Amerika’ya resimli gelin olarak gelen kadınlardan biri. Kitapların Otsuka’nın aile geçmişiyle ilişkisi de bu noktada başlıyor. Resimli gelinler ekonomik zorluklar ve sosyal baskılar nedeniyle, daha iyi bir hayat kurmak hayalleriyle ABD’ye göç ederler ancak karşılaştıkları gerçek, hayalleri kadar parlak olmaz. Yeni Dünya’da dil ve kültür engelleri, evlendikleri kişinin bekledikleri gibi olmaması, sıkı çalışma koşulları, ırkçılık ve ayrımcılık gibi birçok zorlukla karşılaşırlar. Otsuka bu kitabında ailelerinden binlerce kilometre uzakta, tanımadıkları bir ülkede, kendi ayakları üzerinde durma mücadelesi veren bu kadınları anlatıyor. Bu, kendi kişisel hikayelerinin yanı sıra ortak olarak deneyimledikleri bir mücadele. Tam da bu noktada Otsuka’nın belki de alametifarikası diyebileceğimiz anlatım devreye giriyor. Otsuka bütün kitabı birinci çoğul şahısta yazıyor. “Biz” diye yazdığı cümleleri kadınların ortak duygularını yansıtırken aynı zamanda çok kişisel hikayelerini aktarmayı da başarıyor.
Otsuka, romanında “biz” dili kullanarak resimli gelinlerin yaşadıklarını çoklu bakış açısı ile anlatmasıyla kitabı okurken bizler de kendimizi bu kolektif deneyimin içinde bulup yaşananları daha yoğun bir şekilde anlama ve hissetme fırsatı bulduk. Yazarın sade ama lirik dili resimli gelinlerin acıları, sevinçler, umutları, yaşadıkları zorluklar, karşılaştıkları haksızlıklar ve hayal kırıkları ile derin bir bağ kurmamızı sağlıyor. Otsuka, tarihi acımasızlıkları anlatırken bile umut ve dayanıklılığın altını çizen yaklaşımıyla okuyucuların karakterlere derin bir empati duymasına ve onların deneyimlerinden ilham almasına olanak tanıyor.
Japonların Amerika’da karşılaştıkları ayrımcılık ve dışlanma çoğumuzun bilmediği bir gerçek. Otsuka bizi bu ayrımcılığın bütün yüzleriyle tanıştırıyor. Japonlar çalışma hayatından sosyal hayatlarına kadar ciddi bir dışlanmayla karşılaşıyorlar. Biz hikâyeyi kadınların gözünden okumaya devam ederken Otsuka’nın anlatımı bütün resmi görmemizi sağlıyor.
“Erkekler kocalarımızın sırtına şaplak atıp şapkalarını başlarından devirirken, ‘Ay çok pardon’ dediler. Çocukları bize taş attı. Garsonlar daima en son bize servis yaptı. Yer göstericileri bizi tiyatrolarının üst katına, ikinci balkona çıkardı ve salonun en kötü koltuklarına oturttu. Zenci cenneti, diyorlardı o bölümlere. Berberleri saçlarımızı kesmeyi reddetti. Bizim makaslarımız için fazla kalın saçlarınız. Kadınları tramvaylarda çok yakın durduğumuzda uzaklaşmamızı söyledi. Bizse, ‘Özür dilerim’ dedik. Çünkü kocalarımız direnmenin tek yolunun direnmemekten geçtiğini öğretmişti bize.”
Çocukları olduğunda Japon ailelerin hayatlarına farklı zorluklar dahil oluyor. Göçmen ebeveynlerle Amerika’da doğan nesil arasında oluşmaya başlayan uçurum ve gerginlik göçmen ailelerin çoğunda yaşananları anımsatan türden.
Kitabın bundan sonrası Japon tarihinin en trajik sayfalarından biri olan İkinci Dünya Savaşı günlerini Amerika’daki Japonların gözünden anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkede yaşananlar ve sonrasındaki atom bombası felaketinin uzağında olsalar da Amerika’daki Japonlar da savaştan oldukça etkileniyor. Japonya’nın 1941 yılında Amerika’nın Pearl Harbour Üssü’ne düzenlediği saldırıların ardından Japonya’ya savaş ilan ederek Dünya Savaşı’na dahil olan Amerika Birleşik Devletleri, 1942 yılında Japon tehdidinin yoğun olduğu gerekçesiyle ülkenin batı kıyısındaki Amerikalı Japonların ülkenin içlerine yerleştirilmesine karar veriyor. Gerekçe, çoğunluğu Amerikan vatandaşı olan ve hatta bu ülkede dünyaya gelen bu kişilerin Japonya ile iş birliği yapmasından endişe edilmesiydi. Sırf bu nedenle haklarında hiçbir yargı kararı olmayan kişiler yerlerinden edilerek ülkenin farklı yerlerindeki kamplara gönderiliyor.
Otsuka’nın yine kolektif bir ağızdan anlattığı bu dönemde de pek çok kişisel hikâyeye ve yazarın diğer kitaplarında da karşımıza çıkacak duygu, düşünce ve anekdotlara da tanıklık ediyoruz. Ülkeye resimli gelinler olarak gelen kadınlar da kamplara gönderilen bu kişiler arasında yer aldı. Bu kişilerden biri de Otsuka’nın o esnada henüz bir çocuk olan annesiydi. Otsuka’nın edebiyatını bir kez daha aile geçmişiyle kesiştiren bu karar, pek çok ailenin parçalanmasına, hayatları altüst edip maddi manevi olarak büyük kayıplar yaşamalarına neden oldu. Toplama kamplarında sert iklim koşulları ve sıkı güvenlik önlemleri altında temel özgürlüklerin kısıtlandığı bu dönem, Amerikan tarihinde derin izler bırakan, adalet ve eşitlik kavramlarıyla bağdaşmayan bir leke olarak kaldı. Bu trajedi edebiyat dünyasında insan ruhunun dayanıklılığını, aile bağlarının gücünü ve zorluklar karşısında umudun sönmeyen ışığını yansıtan kitaplarla kendine yer buldu. İşte Otsuka’nın ilk kitabı When the Emperor was Divine tarihin bu gölgede kalmış (Amerikalıların pek hatırlamak istemeyeceği) bir sayfasını aydınlatıyor.
When the Emperor was Divine
When the Emperor was Divine, tamamen Amerikalı Japonların İkinci Dünya Savaşı sırasında yargılanmadan tutuklanmalarının ve ülkenin batı kıyılarından iç bölgelerdeki kamplara gönderilmelerinin hikayesi.
“Buraya kendi güvenliğiniz için getirildiniz dendi.
Her şey ulusal güvenlik içindi.
Askeri bir gereklilikti.
Bu sadakatlerini kanıtlamaları için bir fırsattı.”
Kitap Otsuka’nın ilk romanı. Burada yazar henüz Tavan Arasındaki Buda’nın tamamında ve Yüzücüler’in bir bölümünde kullandığı birinci çoğul şahıs anlatıcıyı kullanmıyor. Kitap boyunca anlatıcı ve bakış açısı değişiyor. Her bölüm ana kahramanlardan birinin bakış açısından anlatılıyor.
Roman, savaşın etkileriyle başa çıkmak zorunda kalan bir anne ve iki çocuğunun hikayesini odak noktasına alır. Ailenin babası ise daha önce gözaltına alınıp ayrı bir yerde tutulmaktadır. Kitap, ailenin kamplara gönderilmeden önceki hazırlık sürecini, evden ayrılmaları gereken acı gerçekleri ve kamptaki yaşamı detaylı bir şekilde işler. Bu süreçte, evcil hayvanların öldürülmesi, kötü bir şey olmasını beklerken bu şey gerçekleştiğinde neredeyse rahatlanması gibi travmatik detaylar ailenin yaşadığı derin acıları ve savaşın getirdiği zorlukları vurgular.
“Yanlarında götürebilecekleri şeyler vardı: yatak takımları ve çarşaflar, çatallar, kaşıklar, tabaklar, kaseler, fincanlar, giysiler. Banka dekontunun arkasına yazdığı kelimeler bunlardı. Evcil hayvanlara izin verilmiyordu. Panoda böyle yazıyordu.”
Otsuka’nın annesi, büyükannesi ve dayısının da savaş sırasında bu kamplarda tutulduklarını bildiğimizden kitabın kişisel aile tarihinden esinlenerek kaleme alındığını düşünüyoruz. Okuyucuya farklı yaş gruplarındaki karakterler aracılığıyla savaşın insani maliyetini gösteren kitapta dönem tanıklarının savaş sonrası dönüşlerinde, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını ve yaşadıkları acıların unutulamayacağını anlamaları, romanın en güçlü mesajlarından biri. Hiçbir şeyin, hatta demansın bile unutturamayacağı bu acı bir deneyimi Yüzücüler romanında bu kez bir anne-kız hikâyesinde karşımızda buluruz.
Yüzücüler’de Zamanın Akışı
Otsuka’nın son romanı hem çok tanıdık hem de bambaşka bir biçimde başlıyor. Tavan Arasındaki Buda’dan aşina olduğumuz “biz” anlatısı bir Otsuka romanı okuduğumuzu hissettiriyor. Öte yandan bu sefer anlatılan Otsuka’nın diğer iki kitabındaki konulardan çok farklı. En azından başlangıçta öyle olduğunu düşünüyoruz. Ama biraz sabrettiğimizde hikâyenin nasıl da etkileyici bir biçimde diğer kitaplarla bağlandığını görüyoruz.
Kitabın iki temel bölümü var. Birinci bölümde kendimizi semt havuzunun sakinleriyle beraber havuzda buluyoruz. Yüzücüler bir yeraltı havuzunda, bu havuzda geçirdikleri vakitte kendilerini bulan, kendilerini yeryüzünde olduğundan bambaşka insanlar olarak hisseden ve tam da bu yüzden havuza bağlanan bir grup insanı anlatıyor. Yazarın bu bölümde kullandığı “biz” anlatısı tıpkı Tavan Arasındaki Buda kitabında olduğu gibi okuyucunun kitapla bağ kurmasını kolaylaştırıyor ve kendine çekiyor. Otsuka “biz” diliyle yine çok özel hikayeler anlatırken bir isim öne çıkıyor; demansın ilk evrelerini yaşayan Alice.
Kendi yüzme ritimlerinde ve ritüellerinde havuzu kullanan yüzücülerin hayatı, bir gün havuzun dibinde beliren bir çatlakla değişmeye başlıyor. Onlar çatlağın ne olduğunu anlamaya çalışırken çatlak şekil değiştirir, büyür, küçülür, hatta bir ara kaybolup yeniden ortaya çıkarken biz de çatlağın aslında bir havuzun dibindeki bir çatlak olmayıp bir şeyleri sembolize etmeye başladığını düşünüyoruz. Sanki kişisel ve toplumsal hayatımızda yaşadığımız kırılganlıkların ve değişimleri temsil eden bir metafor gibi geliyor.
Alice’in Kaybolan Anılarının İzinde
Sonraki bölümde anlatı ve anlatıcı değişiyor ve kendimizi Alice’in zihninde, hatırladıkları ve hatırlayamadıkları arasında buluyoruz. Alice’in demans olduğunu öğreniyor, 40’lı yaşlarının sonlarında bir yazar olan isimsiz kızıyla birlikte karaya çıkıyoruz. Havuz, Alice için adeta son sığınak; ona bir düzen ve hayata bağlı kalma kulvarı sunuyor. Havuzun kapanması ise (sanki) Alice’in hafızasının gelgitlerle parçalanmasını ve zihninin çözülmesini hızlandırıyor. Kitabın bu bölümündeki anlatı, kitabın temposunu bir yüzme ritmi gibi şekillendiriyor: Düzenli ve döngüsel, ancak ani kesintilere açık. Sanki suyun içindeki her kulacın sakin yüzeyin altında yatan karmaşayı gizlemesi gibi, Alice’in hikâyesinin geri dönülmezliği, yüzeyde belli olmayan bir tempoda ilerliyor. Alice’e “demanslı bir kadın” olarak baktığımızda farkında olmadığımız hikayesini hatırladıkları ve hafızası üzerinden keşfediyor ve derinlere dalıyoruz.
“Savaşın hemen akabinde devlet tarafından ailesine atanan numarayı hatırlıyor. 13611. O savaşın beşinci ayında annesi ve erkek kardeşiyle çöle gönderildiğini ve ilk kez trene bindiğini hatırlıyor. Eve vardıkları günü hatırlıyor. 9 Eylül 1945.”
Bu satırlar Alice’in When the Emperor was Divine’daki kız çocuğu olduğunu düşündürtüyor. Gerçekten de Yüzücüler’in yazdığı en kişisel roman olduğunu dile getiren Otsuka da kendi annesinin demansa bağlı bir hastalık nedeniyle hayatını kaybettiğini belirtmiş. Bu şekilde Otsuka’nın kitaplarını birbirine bağlayan halka tamamlanırken Alice’in gittiği havuzda beliren çatlağın aslında Alice’in zihninde beliren çatlaklar olduğunu düşünüyoruz. Böylece Otsuka’nın kitabın iki bölümünü olağanüstü bir geçişle birbirine bağladığını anlıyoruz.
Bu bölümde anneyle ilgilenmek durumunda olan yetişkin kızının anneyle olana ilişkisi üzerinden verilen duygusal bağlar ve aile dinamikleri eserin duygusal çekirdeğini oluşturuyor. Kızının, Alice’in hastalığıyla yüzleşirken kendi kimliğini ve ailesinin tarihini sorgulamaya başlaması, kendini ve aile bağlarını yeniden keşfetmesine de yol açıyor. Otsuka’nın anne-kız ilişkisini detaylı işleyişi kim olduğumuz, kime ve nereye ait olduğumuz hissinin, geçmiş anılarımız ve aile ilişkilerimizle ne kadar iç içe olduğunu vurguluyor. Bu bölümde annesinin II.Dünya Savaşı sırasında ABD’deki toplama kamplarında yaşadıklarını abartısız ama çok etkileyici bir anlatımla okurken kişisel ve toplumsal hafıza üzerine düşünüyoruz.
Demansın Gölgesinde Anne-Kız
Öte yandan da Yüzücüler demans gibi bir hastalığın sadece bireyi değil, aynı zamanda bu bireyin yakın ilişkilerini nasıl etkilediğini yakından görmemizi sağlıyor. Alice’in hafızasının parçalanarak kaybolması, kızıyla olan ilişkisine de yansıyor; kitapta geçmiş anılar, şimdiki zamanla iç içe geçerken, kızının Alice ile olan bağının hem güçlendiği hem de zorlandığı anlara tanıklık ediyoruz. Kızının ona duyduğu sevgiyi de yaşadığı suçluluk duygusunu dibine kadar hissediyoruz:
“Nadiren aradınız onu. Çocuk yapmadınız….Evden erken yaşta ayrılıp uzak bir şehre taşındınız ve çok az geri döndünüz. Döndüğünüz zaman da doğruca (sonradan onun odası olan) eski yatak odasına gidip kapıyı kapadınız…Sırtınızı döndünüz. Bir hayvan gibi sessizleşip durgunlaştınız. Onun kalbini kırdınız. Ve oturup yazılarınızı yazdınız.”
Demans gibi bir hastalıkla karşılaşılması hafızanın da geçici olduğunu insanın yüzüne çarpıyor: tüm yaşadıklarınızı ve geçmişinizi kaybediyorsunuz. Yüzücüler kitabı insan ilişkilerinin hafızanın geçiciliğine karşı bir tür kalıcılık sunabileceğini gösteriyor. Anılar zayıflasa bile sevdiklerinize karşı hissettiğiniz duygu ve sevgi mıh gibi yerinde kalmaya devam ediyor.
“Arka kapaktaki fotoğrafınıza geldiğinde önce yüzünüze, sonra altında yazan isminize dikkatle bakıyor, ardından bakışları yaka kartınızdaki isme kayıyor. Sonra yine yüzünüze. Yüze yönelince, hayretle gözlerinizin içine bakıyor. Aynı döngüyü arka arkaya tekrarlıyor. Fotoğraf, altındaki isim, yaka kartındaki isminiz, sonra yüzünüz. Her defasında sıra yüzünüze gelince, az sonra bir şeyler söyleyecekmiş gibi oluyor.”
Otsuka’nın romanlarının aile geçmişinden beslenmesi ve oldukça kişisel anlatılar olması ister istemez Annie Ernaux gibi kişisel anlatılar kaleme alan yazarlarla karşılaştırılmasını da beraberinde getiriyor. Ancak kanımızca Otsuka’nın merkezine yer alan tema(lar) ve kullandığı “biz” dili, kişiselliği aşmasını sağlıyor. Otsuka’nın kitaplarındaki çok etkileyici bir dili, lirik bir anlatımı var ama abartıya kaçmıyor ve sizi derinden sarsan insan manzaralarını en az kelimeyle, minimalist bir üslupla –uzatmadan- aktarabiliyor. Otsuka’nın eserlerinin Türkçeye aktarımında büyük bir emeği olan çevirmen Duygu Akın, çeviri süreci hakkındaki düşüncelerini bizlerle paylaştı. Hem yazımıza katkısı hem de Otsuka’nın eserlerinin dilimizdeki duygusal ve kültürel derinliğini sağlama konusundaki özverili çabası için Duygu Akın’a teşekkür ederiz.
Duygu Akın: Benim için çeviri, kültürlerin kültürlerle tanıştırılması olduğu için, başka kültürlere özgü özellikler de olabildiğince korunarak aktarılmalı, okurun bunlarla tanışması sağlanmalıdır.
Julie Otsuka çevirisini yaptığım çok sayıda yazar arasında dilini kalemime, anlatı ve üslubunu edebi zevkime, temalarını da kişisel ilgi alanlarıma en yakın bulduğum yazarlardan biri. Bu yüzden de onun çok sesli ve şiirsel, sade ve çarpıcı, yalın ve derinlikli, yerelden evrensele kanallar açacak zenginlikte olan eserlerinin çevirisini yapmak benim için hep bolca emek isteyen ama beni bile şaşırtacak kadar akıcı ve keyifli bir deneyim oldu.
(Duygu Akın)
Japon asıllı Amerikalı yazar Otsuka’yı çağdaş yazarlar arasında bence geleceğe uzanacak, nesiller boyu okunacak bir yazar kılan ya da kılacak olan en önemli özelliklerin başında, çifte kültürlü bir kadın olarak kültürel zenginlikleri bir haiku sadeliği ve derinliğine sahip üslubuyla filtreleyerek aktarması ve yine Otsuka’yı Otsuka yapan kültürel etkiler arasında kalbine en yakın bulduğu konuları odağına almasıdır. Japon kadınların, tarihin çeşitli süreçlerinde hem kendi ülkelerinde hem de birer göçmen olarak yaşadıkları zorlukları, her iyi yazar gibi kendi inşa ettiği üslubuyla bu kadar iyi anlatmasının nedeni de bu olsa gerek.
Bu yazarın eserlerini, başka ‘bir dile’ demiyorum, başka ‘bir kültüre’ dönüştürecek bir çevirmen için zorlukların nerelerde yattığı aslında Otsuka’nın özelliklerini sıralayınca ortaya çıkıyor. Şiirsel, duygusal, sade, çarpıcı, ilk bakışta göze çarpmayan derin anlamlar barındıran cümleler ve teknikle dokunmuş bir üslubu Türkçeye aktarmanın elbette zorlayıcı yanları vardı. Fakat Tavan Arasındaki Buda’nın da Yüzücüler’in de çevirisinde çok detaycı davrandığım ve titizlendiğim halde ne tıkandım ne de zorlandım.
Tavan Arasındaki Buda’nın çevirisine başladığım anda, Japon kadınların ortak çığlıklarını tek bir ağızdan attıran koroya ben de kolayca katılıverdim. Kadınların çileleri şiirsel bir dille ama acındırarak değil, insanın yüzüne tokat gibi çarpan can alıcı noktalardan anlatılırken, ben de yıllardır bu yazarın çevirisini yapıyor gibiydim. Diline, tekniğine, üslubuna sanki aşinaydım ve çok iyi bildiğim bir yazarı çeviriyordum. Bunun nedeni belki yazarın anlattıklarıydı, belki sadeliğinin edebi zevkime yatkınlığıydı, belki de bilmediğim bambaşka bir şeydi ama Otsuka’nın şiiri, kısa sürede benim de şiirim oldu ve çeviriyi kimi zaman gözümde yaşlar, kimi zaman da kahkahalarla tamamladım.
Kültürel unsurların aktarımında, genel olarak benimsediğim tutumdan ayrılmadım. Benim için çeviri, kültürlerin kültürlerle tanıştırılması olduğu için, başka kültürlere özgü özellikler de olabildiğince korunarak aktarılmalı, okurun bunlarla tanışması sağlanmalıdır. Yerelleştirmede aşırıya kaçmak bu yüzden hiç tercihim olmadı. Her deyim kendi kültüründe yılların süzgecinden geçerek doğar. Başka bir kültürün süzgecini, kendi süzgecimizdeki karşılığıyla eşleştirirken, orijinal olanın orijinalliğinden fazlaca feragat ediyorsak, metne haksızlık ettiğimizi düşünürüm. Dolayısıyla zenginleştirici bir yanı olduğuna inandığım deyimleri, deyişleri, söylenişleri Türkçeye orijinaline yakın tutarak aktarmayı seçerim. Otsuka’nın çevirisini yaptığım her iki romanında da bu anlayışla ilerledim.
Yazarın iki kitabının da yayıncısı olan Domingo Yayınevi bana yazarın ilk kitabı olan When the Emperor was Divine’ın da çevirisini verdiğinde çok sevindim. Böylece ilk defa bir yazarın, hem de çok sevdiğim bir yazarın tüm romanlarını Türkçeye aktarma olanağım olacak. Umarım okurlar da bu üçlemeyle Otsuka’yı daha iyi tanır ve severler.