Avusturya’da 1947 yılında, David Helfgott adında bir dahi çocuk dünyaya gelmiştir. Beş yaşından itibaren babası tarafından müzik eğitimi alması sağlanan Helfgott, dünyanın sayılı piyano sanatçıları arasında yer almaktadır.
Ününü yaşam trajedisinden de almış olan David Helfgott’un öyküsü, 1996 yılında sahneye konulan ‘Shine’ adlı filme konu olmuştur(1). O, döneminin bir ‘ışıltısı’dır gerçekten de. Kendi yüzyılında neredeyse rakipsiz olduğu düşünülen bir yetenektir. Müzikle tanışmayı ve bu yolda elde ettiği başarıları, babasının küçük yaştan itibaren verdiği eğitime borçludur. On yaşına geldiğinde Perth’li piyano öğretmeni Frank Arndt’dan ders almış ve gerek tek gerekse de ablası Margaret ile katıldığı birkaç yerel yarışmada ödüller kazanmıştır. On dört yaşına geldiğinde yine Perth’li besteci James Penberthy ve yazar Katharine Susannah Prichard, ABD’den müzik eğitimi davet mektubu alan David için para toplamış, ancak babası ‘’henüz bağımsız yaşamaya uygun olmadığını” savunarak’ bu teklifi reddetmiştir. Baba, filmde anlatıldığı şekliyle, oğlunun gidecek olmasını, ailesini yüzüstü bırakmak olarak nitelendirmiş, davet mektubunu oğlunun gitme arzusuna rağmen yırtıp atmıştır; çünkü o, evdeki otorite olarak son sözü söyleyen ve konuya son noktayı koyandır(!). Çocuğun, kendini bağımsız yaşamaya uygun bulup bulmadığına karar vermek için ne fırsatı de yetkisi vardır.
Ailenin sağladığı bu eğitim ve emek süreci, zaman içerisinde ‘’alacaklı-borçlu’’ ilişkisine dönüşmeye başlamıştır. Helfgott, ya vicdan borcundan kurtulmak için itaat edip boyun eğmek zorunda kalacak, ya da kendi varoluş sürecini dilediği yönde yaşayabilmek adına, ‘aile’ arzularına karşı kendi tarafını tutacaktır. Baba, varlık sebebi olduğuna inandığı çocuğuna, kendi arzuları, yaşam beklentileri ve elde edemediği kariyeri kazandırabilmek üzere yola çıkmakta; ama aslında oğluna sağladığı bu imkanların ailesi tarafından kendisine, çok istediği halde sağlanmamış olmasından dolayı, David’e karşı içten içe derin bir kıskançlık ve öfke büyütmektedir. Herbert Marcus’un dediği gibi, her feragat, bir dinamik vicdan kaynağı durumuna gelir; doygunluktan her vazgeçiş, bunun şiddetini ve hoşgörüsüzlüğünü artırır.(Marcus, 1968: 100) Uygar toplum yaratma sürecinin en başat kurumlarından biri kuşkusuz ‘’aile’’dir.
Freud, uygarlığın gelişiminde suçluluk duygusuna büyük rol yükler. Hatta, gelişimle, giderek artan suçluluk duygusu arasında bir karşılıklı ilişki dahi kurar. Bunu yaparken amacının, ‘suçluluk duygusunun, kültür evrimindeki en önemli sorun olduğunu göstermek ve uygarlık gelişim bedelinin, suçluluk duygusunun artması yüzünden mutluluğun yitirilmesiyle ödendiğini belirtmek’ olduğunu bildirir. Freud, uygarlık geliştikçe, suçluluk duygusunun daha da güçlendiğini, yoğunlaştığını, sürekli olarak arttığını defalarca ve önemle belirtmiştir. (Marcus, 1968: 99) ‘Yan yana’ olan aile bireyleri, bu durumda ‘karşı karşıya’ bir konuma geçmek durumunda kalır. ‘Nankörlük’ kaçınılması gereken bir yaftadır, ve bu ithama maruz kalmamak için kendi varlığından ve kararlarından feragat etmesi gereken kişi yine, konunun muhatabı olan zavallı ‘küçük’ çocuktur. ‘’Sözcükler’’ adlı otobiyografik eserinde Sartre; ‘’İyi baba yoktur ve bu bir kuraldır, ama kusur yüzünden erkekler değil, çürümüş babalık bağları suçlanmalıdır.(…) Yaşamış olsaydı, babam, boylu boyunca üzerime çökecek ve ezecekti beni. İyi ki genç yaşta öldü.” (Sartre, 2011: 20) şeklinde ifade etmiştir duygularını. Sartre aslında burada, çok önemli bir noktanın altını çizmektedir; ‘tüm bunların kaynağı, çürümüş babalık bağlarında aranmalıdır; tek tek bireylerin suçlanması söz konusu değildir.’ On dört yaşına kadar, babasının boylu boyunca üzerine çöktüğünü gören David de, bu yükün altında direncini yavaş yavaş yitirmeye ve akıl sağlığını kaybetmeye başlamıştır. On dokuz yaşına geldiğinde Londra Kraliyet Müzik Koleji’ne burs kazanmış ve piyanist Cyril Smith ile üç yıl çalışmak üzere ailesine rest çekerek evden ayrılmıştır. Giderken babası, bir daha asla eve dönemeyeceğini, seçimini buna göre yapması gerektiğini söylemiştir. Böylesi bir başarının ödülünü almak için ailesini yok saymak zorunda kalması David’i derin bir bunalıma sürüklemiş ve kendisine Şizoaffektif bozukluğu(1) olduğu tanısı konulmuştur.
Kuşkusuz böylesi bir hastalığa sahip olmak için yeterince nedene sahiptir. Helfgott’u bu sürece sürükleyen unsurlardan biri, yine bu ihtiras sahibi babanın, çocuğundan dünyanın en zor bestelerinden biri olan Rahmaninov’un 3. Piyano Konçertosu’nu, tüm hocalarının ‘henüz buna hazır olmadığını’ söylemesine rağmen, ısrarla çalmasını istemesidir. Rousseau, “Emile” adlı ünlü eserinde bu olguya şu şekilde değinmiştir: ‘’Çocukların bedensel ve zihinsel kusurlarının neredeyse tümü aynı nedenden ileri gelir: Onları vaktinden önce büyük insan yapmak istememiz.’ ’(Rousseau, 2009; 147). Nitekim, Tolstoy’un eğitim tanımı kendi gerçekliğini bu öykü yoluyla bir kez daha ortaya koyar. O, eğitimi ‘bir insanın diğerini kendi gibi kılma eğilimi olarak’ düşünmüştür, ve ona göre eğitimci ‘çocuğu eğitme gayretine soyunur, çünkü bu eğitimin altında çocukluğun saflığını kıskanması ve onu kendi gibi kılma arzusu yatar ki, aslında bu çocuğu heba etmektir’ (Yıldırım, 2011: 12) Şizofreniden farklı bir bozukluk olan Şizoaffektif bozukluğu ortaya çıkaran şey, bu heba olmuşluğun ta kendisidir. Graylands Sinir ve Akıl Hastalıkları Hastanesi’ne yatırılan ve on yıl süresince elektroşok da içeren psikiyatrik tedavi görmek durumunda kalan David kendi duygudurumunu bu süre zarfında Sartre’ın kendi için kurduğu şu cümlelerle tanımlamış olabilir: ‘’Gerçek varlığım, karakterim, adım, yetişkinlerin eline verilmişti; kendimi onların gözleriyle görmeyi öğrenmiştim; bir çocuktum ben, pişmanlıklarıyla yarattıkları canavardım. Orada olmadıkları zaman bile, ışığa belenmiş bakışlarını bırakıyorlardı artlarında.( Sartre, 2011: 71)
Hayatı bu konçertoyu icra etmeyi başarmaktan ibaret hale gelen David, eseri hocalarının önünde ustalıkla icra ettikten sonra babasına gittiğinde, yeniden kapı dışarı edilmiştir Kendi babası tarafından kemanı parçalanan ve müzik eğitimi alması engellenen baba Helfgott, oğlunun bu konçertoyu başarıyla çalmasını gerçekten de istemekte midir? Ya da, asıl sorulması gereken soru, babanın çocuğuyla, kendi duygularını mı tölere etmeye çalışmakta, yoksa gerçekten çocuğunun başarısıyla gurur duymak isteyen masum bir ebeveyn görünümü mü sergilemektedir? Cevabın her şekli yeni bir paradoksu da beraberinde getirmektedir. Baba, varlık sebebi olduğu çocuğunun ne yegâne sahibi, ne de tam olarak ontolojik kaynağıdır. Bir gerekliliktir elbette, ancak bu ona çocuğu üzerindeki tasarruf hakkının sınırsız olduğu gibi bir çıkarımda bulunma hakkı sağlamaz. Oysa bu yanlış tutum ve bakış açısı toplumda, anne babaların çocuk eğitimindeki rolü ve özverisi arttığı oranda yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Çocuklardan, emekleri karşılığında, kendi istedikleri bölümlere, mesleklere, eş seçimlerine vs, çocuğun kendisiyle ilgili kararlarda ailelerinin düşüncelerini gözeterek davranmalarını beklemek, çocukta isyan duygularının filizlenmesini de beraberinde getirecektir. Bu düşünceleri Rousseau’nun ebeveyn ya da eğitmenlere, Emile’deki bir seslenişi ile birlikte aktarmakta fayda olduğu düşüncesindeyim: ‘’Kendisine gösterdiğiniz bunca özen karşılığında kendisinden itaat isterseniz, çocuk kandırıldığını sanacaktır. Kendi kendine, onu haksız yere yükümlü kılar gibi yaparak borçlu çıkarmak ve razı olmadığı bir sözleşme ile bağlamak istediğinizi söyleyecektir.
Ayrıca, kendi iyiliği için itaat istediğinizi de boşuna söylemiş olursunuz; ne de olsa bir şey istiyorsunuz; hem de rızası olmadan yaptığınız bir şey karşılığında istiyorsunuz; bir zavallı, kendisine verir gibi yaptığınız parayı alıp da istemeden borçlu duruma düşerse, haksızlık diye bağırıyorsunuz; öğrencinizden razı olmadığı özenlerinizin bedelini istemekle daha çok haksızlık etmiş olmuyor musunuz? (Rousseau, 2009: 318) Ve, Rousseau, çağdaşı olmayan modern anne babalara, çok yerinde olduğunu düşündüğüm şu öneride bulunmaktadır: ‘’Eğer minnettarlık doğal bir duygu ise, siz de bu duygunun etkisini kendi hatanız yüzünden yok etmezseniz, emin olun ki, kendisine yaptığınız iyiliklerin değerini anlamaya başlayan öğrenciniz bu konuda daha duyarlı olacaktır. Ancak bu iyiliklerin değerini siz ölçmeye kalkışmayın; yine emin olun ki bu iyilikler onun yüreğinde size hiçbir şeyin bozamayacağı bir üstünlük sağlayacaktır. (…) Ona yaptığınız hizmetleri övmek, bunları onun gözünde çekilmez kılar, bunlardan hiç söz etmemek ise anımsatmak demektir. (Rousseau, 2009: 319)
Kaynaklar:
(1) ‘Shine’ adlı film için bknz:
(2) Şizoaffektif bozuklukta hem şizofreni, hem de affektif bozukluk (duygudurum bozukluğu) özellikleri vardır. Bkz: http://psikiyatri.net/online/psikiyatrik- hastaliklar/sizofreni/227-sizoaffektif-bozukluk-sizofreniden-farkl-m-d-r
MARCUS, H., 1968. Aşk ve Uygarlık, (Çev. Seçkin Çağan), May Yayınları, İstanbul
SARTRE, J.P.,2011. Sözcükler, (Çev. Selahattin Hilav), Can Yayınları, İstanbul
RUSSELL, B.,2004. Eğitim Üzerine, (Çev. Nail Bezer) Say. Yayınları, İstanbul
ROUSSEAU, J.J.,2009. Emile, (Çev. Yaşar Avunç) İş Bankası Yayınları, İstanbul YILDIRIM, A.,2011.
Eleştirel Pedagoji Paule Freire ve İvan Illich’in Eğitim Anlayışı Üzerine, Anı Yayıncılık, Ankara