A password will be e-mailed to you.

 

Çocukluğum ansiklopedilerin altın dönemine denk geldi. Yılbaşı ve doğumgünlerinde dahi hediye edilen bu setler içerisinde renkli, mis kokulu ciltlerini, özel baskı kağıtlarını kokladığım “Neden, Niçin?; Bu Nedir?; Ne nedir?; Bu Nasıl Çalışır?; Kim Kimdir?; Ne Olacağım?” başlıklı olanın yeri bende çok ayrı.

Pilevneli Galeri’de Tayfun Serttaş’ın FLASHBLACK sergisini gezdikten sonra, o ansiklopedilerin isimleri geldi aklıma yine pat diye. ‘Ne Ne Değildir?; Kim Kim Değildir?’ diye iki hayali versiyonu da benim ekleyebileceğimi düşündüm. Çünkü bazen neyin ne, kimin kim olmadığını söylemek, tanımlamaların en isabetlisidir. Öyle başlayalım:

Ziftlerin arasından çıkarılan hazine

FLASHBLACK, bir Maryam Şahinyan arşivi değildir. Tayfun Serttaş‘ın yaratıcı işidir. Tayfun’la yolumuz arşivin dijital veri tabanının 2011’de kamuya açıldığı Salt Galata projesi öncesinde, onun günün on sekiz saatini geçirdiği ve bu tempoyu üç yıl boyunca aralıksız sürdürdüğü o cinnet zamanda kesişti. Hal böyle olunca yine bir “değildir” cümlesinin vaktidir. Maryam Şahinyan arşivi böyle şimdi basılı haliyle gördüğümüz bir şey değildir. Bahsi geçen; paslanmış kutular içerisinde üzerin tamamen zift kaplı, bir kısmı da tuzla buz olmuş cam levha negatifler ve selülozik tabaka filmlerden oluşan bir yığındı. 1985 yılında stüdyosunu devrettikten sonra, sokağa atılan ve Aras Yayıncılık’ın sahibi Yetvart Tomasyan’ın tesadüfen haber alarak,  Hıdivyal Palas’taki deposuna taşıdığı arşiv yığını,  25 yıl boyunca burada sessizce varlığını sürdürdü.

Tayfun Serttaş yıllarını, iradesini ve aşkını vererek onlarca asistanla birlikte işte bu yığının zift tabakasını elleriyle kaldırıp, temizlik, dijitalizasyon, restorasyon, tasnif, kataloglama, retouch gibi tülü çeşit işlemlerden geçire geçire bir hazineyi açığa çıkardı. Elli yıl boyunca sessizce, köşesinde işini yapmakla yetinen, birikiminin peşine bile düşmeyen Maryam Şahinyan bu vesileyle bilinir oldu. Şimdiyse Tayfun Serttaş kendi deyimiyle “normatiften kreatife doğru” bu arşivin kendi dünyasında nerede durduğunu sunarken, biz izleyicilere de kendi sorularımıza yanıt bulma, hatta önce sorularımızın farkına varma fırsatı sunuyor.

Girişteki uğultu

Bir galeri, sergilediği işe bu kadar mı denk gelir? Takside Dolapdere’de galeriye gitmek istediğimi söylediğimde şoförün “Oto galeri mi abla?” şeklindeki gülümseten sorusu aslında koca bir gerçeğe işaret ediyordu. Pilevneli Galeri tıpkı Maryam Şahinyan’ın arşivinden ilhamla ortaya çıkarılan bu devasa iş gibi kendi içine kapalı ve kapısını sizin aralamanız gereken saklı bir dünya. Saklı ve apaçık ortada.

Siyah perdeler açılıp da içeri girdiğimde boydan boya lekelerle kaplı bir dehlizde buldum kendimi. Sol ve sağ duvarlar boydan boya 10x15cm agrandisör boyutunda üretilmiş siyah-beyaz fotoğraflarla kaplı. Galerinin 15 metre yüksekliğindeki müstakil cephe duvarı da öyle. Enstalasyonun bel kemiği olan bu duvar, galerinin üç katına yayılan sergi alanını kendi içinde genleştiriyor.

O cepheye doğru yaklaştığınızda, duvar yanılsaması anıtsal bir bütüne dönüşüyor. Pilevneli’nin alt ve üst katlarından, cam tavandan yayılan ışıkla her seferinde farklı bir perspektifle izleyeceğiniz, on bir bin fotoğraflı devasa bir kayıp zaman abidesi.

Neden kayıp peki? Yolu o elli yıl içerisinde Foto Galatasaray’ın bir puf ile ahşap bir sandalyeden ibaret mekânından geçenler bugün artık yaşamadığı için değil. Onlarınki tamamlanmış ve kendi siparişleri üzerine önem verdikleri anları belgelenmiş bir hayat; doğum, vaftiz, komünyon, Noel, düğün, bayram, askerlik, aile yıldönümleri, sevdikleriyle hatıra… Kayıp, bizim onlara bakarken hissettiğimiz şey. Mahrum bırakıldığımız bir genişlik.

Belki de ondan dolayı bir darlık hissi geliyor içime. Benzerini Berlin’deki Yahudi Soykırımı Anıtı’nın içinden geçerken yaşamıştım. Amerikalı mimar Peter Eisenmann’ın tasarladığı farklı yükseklikte toplam 2711 beton sütun enlemesine ve boylamasına olarak kocaman bir alana dizilmiş. Engebeli zemin Brandenburg Kapısı’nın güneyinde geniş bir bölümü kaplıyor. Bu sütunların içine neresinden dalsanız, gökyüzüne ve meydanın genişliğine karşın tedirgin edici bir daralma hissediyorsunuz. Betonlar gözünüze kâh yanyana dizili askerleri, kâh kendisi için insan eliyle reva görülen zulmü yaşamak üzere toplaşan kitleleri, kâh sonsuz cesetleri çağrıştırıyor. Oysa anıtın hiçbir yerinde Yahudi Soykırımı ile ilgili bir yazılı ibare yok. Ayağınızın altından bir an için zemin kayıyor. Korunaksız kalmanın, iğreti olmanın ne demeye geldiğini hissediyorsunuz. Utancın ve onurun da.

Buradaki hissim de şaşırtıcı biçimde aynı. Girişte bir uğultu var. Bunca insanın sesi, nefesi var. Gözler rastgele kayıp gidiyor hepsinin üzerinde. Neye ve kime takıldığınız en çok sizi anlatıyor. Onca insan kalabalığında en çok kendinizi yakalıyorsunuz. Ben misal, hasta yatağında fotoğrafını çektirmiş o genç adama, onun dip öfkeli, küskün bakışına takılıyorum. Yanındaki kadın gözlerini kaçırmış objektiften. O ise tam içime bakıyor. Kalıyor.

Lekelerden beliren, sonrasında sizi ele geçiren bu işe FLASHBLACK adını vermiş Tayfun Serttaş. Geçmişe dönüş, anımsayış anlamındaki flashback’e de gönderme yapan ama esas olarak fotoğrafın ışık kadar karanlığa tekabül eden özüne selam çakan bir kavram bu.  Daha geniş anlamda Maryam Şahinyan’ın ve Tayfun Serttaş’ın karanlık odada geçirdikleri saatler ve oradan beliren ‘aydınlık geçmiş’ birikimini yansıtıyor. Benim için Caravaggio’nun o zihne ve kalbe mıhlanan resimlerindeki ışık-gölge oyunu Chiaroscuro’yu da çağrıştırıyor FLASHBLACK. Karanlığın ortasına çakan ve esası ortaya çıkaran şimşek.

En açık arşiv!

Doğrusu mesleki ve hayati deformasyon dolayısıyla arşiv denilince aklıma ilk gelen şey önüne asılsız, sözde ardına iddiaları kelimeleri eklenmeden telaffuz edilemeyen Ermeni Soykırımı’na ilişkin “Arşivlerimiz açık, belgeler burada” nidaları. Arşivin muhbirlik odaklı, kötücül ve devlet denetimli bir kayıt tutuculuğuyla baskın geldiği bir ülkede Tayfun Serttaş ve bu alanda emek veren herkes aslında bir paradigma kırıyor. Bugün denilen zamanla derdi olan insanların sayısı arttıkça, geçmişi merak, kaybedilen bir şehir, başka türlü bir hayat, bir kök ve anlam arayışı hasıl oluyor. İşte bu zamana en açık arşivle çıkıyor FLASHBLACK. Kaçtığınız ne varsa, burada. Bir sanat yapıtına dönüşen, zerre arraçsallaştırılmadan özne konumu iade-i itibar edilen haliyle inkâr edilemez biçimde karşınızda.

Tayfun Serttaş

“Değildir”lerden devam edelim. Maryam Şahinyan sıradan bir stüdyo fotoğrafçısı değildir. Dolayısıyla onu ağırlıklı olarak ya da sadece Ermeni ve kadın kimlikleriyle değerlendirmek de eksik bir okuma olacak. Tayfun’un “stüdyonun sınırları” dediği örneklerde Şahinyan’ın objektifinden belgelenen zenneler, translar, birbiriyle öpüşmeye hazırlanan ya da sahiplenici kollarla gururla kucaklaşan gey çiftler var. Bu işte Maryam’ın sihri. Onun bu ketum karanlığında, hayatın bütün olasılıklarını kapsayan ruhunda Tayfun kadar bana da cazip gelen, içine çeken bir şeyler var. Maryam kendini ve merceğini yargılamadan açmış. Rahat ettirmiş karşısındakileri. Bıyıkları burulu bir kabadayı ucunda haç asılı tesbihini sallayıp haç dövmeli kolunu sıyırmış. Tayfun Serttaş bu kareleri büyütüp ayrı sergileyerek o sınırsızlığa işaret etmiş bu her Allahın günü alanımızın ve nefesimizin daraltıldığı günlerde.

“Bitmedik Daha”

Ve kızlar ve kadınlar… Uzun saçları çok seviyor Maryam. Küçük kızların, genç gelinlerin saçlarını iki yandan pelerin gibi omuzlarına bıraktırmış. Bir bacağı diğerinin önüne getirtip ayakta iki eliyle iki yandan kloş elbiseyi tutturduğu ve ayrı bir seçki olarak yurtdışını dolaşmış ‘Kelebek Kızlar’ yine orada.

Yüzleşmeleri çok seviyor Maryam. Kadınların imgesi ayna önündeki hallerine bağlı olarak bir derinlik boyu kendi içinde katlanıyor. İşte özel bir dizi halinde yine oradalar. Aynaya doğrudan bakan bir kadınla ben de göz göze geliyorum. Bir diğeri o aynanın önünde yandan başını eğmiş. İki kere eğilmiş kendi içine bakan kadını seyrediyorum.

Gözlerine kocaman, sahte gözyaşları serpiştirilmiş üç kadın yine özel bir bölümden selamlıyor bizi. Sevdiklerinden askerlik ya da tayin icabı ayrı kalındığında özel olarak istenirmiş bu resimler. Hele bir aşığının yanında ya da tek başına iç çamaşırları, kombinezonları ile şuh veren o kadınlar… Tecavüz suçtur, Hayır hayır demektir diye haykırmak zorunda bırakıldığımız bir zamana nasıl da başka bir özgüven ve özgürlük getiriyor. Çizgisel zamanla ölçülmeyen asıl moderni.

Şimdi bu postproduksiyonun ve Tayfun’un ortaya koyduğu devasa fotoğrafın adını koymanın ve tadına varmanın zamanı. Tayfun Serttaş devraldığı, elleriyle hayat verdiği, gençliğini akıttığı mirası ete kemiğe dönüştürdü.

Fotoğraf çekildiği zamanda müşterinin arzusuydu. Şimdi biz o fotoğrafta sosyolojik açıdan nice ayrıntı yakalıyoruz. Kayıp bir zamanın izini sürüyoruz. Peki Tayfun Serttaş’ın yaptığı büyük resim bütün bunların içerisinde bize ne anlatıyor?

Ne büyük şans ki, bu çoklu katman okuma hiç bitmeyecek bir uğraşı. Tayfun’un işinde hepimizin yorumuna saygıyla yer açan gönül zengini bir açıklık var. Bana göreyse herkesin hayatını kendi bildiğince ve birbirine tehdit sayılmadan yaşadığı bir zamanı da anlatıyor bu koca resim.

OHAL baskıları altında, paranın pul olduğu zamanlarda kimsenin vermediği bir umudu inat diye her seferinde yeniden içimizden üretirken FLASBLACK olanca ihtişamı ile “Bitmedik daha” diyor sanki. Ve gülümsüyor bize. “Bu da yapıldı işte. Naber?”

Sergi, 26 Mayıs’a kadar Pilevneli Gallery’de izlenebilir.

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 23:43:21