Bugün Işıl Işıl Karanlık işte ışıl ışıl Canan’ın 1998’den bugüne feminist bir sanatçı olarak ne tür bir yolda yürüdüğünü aydınlatmakla kalmıyor aynı zamanda ismi kadar müstesna bir şekilde Canan’ın tin ve beden arasındaki gerilim üzerinde nasıl bir cambaz gibi yürüdüğünü de belgeliyor.
Roland Barthes’a sormuşlar, yazı bedenden geçer diye yazmışsınız ne demek istediğinizi açıklar mısınız?
O da uzun bir açıklamanın sonunda şöyle yazmış: “…. kamuoyunun beden anlayışı kısıtlı. Öyle görünüyor ki beden her zaman tine karşıt olandır. Biraz düzdeğişmecesel her genişletimi tabudur.”
Canan, onu tanıdığımdan beri üstelik kamuoyunun değil bedene karşı anlayışı çok komplike bir kültür içinde bunu yapıyor. Tine karşıt olan bedenin anlamlarını genişletiyor ve tabuları ifşa ediyor. Canan, bunu, kendini merkeze alarak içinde yaşadığı toplum tarafından nasıl nesneleştirildiğine bakarak yapıyor yıllardır.
O yüzden Rampa solosunda önemli bir yeri var Şeffaf Karakol’un. Canan’ın ısrarla sürdürdüğü bu tutkulu araştırmasının bir başlangıcı olması açısından her şeyden önce. 1998 tarihli bu işini Canan, 2000’de yaptığımız söyleşide şöyle anlatacak:
“Dört gün göz altına alınmıştım. Bu beni çok etkilemişti. O sırada Manisa’daki çocukların mahkemeleri ve onlara yapılan işkenceler söz konusuydu. Bunun üzerine yaptım. Şeffaf Karakol’da bir şiddet söz konusuydu. Giyinik ve çıplak figürler vardı. İkisi karşıt figürleri oluşturuyordu: Egemen güçler ve ezilenler. Karakoldaki şiddet, aslında içimizdeki şiddet. Toplumda kuralların oluşmasını ve devam etmesini sağlayanlar da biziz. O yüzden, o şiddeti göstermek çok önemliydi.“
Aynı söyleşide Canan, özel hayatın politikliğiyle ilgili de şöyle diyecek:
“Benim en çok üzerinde durduğum şey özel olanın politik olmasıyla ilgili. Özel hayatımızda günlük temizliğimizden tut, cinsel yaşamımıza, bireysel ilişkilerimize; üremeden tut, toplumsal yaşayışımıza kadar özel yaşantımızı belirleyen belli kurallar var. Bunlar, ister devletin, ister gelenek göreneklerin koyduğu kurallar olsun, kendi içimizde oto-kontrolle uyguladığımız şeyler. Nasıl giyineceğimizden nasıl yıkanacağımıza kadar belirlenmiş. “
Aynı yıl şöyle yazacağım:
“Adresi veriyorum: Mühürdar Cad. No. 79 Caferağa Mahallesi. Karşımızda Şeffaf Karakol’un yaratıcı kadın sanatçısı Canan Şenol’un sergisi ve bir de tabela. Tabela kocaman bir ışıklı pano. 70 numaralı binanın üzerinde. Nihayet içimdesin diyen Canan, ilk çocuğuna hamile. Ve sergisiyle sanat yapıtını güvenli anne karnından çıkacak bir bebekle eş tutuyor. Ve bebeğin hızla kamusallaştığının altını çiziyor. Bebek direkt sokağa, bol reklamlı tabelalı bir sokağa doğuyor.”
Sokağın ortasındaki tabelasından çok etkilenerek…. İçini dışarı yapma özgürlüğünden…
2007 yılında Garanti Platform’da yaptığı performansında türbanı ve çağdaş kadın giysisi tayyörü sorgulayacak. Canan için türban da tayyör de iktidardaki erkeklerin egemen siyaseti için birer enstrüman. Ondan bir süre önce Neriman Polat ve İnci Furni’yle başörtüsü takıp Adnan Çoker’in Mac Art Galerry’deki sergisini ziyaret etmiş ve amacını bu kez Radikal’e yaptığımız söyleşide şöyle açıklar:
“Her birimizin farklı bakış açısı vardı ama sanırım hepimizin ortak paydası her türlü ayırımcılığa, ırk, dil, din, cinsiyet, milliyet, cinsel eğilim ve beden politikası yaklaşımlarıyla devletin ya da başka bir ideolojinin kadın bedeni, giyimi, sureti üzerinden politika yapmasına karşı olmaktı.Türkiye’deki laik- laiklik karşıtı siyaset nedeniyle, geçmişten gelen, suret üzerinden politika yapma geleneği var. Haliyle sanatçı olunca, Adnan Çoker’in şapkasız bu sergiye girilemez demesi tam da böyle bir şeydi. Bu duruma duyarsız kalamazdım elbette.”
Garanti Platform’da yaptığı performansında Canan’ı önce ”Atatürkçü” sonra “İslamcı” ve en son “Çıplak” göreceğiz:
“Laik ve anti laik kesimler tarafından “çağdaşlık” ya da “inanç” örtüsü altında gizlenmiş cinsiyetçi baskının eleştirisini yapıyorum. Çağdaş diye nitelendirdiğimiz yaşam biçimi tüm kurumları, ilişki biçimleriyle, ve yine anti laik diye tanımladığımız yaşam biçimi de tüm kurumları ve ilişki biçimleriyle cinsiyetçi” diye açıklar.
Gülnur Savran’ın “feminizm adına bazı kadınların “kimliksiz” olduğunu iddia ederek bu arada kendimizi pek de kimlikli sanmak, en hafif deyimiyle bir yanılsamadır” sözlerini alıntılar. Şu sıralar kapalı Salt’ın eski hali Platform’da gerçekleştirdiği performansını tam da bu yanılsama üzerine kurguladığını anlatır:
“Toplumsal cinsiyet, toplumsal iktidar ve bedenin denetimi arasındaki ilişkiler üzerine kurgulanmıştır. Radikal gazetesinin kamusal alanda düzenlediği sergide “Emine, Mine” adlı iş de bu düşünce üzerine kurgulanmıştı.”
Canan bu performanslarla güncel siyasetin kadınlar üzerindeki açmazlarını gündeme getirir bu sorunsallara yeni perspektifler bedeniyle birlikte farklı düşünme biçimleri getirirken bir yandan da modern öncesi gelenek üzerine gidecek. Bahname sergisinde cinselliğin terimlerinin modern öncesi dönemdeki izlerini sürer. Minyatürle ilgilenir. Dersler alır. Kendi deyişiyle minyatür “bir kültürün arkeolojik kazısını yapması”nı sağlar bir yandan da “devlet ideolojisinin ruhuma kazıdığı tarihi, yeniden minyatürlerle, sanat ile anlamaya” çalışır.
2009 yılında Haksız Tahrik sergisini örgütler. Serginin katalogunun editörlüğünde de beni görevlendirir. Bugüne kadar yapılmış en çoğulcu feminist sergi ve zor olanı elde ederek politik olmayı başarır sergi tıpkı TCK 5237’nin üzerine yani haksız tahrik indiriminin üzerine gitmeyi kamuoyu yaratmayı başardığı gibi…
Ardından o film gelir. Tıpkı Şeffaf Karakol gibi minyatürlere eğilişinin ve kendini de bir kenara koymadan bu kez minyatürlerinin birer kahramanı yapacağı serilerin bir ilk örneği gibi… Görselliğiyle bir çocuk masalını andırsa da film içeriğiyle vahşidir. Bir La Fontaine masalı gibi kıssadan hisse’ci evet aynı zamanda rahatsız edicidir. Minyatürleri andıran görselliğiyle animasyon filmi İbretnüma, hem toplumsal hem de kişisel travmalara mekan olur. Canan Kürd kadınını anlattığını söyler:
“Kürt kadın olmak, güzel kadın olmak, güzellik tanımı üzerine düşünmek… Foucault’nun Biopolitika kavramı üzerine çoğunlukla çalışıyorum, dolayısıyla burada iktidar alanlarının beden üzerindeki etkisi, beden kontrolünü nasıl yönlendirdiği konusunda bazı noktalara değinmem gerektiğini düşünüyorum. Bu işle de kabataslak bir hayat hikâyesi gittikçe şekillendi. İktidar alanlarının toplumsal cinsiyet inşasında aldığı rol işin ana konusu olarak yer alıyor.”
Ardından Emre Baykal’ın Arter sergisi Haset Husumet Rezalet’in en güçlü işine imza atar.
Yalvarırım Bana Aşktan Söz Etme, bir zamanlar gazetelerde Kadersizler Triosu olarak adlandırılan kadınlardan biri olan Seher Şeniz’le ilgilidir. Canan, özel olan politiktir şiarıyla bu kez Seher Şeniz’in intihar mektubunu birlikte gömülmek istediği bornozuna yazar. Bornozu da camekan altında sergileyerek Şeniz’in isteğinin yerine getirilemeyişini vurgular. Öte yandan dönemin yıldızları kılığında şiddetten mağdur olarak kendini afişleştirir. Afiş o kadar taze ki instagramda hala aktivizm adına paylaşılıyor.
Canan, Seher Şeniz’le özdeşleşir, tıpkı minyatürlerdeki kadın bedenleriyle, “ilk kadın” Havva’yla özdeşleştiği gibi…
Bugün Işıl Işıl Karanlık işte ışıl ışıl Canan’ın 1998’den bugüne feminist bir sanatçı olarak ne tür bir yolda yürüdüğünü aydınlatmakla kalmıyor aynı zamanda ismi kadar müstesna bir şekilde Canan’ın tin ve beden arasındaki gerilim üzerinde nasıl bir cambaz gibi yürüdüğünü de belgeliyor.
Minyatürlerini kağıda olduğu kadar şeffaf tüllere çizip işleyip bir ışıkta aydınlatarak asıllarından büyük kocaman gölgeleriyle ifade edişiyle, ormanda ve Bomonti’de gece ve gündüz çıplak yer alışıyla, rujunu oraya buraya bulaştırmış aynalı heykeliyle şeffaf karakol baskılarıyla Judith Butler’ın 2004 tarihli Cinsiyet Yapmamak makalesinde savunduğu bir kimlik tanımını sergiliyor.
Bildiğiniz gibi Butler, hayatını arzuya adar. Cinsiyet Belası kitabı da arzu üzerine düşünmelerinin bir sonucudur.
Arzudan cinsiyete varır.
Cinsiyet temel bir kategori değil doğaçlamayla gelişen bir şeydir.
Bir performanstır cinsiyet. O yüzden cinsiyeti "yapmamalı"yızdır.
Cinsiyeti yaparken aslında aralıksız bir etkinlikten söz ediyoruzdur bir performanstan.
Cinsiyetin hayatını, arzunun hayatından o yüzden ayırmak kolay değildir.
Ve kimliğimiz, tutkularımızla arzularımızla şekillenir. Işıl ışıl karanlık, karanlıkta kalmış olanları aydınlatmayı deniyor o yüzden…
Karanlık Bomonti’de araba farının aydınlattığı bedeniyle ve orman içinde karıncaların dolaştığı bedeniyle Canan, uzun yıllardır aslında tıpkı tinin karşısındaki bedeni konumlandırırken tek bir performans yapıyor.
Cinsiyetinin, kadınlığının performansını… Cinsiyetin ve kadınların performansını…
Hezeyan filminin bir kez daha gösterilmesi bu anlamda da değerli…
Çok daha rahat bir ortamda izlediğimiz Hezeyan, Canan’ın tıpkı Butler’ın arzuyu araştırırken cinsiyetin bir bela olduğu noktasına gelmesi gibi “bir arzu araştırması filmi”.
Paradokslarla varolan ve hiçbir şeyi kontrolü altında olmayan öznenin, arzu duyarak parçalanışının ve bir tür bilgisiyarı dahil tamamen ele geçirilişinin öyküsü. Öznenin, Butler’ın da ısrarla uyardığı gibi, etkilere açık ama onlar tarafından determine edilemeyen, arzu duyan ve bu arzunun karıştığı toplumsal ve bireysel çoktan ele geçirilmiş ya da ele geçirilmesi imkansız bölgelerinden haber veriyor. Hezeyan filmi aslında hem kurban hem de kahraman, tarihin ama hep Kurban olarak yazmak istediği kadının, kahraman’ın akıllara sığmaz hikayesini bu kez masalsı değil hipergerçekçi bir dille anlatıyor.
Işıl Işıl Karanlık, arzuya bakışı, onu araştırışı, çıplaklığı ele alışı, hem kurban hem kahraman kadını bir sanatçının kendini gerçekleştirme performansı öznesi olarak gösterişiyle ve gölgelerinin daha büyük olduğu minyatürleriyle fantaziyi, akıldışını dile getirişiyle, okultik olana göz kırpışıyla, hep “fazla bağırdığını” düşünen sanatçının, en sessiz ve derinden sergisi sanırım.