A password will be e-mailed to you.

Küratörlüğünü Derya Yücel’in üstlendiği, görsel sanatçı Fırat Engin’in 20 yıllık sanat pratiğine odaklanan ‘Mesafeyi Aşmak’ sergisi, 4-30 Kasım tarihlerinde Merdiven Art Space’te izleyicilerle buluştu. Engin’in geçirdiği form değişikliğini ve düşünsel tavrını takip eden sergi, Engin için hazırlanan sanatçı kitabından yola çıkıyor. Sanatatak olarak hem sergi hem de kitap vesilesiyle Engin’e sorularımızı yönelttik. 

(Engin için Hazırlanan Sanatçı Kitabı)

“Arkamda Bıraktığım İzlerin Kesitini Sunmak İstedim”      

Sondan başlayalım istersen. ‘Mesafeyi Aşmak’ isimli sergin 30 Kasım’a kadar Merdiven Art Space’te idi… Bir de bu süreç içerisinde Derya Yücel’in editörlüğünü ve yazarlığını üstlendiği aynı isimli bir kitap da çıktı, senin sanat pratiğine odaklanan. Sergi de aslında bu sanatçı kitabından yola çıkıyor. Çeşitli zamanlarda yaptığın ve birbiriyle konuşan işlerinden oluşan bir seçki var karşımızda. Bir sanatçı kitabını sergileme fikri nasıl gelişti ve bu kitaptan sonra sergi mekanındaki seçkiyi nasıl belirlediniz? 

Aslında senin de dediğin gibi bir sergi kitabı ya da kataloğu yapmadık. Yaklaşık 20 yıldır üreten ve sergiler yapan biri olarak, arkamda bıraktığım izlerin bir kesitini sunmak, derlemek ve bu birikimi paylaşmak istedim. Bu ihtiyacı duyduğum için de benim son 20 yılıma odaklanan “Mesafeyi Aşmak” isimli kitap projesi üzerine çalıştık. Hazırlıklarımız yaklaşık 2 yıl sürdü. Kitabın editörlüğünü ve yazarlığını Derya Yücel, tasarımını ise Vahit Tuna üstlendi. Aynı isimli sergiyi ise aslında hiç yapmaya da bilirdik, fakat kitabın hazırlık süreci yoğun toplantılarla, özenli bir arşiv taramasıyla yani büyük bir titizlikle ilerledi. Bu birikimin paylaşılmasın da sergi sürecinin de eklenmesinin daha anlamlı olacağını düşündük. Diğer yandan kitabın yayımcılığını non-profit kimliğiyle çağdaş sanata katkı sunmak amacıyla sergiler yapan bir galeri alanı olan Merdiven Art Space üstlendi. Bu açıdan bakarsanız aslında kitabın da vücudu oldu bu sergi. Seçkiyi de kitabın omurgasına, ruhuna paralel olacak şekilde kurgulamak istedik, yani: Arşivsel özelliği ile öne çıkan bir sergi yapmak. Dolayısıyla yeni tarihli bir iş göstermedik. Koleksiyonlardan ödünç aldığımız, farklı yıllara ait ve farklı temalar üzerinden yapılan işleri bir araya getirdik, bu da toplamda benim çok sesli üretme pratiğimi, çok yönlü düşünme biçimimi yansıtması açısından son derece önemliydi. 2010 tarihli bir iş ile, 2021 tarihli bir işin aynı sergide olması benim açımdan da sürpriz buluşmalara, okumalara olanak sağladı. 

“Yaşamımı ve Zamanımı Üreterek Anlamlandırmaya Çalışıyorum”

Sergi ve kitabın isminden yola çıkarak sormak istiyorum. ‘Mesafeyi Aşmak’ başlığı nereden geliyor? Hangi mesafeler aşıldı 20 yıllık sanat geçmişinde, aşılabildi mi?

Bu başlık, Derya Yücel’in kitap için yazmış olduğu metne verdiği isim. Derya, bu mesafe kavramını; aralıksız üreten, malzeme repertuarını genişleten, yeni – güncel kavramlarla düşünen bir sanatçının üretme süreci içerisinde kat ettiği yollara vurgu yapmak için kullandı. Ben; sanat ve yaşamı birbirinden ayırmayan birisiyim. Yani, yaşamımı ve zamanımı; üreterek anlamlandırmaya çalışıyorum. Dolayısıyla bu soruyu kendi öznemden cevaplamam gerekiyor:  

Ben 20 yıl önceki Fırat değilim, hatta 10 yıl önceki de değilim; öğreniyorum, deneyim kazanıyorum, büyüyorum, özgürleşiyorum ve kendi çerçevemde daha duyarlı olmak ve sorumlu olmak adına olgunlaştığımı görüyorum; öyleyse mesafelerin aşıldığını, duvarların yıkıldığını söyleyebilirim. 

Purification (2011)

Dünyayla İletişimimi Kavramlar Düzeyinde Oluşturmaya Karar Verdim”

Jean Baudrillard’a, Andy Warhol’a, Foucault’ya, Beuys’a referans işlerini görmek, seni çevreleyen evreni keşfetmek için bizleri heyecanlandırıyor. Bu etkileşimler, çeşitli disiplinlerden besleniyor olmak sana ve çalışmalarına nasıl bir pozisyon kazandırıyor? 

Ben sanatı hep entelektüel bir alan olarak gördüm ve algıladım. Özellikle zanaatı birincil düzeyde ele almayan, dünyayla iletişimini kavramlar düzeyinde oluşturmaya karar veren bir sanatçı olarak tabi ki bahsettiğin isimlerden etkilendim, referans aldım, onlardan öğrendim. Bu anlamda çok yönlü ve düşünsel bir üretim pratiğini daha Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü lisans yıllarından itibaren benimsedim. Tabi burada kurumun sağladığı bu düşünsel pencerenin ve hocaların zihin dünyamızda araladıkları fikirlerin payı büyük. 

“Minimal Tavır Her Zaman Sürecime Eşlik Etti”

Derya Yücel, ilk dönem işlerinde heykele özgü bir dilsel birlik etrafında minimalist bir üsluba sahip olduğunu tespit ediyor. Daha sonra serbest çalışmalara geçiyorsun ve kullandığın malzemelerde bir çeşitlilik görülüyor. Son aşamada ise işlerinde hem biçimsel bir değişimin yaşandığını hem de sosyo-politik bakışın belirginleştiğini söylüyor. Senin, kendi işlerine baktığında gördüğün başka eksenler var mı veya kendi pratiğini başka hangi kategorilere ayırabilmek mümkün? 

Amerikan Minimalizmi beni her zaman etkilemiştir ve tarihsel açıdan bakarsak; kavramsal sanata da bir geçiş zemini hazırladığı görülebilir. Ben de kendi içimde bu türden bir geçiş süreci yaşadığımı söyleyebilirim. Özellikler 2005-2008 yılları arasında Minimalizme öykündüğüm, heykelin biçimsel gramerini öncelediğim bir dönem oldu. Ama sonrasında 2008-2009 yılları arasında Fransa’da yer alan Ecole Nationale Superieure d’art de Bourges’daki eğitimim sonrası tamamen kendini yıkan ve yeniden kurmaya çalışan biri olarak; senin de bahsettiğin malzeme çeşitliliğinin görülebildiği bir dönem başladı. Bu değişim daha politik işlerin çıkmasına doğru evrildi. Ama minimal tavır (Minimalizm değil) her zaman benim sürecime eşlik eden bir yaklaşım olarak görülebilir. Şu an geriye dönüp baktığımda üretimimde ana damar olan sosyo-politik işlere; zaman zaman daha bireysel ve bazen sanat eko sistemini de hedef alan işler yaptığım eklenebilir. 

“Nesnelerin Hikayesi İşin Tamamlayıcı Ögesi”

İşlerinde yöneldiğin alanlardan biri de bellek. Buluntu nesneler etrafında gündeliğe dair bir kazı çalışması yürütüyorsun. Kendi kişisel belleğinin etkileşimde olduğu kolektif hafızalara dair de bir yolculuk bu… Geçmiş üzerine çalışırken, hafıza odaklı işler yaparken nelere dikkat ediyorsun ve bellek odaklı işlerinde nasıl bir hatırlama ortaya koyuyorsun?

Bahsettiğin bu durum, daha çok tercih ettiğim nesnelerle ilişkili. Her nesnenin de birey gibi hafızası, kültürel kodları var. Bunları üretime dahil ettiğin zaman istesen de istemesen de kullandığın nesne bu kodlarla geliyor. Ben bunlarla oynamayı seviyorum, çünkü nesne ve insan arasındaki hafıza da son derece ilginç: İnsanlar çevrelerini kültürel açıdan büyük oranda nesnelerle özdeşleştiriyor ve anlamlandırıyor. Dolayısıyla her nesnenin hikayesi, potansiyel anlam katmanları (hatırlama gibi) işin tamamlayıcı ögesi haline geliyor. Bu noktada nesnelerde aradığım çok spesifik bir tarihsellik ya da seçki yok. Nesnenin nasıl bir anlam ile işe dahil olduğu bazen formel bazen rastlantı bazen de duyduğum bir hikâye ile olabiliyor.

In Memory of Gregor Samsa (2010)

“Sözcükler ve Cümleler Kullanışlı Bir Platforma Dönüşüyor” 

3. Mardin Bienali’nde ‘Tüm Çiçekleri Kopartabilirler ama Yine de Baharın Gelişini Asla Engelleyemezler’ metin yerleştirmen var. ‘Bekle Beni Poseidon’, ‘Unutma Tüm Kahramanlar Seninle’, ‘Dilek Ağacı’, ‘Ophelia’ da birbirini takip eden metin veya kelime odaklı işlerin… Metin yerleştirme tekniğinin kamusal etkileşimiyle ilgili deneyimlerin neler? 

Ben ilk olarak, Fransa’da bulunduğum süre içinde yaptığım çalışmalarda metin ve kelime kullanmaya başladım. Bunun benim açımdan anlamı ise, yeni bulunduğum bir coğrafyada, dilin de yeni bir alan ve iletişim alanı olarak karşımda çözülmesi gereken bir sorunsal olmasıydı. Bu anlamda dilin gündelik hayatla olan ilişkisi, kültürle olan bağı onun son derece güçlü bir alan olduğunu gösteriyor. Çünkü yaşamlarımız da dil gibi yapılanıyor; dilin yapısına göre form alıyor, bu noktada; lehçeler, şiveler, dilin fonetiği, olanakları gibi birçok dinamik devreye giriyor. Tüm bu özellikleri ile dil; çok ama çok güçlü bir alan. Bu kadar güçlü bir yapının sanatsal üretimde bir araç olarak kullanılmasını ise 60’lı yıllarda özellikle kavramsal sanat üreten sanatçıların yapıtlarında ana mesele olarak görüyoruz. Gelelim kamusal alanla ilişkisine; aslında reklam sektörünün kamusal alan ve dil arasındaki ilişkide başat rol oynadığını düşünebiliriz bunun da temel nedeni: İletişim. İletişim görsel veya işitsel tarafıyla insanlar ve imgeler arası bağlar oluşturuyor. Bu özellikleriyle kamusal alanda doğrudan ya da dolaylı kullanılan sözcüklerin, cümlelerin sanatsal ifade için de kullanışlı bir platforma dönüştüğünü düşünüyor ve bu alanı kullanmak istiyorum.

Homeland (2017)

“Neonun Cazibesi, İzleyiciyi Yakalama Gücü”

“Neon”la ya da sadece neon malzemeli işlerinle anılmak istemiyorsun, kabul. Ancak neonu görebildiğimiz çokça işin var; ‘Eski-Yeni Usta’, ‘Müdahale: 35.0 / 17.3 / 20.0’, ‘Anavatan’, ‘İstanbul 2024’, ‘1+1+1+1+1’, ‘Devrim Televizyonda Yayınlanmayacak, Tweet’lenecek’, ‘Cesur Yeni Dünya’, ‘Sen Kimsin?’, ‘2020’de Dünya’, ‘Yeni Yıldızlarımız’, ‘Sanat-Para / Para-Sanat’, ‘Küratörün Gözü’ ve daha başkaları… Neon malzemeyi neden seviyorsun, bu malzeme işlerine nasıl bir dil katıyor? Aynı şekilde ışığın etkisini de sormuş olayım. 

Evet neon üzerime bir dönem yapıştı ama bunun nedeni senin de bahsettiğin gibi çok sayıda neon iş üretmemden kaynaklanıyor; zaten bununla ilgili de bir problemim yok, hatta neonu birazdan anlatacağım birçok nedenden ötürü kendi sürecimde çok önemli bir malzeme olarak görüyorum. Benim “sadece neon ile anılmak istemememin” nedeni; bu durumun diğer işlerimin, çok yönlü pratiğimin algılanmasının önüne bazen geçiyor olması. Çünkü saydığın işler kadar çok farklı teknikler de üretilmiş çalışmalarım da var; bu yıl içerisinde Ankara Galeri Siyah Beyaz’da sadece video işlerimden oluşan Üç/Güç/Ölçüt isimli kişisel sergim oldu. Ama tabi bu noktada neonun cazibesini, izleyiciyi yakalama gücünü yadsıyamayız. Neon son derece göz alıcı bir malzeme. Bu nedenle ilk olarak reklam sektöründe kullanıldığını söylemek yanlış olmaz. Reklamcılıkta gece hayatından, eczaneye, kurumsal tabelalardan, ufak işaretlere kadar gündelik hayatın bir parçası. Ben neonu ilk kullandığımda bu durum üzerine eleştirel bir pozisyon almak üzere kurguladım: ‘1+1+1+1+1’ isimli Jean Baudrillard’a atıflı bir iş. Bu çalışmada; neonu sokaktaki bağlamından koparıp ama tabela özelliğini koruyup, Baudrillard’ın kitle-toplum formülüne çevirmek istedim. Yani sokaktaki kokoreç yazısı bir anda kitle-toplum formülüne dönüşüyor. Neonla başlayan sürecim sonrasında devam etti ve üretim sürecimin ana damarlardan biri haline geldi. 

“Işığa Kendisiyle Form Vermek”

Sorunun ikinci bölümüne gelirsek; ışık meselesi benim öğrencilik yıllarıma kadar dayanan bir geçmişe sahip, o zamanlar neon değil ama ampul, spot, floresan lambalar vb. ışık kaynakları kullanıyordum. Bu ışık kaynakları neona göre çok daha ekonomik çözümler sunuyordu ama benim tek tercih nedenim bu değildi. Ben özellikle Dan Flavin’e büyük bir hayranlık besliyordum, hala da çok önemli bir sanatçı olduğunu, sanatta yani alan ve anlamlar açtığını düşünüyorum. Tabi Flavin’in aksine ben ışık kaynağını gizliyor, süzülen ışığa formlarla müdahale etmeye çalışıyordum. Bu yaklaşımım bir süre devam etti sonra ise az önce de bahsettiğim gerekçeler ve iş üzerinden neona geçiş sürecim başladı. Bu arada neon’un diğer ışık kaynaklarına göre kendisini aydınlatan, mekândan çok kendi formuyla ilişkili olan bir yapısı var. Bu da ışığa kendisiyle form vermek anlamına geliyor ki bu müthiş bir özellik. 

“Her Küratöryel Sergi İyi Niyetli Değil”

Son olarak, 2015’te ‘Küratörün Gözü’ isimli çalışman görmenin ve sergilemenin politikasına eleştirel bir yaklaşım sunuyor. Bu işinde küratörün gözü, iktidarın gözüyle, görme ve seçme programıyla üst üste biniyor göz imgesi üzerinden. Küratörlük pratiklerine dair eleştirilerini biraz daha açabilmen mümkün mü? Hükmetmeyen bir gözle bakabilen küratörlük nasıl geliştirilebilir ya da sen nasıl bir küratör yaklaşımıyla çalışıyorsun?

Küratörlerle iş birliği yapmayı çok önemli buluyorum. Küratörün sanatçının zihin dünyasında yeni kapılar aralayabileceğini düşünüyorum, bu yanıyla kolektif bir çalışma biçimi sunuyor ki buna çok ihtiyacımız var. Küratör ve sanatçının buluştuğu, düşünsel patikalarının kesiştiği yollar bu açıdan çok önemli; kavramsal kapılar aralanıyor, sürprizli, yeni işlerin çıkmasına olanak sağlıyor. Ayrıca küratörün de hafızayla ilişkisi çok yüksek düzeyde ilerliyor, sanatçı gibi. Bu anlamda küratörleri biraz yönetmenlere benzetiyorum, elindeki cast ile yeni hikayeler oluşturuyorlar.

Ama eleştirel bir durumda söz konusu; çünkü küratörlük iyi bir birikim istiyor. Her küratöryel sergi çok iyi niyetlerle yapılmıyor. Buralardaki buluşmaların, küratörün katkı derecesi bazen bahsettiğin iktidar meselesini dayatma haline getirebiliyor, görme ve seçme arasındaki ilişkilerin bazen düzeyi kaçabiliyor veya küratörün niyetlerini tam okumak mümkün olmayabiliyor. Burada şöyle bir problem görüyorum; öncelikle bu tanımın, kimliğin çok rahat dile dolanmış olması, yani insanların çok rahatlıkla küratör etiketini kendine yapıştırıyor olmaları. Her pansuman yapan doktor değilse, her sergi yapan da küratör değil. Az önce de dediğim gibi bunun entelektüel bir birikimle olması gerektiğini unutmamalıyız. Bu birikim sadece teorik de değil üstelik; çok yönlü olmakla ilgili: Mekân, nesne, hafıza vb. üzerine ilişkiler kurabilmek gibi birçok parametre var. 

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 16:54:19