Banksy gelmedi, eserleri geldi. Aslında Banksy’nin bu sergiden haberi yoktu. Bu sergi Banksy’ye yakışmadı ama geliri bağışlanacak dendi. İstanbul’da 2016’nın en olaylı sanat hadisesi The Art of Banksy’yi bir de yazarımız Yağmur Yıldırım değerlendirdi.
İki yıl önce, Brezilyalı bir graffiti sanatçısının Nişantaşı’nda bir galeride kişisel sergisi açıldığında bir kaşımız, ilerleyen aylarda İstanbul’un büyük müzelerinden birinde “graffiti ve sokak sanatı üzerine” kapsamlı -ve tatbikî- bir sergi açıldığında ise diğeri kalkmıştı. Kurumlar ve çerçeveler içindeki “yüksek sanat”ı alaşağı eden, otoriteye ve kontrolüne meydan okuyan, kamusal mekânda kamulara ait oluşu ile demokratik, kestirilemez, kontrol edilemez ve bu doğası gereği politik olan sokak sanatının; sokaktan koparılıp, kontrol mekanizmalarının ardındaki hijyenik beyaz küpler içinde kendisini de, söylemlerini de müzealize etmesi biraz tuhaf değil miydi?
Meğer ortada hiçbir tuhaflığın olmadığını tam olarak kavramam, Banksy’nin şaşaalı sergisinin “dünya prömiyeri” ile oldu. Yapılı çevreyi söken ve dönüştüren, kenti şehir, binayı ev yapan sokak sanatının, kentlinin sokak ile yeni ilişkiler kurduğu bir dönemde, Türkiye’de hiç olmadığı kadar geniş kitlelerce ilgi görüşünün ve benimsenişinin ardından gelen sergi, vaat ettiği “sokak”ın bugününü sorgulatıyor. Herkese ait ve herkese dair sokak sanatının, bugünkü en bilinir isimlerinden birisinin işlerine, ticari bir şirketin genel merkezinde, üstelik epey fahiş bir ziyaret ücreti karşılığında ulaşılabilmesi, duyulduğunda “bazı kamusallıkların diğerlerinden daha kamusal” olduğunu düşündürmüştü. Sergi, sanal bilet gişesinde yazıldığı üzere “sokaklarda büyüleyici bir yolculuğa çıkarıyor” iken, bu büyüyü iç burkan bir sanallıktaki plastik bitkiler, sokak lambaları, telefon kulübeleri, tuğla duvarlar, hatta serpiştirilmiş “gizemli” sırt çantaları arasında gezen ayaklar tertemiz Marmara mermerinin üzerine basıyor. Serginin, yine yazıldığı üzere “gizemli sokak sanatçısı”nın peşine düşürdüğü izleyiciyi, pek de gizeme yer bırakmayacak şekilde kameralarla izliyor oluşunu belirttiği didaktik panolar da, bu “kamusal” mekânın hijyenikliğine hijyen katıyor. İşlerdeki figürlerin oyuncularla “canlandırıldığı” bu gösteride, fotoğraf çektirenlerin odağındaki maskeli eylemciler ya da tüfekli gülen-sarı-suratlarsa, ister istemez “Hatırlamayı Unutma” sergisindeki gülen-sarı-surat maskeli güvenlik görevlilerini hatırlatıyor.1 “The Art of Banksy” sergisinin destekçileri arasında da, açılış gecesi ziyaretçileri arasında da iktidarı görmek, o kadar da şaşırtıcı değil belki de.
Yine de, Banksy’nin İstanbul sergisine, duyulduğu günden beri epeyce şaşırdık, hatta paradokslarına öfkelendik; peki ya şaşkınlığımızın da, öfkemizin de sebebi, içinde yaşadığımız paradokslarla bizi alenen yüzleştiriyor oluşu ise? Sergide sunulan kutlu “sokağa” erişmek adına kat ettiğimiz Karaköy sokaklarını doldurup taşırmış onlarca ticari işletmenin, üzerine bindikleri kentsel dokuyu dekorlaştırarak geçirdikleri sırtlarına yaptırdıkları sokak sanatı görünümlü ısmarlama işlere de, süsledikleri bu tüketim dayatmalı kutlu sokaklara da niçin bir an için durup şaşırmıyoruz? “Öteden beri kaçakların ve kaçakçılığın, fahişeliğin, salgınların ve serseriliğin mekânı olarak görülmüş” limanlardan2 Karaköy’ün, bir kentsel çöküntü bölgesinin “yepyeni bir ticaret türüyle kalkınması” ile bugün dönüştüğü, Tophane’nin ve Haliç’in ise yakın zaman içinde dönüşümünün tamamlanacağı şey; şirket binasının kapıları ardında, serpiştirilmiş sırt çantaları arasında sergilenen ve kameralarla izlenen Banksy’nin “illegal” işleri kadar ehlîleştirilmiş ve hijyenik. Sharon Zukin’in “kapuçino ile bastırma” tabirini akla getirerek, üçüncü dalga kapuçino köpüklerinin ve şantiyelerdeki vinçlerin arasından sıyrılınarak varılan, açılış gecesini kıpkırmızı aydınlatan sergi binasının parıltısı, ait olduğu yeni dünyanın göz kamaştırıcı bir vaadi gibi. Girişe serilmiş halının üzerinde patlayan flaşlar, emlak fuarlarının bol flaşlı tanıtım toplantılarında “sınırları işlenmemiş, daha doğrusu, daha tam işlenmemiş bir elmasa” benzetilen Beyoğlu’nun, “güzel projelerle kesimi tamamlanınca” işlenecek hâlini akla getiriyor. Şaşaalı The Art of Banksy projesinin sanal duvarlarının çıkardığı “büyüleyici yolculuk” kadar, Tarlabaşı’nın, Sulukule’nin, belki de yakın bir gelecekte Yedikule surlarının gerçek duvarlarının ardında kurgulanmış sanal yolculukların büyüsünü niçin sorgulamıyoruz? Bir simülasyon olmakla itham ettiğimiz, ikonlaşmış işleri canlandıran mankenleri ile dehşete kapıldığımız sergiyi yererken; en üst katında yaratılmış bir Emek Sineması ve bir başka “dünya prömiyeri” ile küresel ikonları balmumu heykellerle canlandıracak, “müzealize etme”nin bir diğer vakası olarak gözümüzün önünde dönüşen Cercle d’Orient binasını, yeni adı ile “Grand Pera”yı niçin hiç konuşmuyoruz?
Baudrillard, Disneyland’in, ülkenin gerçeğinin bir Disneyland oluşunu gözlerden saklamak için var edildiğini söyler. Dehşete kapılmak için, hakikaten de, Banksy’ye ve Dismaland‘ine ihtiyacımız yok.
2 Levent Şentürk, Mimarlığın Biyopolitika Sözlüğü’nün “Kültür Merkezi” maddesinde limanları bu şekilde tanımlayarak, bu cümlenin devamına oturtulması da pek olası biçimde Boğaz-Haliç aksındaki limanların kültür merkezlerine dönüşümünü, biyopolitika üzerinden yorumlar.