Buluntu malzemelerle çalışan, kolaj videolar üreten, ürettiği kolajların içinden düşünen sanatçı Zeyno Pekünlü’nün ‘Bütün Ahları’ başlıklı sergisi SANATORIUM’da devam ediyor. Sanatçının sergide yer alan işlerinde tanığı olduğumuz yakın bir dönemin izleri var. Bir yandan engeller, baskılar, belirsizlikler tarafından kuşatılmışlığın içinde süren bir ‘devam etme’ çabasının altını çizerken; diğer yandan uzun süredir hayatlarımızı paralize eden bekleme haline bakıyor Pekünlü. Tam ‘oldu’ derken, ötelenenler… Sevinmenin bile bir yüke dönüştüğü burukluklar içerisinde bitmeyen bekleyişler…
Peki acaba bütün bu karmaşada tam olarak neredeyiz? Pekünlü’yle bu röportaj vesilesiyle Köken Ergün’le birlikte sürdürdüğü bir tartışma/paylaşma platformu olan KIRIK’ın hikayesini de konuşmak bana iyi geldi. Çünkü KIRIK’ın yola çıkışı, ‘bir arada’lıklar içerisinde görünmezleşen farkları konuşan bir zemin arayışından doğuyor. KIRIK’ın hikayesiyle ‘Bütün Ahları’nın buluşabileceği bir yer olduğunu da düşünüyorum, dolayısıyla serginin çerçevesine de o buluşma noktasından bakmayı teklif ediyorum. Sergi, mesela ‘Olasılıklar, Önlemler, Bağlantılar’ serisiyle bizi çok benzer notlar aldığımız toplantılara götürüyor. Hangimizin defterleri böyle olasılıklarla dolu değil ki! Öte yandan Sezen Aksu’nun sesiyle toplanan ah’larda kendi ah’ımızın sesini bulmamak ne mümkün! ‘Mükemmel Döngü’ isimli işinin yarattığı beklentiyi kim yaşamıyor gündelik yaşamda? Tüm bunlar ait olduğumuz bir yer olduğuna işaret ederken KIRIK’ın açtığı pencereler bizi o yerleri deşebilme gerekliliğini de hatırlatıyor.
Zeyno Pekünlü’yle hem yakın dönemin kültürel iklimini, hem de bana kalırsa bir ortaklık duygusunu da hatırlatan sergisi ‘Bütün Ahları’ konuştuk.
Can Memiş: 2017’de Susma Platformu’nun yaptığı bir yuvarlak masa buluşmasında sanat alanının dışında yapılan işlerin kültürel alanı genişlettiğini, ama esas sıkıntının siyasal alanın daralması olduğunu söylüyorsun. Aynı sohbette, örgütlenmelerdeki düşüşten bahsederken de ‘hayal kurmaya devam edebilen insan sayısında çok fazla düşüş var’ diyorsun. Aradan geçen 8 yılda değişen ne oldu sence? Aynı yerde miyiz?
Zeyno Pekünlü: Bunun üzerine son yıllarda da çok düşündüm. Bence 2015-2016’dan başlayıp 2020’ye kadar düşüş devam etti. Bir taraftan birlikte örgütlendiğimiz pek çok arkadaşımız Türkiye’den gitti. Gerek maddi sebeplerle gerekse de ‘artık burada yaşanmaz’ diyerek gittiler. Kalanlar da baskı ortamında bir değişiklik olacağı günleri bekleme, geri çekilme ruh haline geçti. ‘Bir şeyler belki değişir ve yeniden başlarız’ diyerek… Ama son genel seçimlerin kaybedilmesinden sonra en azından sanat alanında bir dönemece girdik gibi hissediyorum. Çünkü ‘bir beş sene aynı iktidar devam edecekse, sıkışan hayatlarımızda bir şeyler değişmeyecekse, o zaman artık kendi aramızda yeniden bir şeyler yapmayı konuşmaya başlamamız lazım’ havasını hissediyorum. Bir önceki dönemde baskın olan ‘aman tartışmak için daha iyi günleri bekleyelim, eleştirerek birbirimize zarar vermeyelim’ havasından; ‘bir şey değişmiyorsa önce nelerin daha iyi yapılabileceğini konuşmaya kendimizden, kendi alanımızdan başlayalım’, kıpırdanmasına doğru bir geçiş oldu. Bunu önce Kültür Yolu etrafındaki tartışmalarla hissettik. Ardından Depo’da gerçekleşen forumlar, onun üzerine şimdi hala devam eden forumlar… Bu tam olarak bir örgütlenme mi? Henüz değil. Ama yan yana gelmenin, bir arada olmanın, çok uzun zamandır ertelediğimiz tartışmalara yeniden başlamanın güzel bir bahanesi. O anlamda kişisel olarak uzun sessizliklerin ardından yeniden hayatımda toplantıların, forumların olması bana kendimi iyi hissettiriyor.
‘Bir Aradayız’ Vurgusunun Konuşturmadığı Nüanslar
C.M.: Köken Ergün’le birlikte KIRIK’ın çalışmalarını da bir yandan sürdürüyorsunuz. Konuşmalar, gösterimler düzenliyorsunuz. Yeterince arada kalmış konulara değindiniz mi? Nasıl gidiyor?
Z.P.: KIRIK aslında tam az önce bahsettiğim ruh halinden doğdu. Önceki dönemlerde Sanat Emekçileri Örgütlenme Girişimi’nde, Turuncu Çadır’da yer almıştım. Bunlarla birlikte sanat alanının dışında da başka ağ örgütlenmelerinin parçasıydım. Freelance çalışanların mekânı olan Dünyada Mekan ya da Müştereklerimiz gibi. Tüm bu örgütlenmelerin, ağların çözüldüğü, mecburen duraksadığı dönemde etrafımdaki çoğu insan ‘durum çok kötü’, ‘darbe girişimi sonrası yeni bir şeylere başlayamayız, biraz durmak, önümüzü görmek lazım’ diyerek bekleme ruh haline geçtiler. Çoğumuz aktivizmi askıya alıp üretimlerimize odaklandık. O dönemde benim içim bir türlü durulamadı. 16 yaşından beri öyle ya da böyle, ara ara kesintilerle olsa bile hep örgütlüyüm. Dolayısıyla rahat duramadım. ‘Ufak bir şey yapmaya başlasak, ortam daha iyi olduğunda belki bir şeylerin zeminine döner’ diye kendi kendime düşünmeye başladım. O dönemde Köken’le de sık sık durumlar hakkında sohbet ediyorduk ve henüz sadece soyut bir fikir olan bu düşünceyi onunla da paylaştım. O da ‘bunu birlikte yapalım’ dedi ve açıkçası böyle konuşmaların sözde kalmamasına, birlikte yapmaya, bir şeyleri işler hale getirmeye Köken’in bana göre daha fazla motivasyonu, enerjisi var. Köken olmasa ben belki sadece hayal kuracaktım. Ama haydi birlikte yapalım dediğimiz şeyin ne olduğunu, onun zihninde nasıl bir şeyin canlandığını, benim aklımdan neler geçtiğini yaklaşık bir sene tartıştık. Tam olarak uzlaşma demeyelim adına ama birbirimizi anlama sürecinden geçtik. Bir de güvendiğimiz, yol arkadaşı olarak gördüğümüz kişilerle buluşup konuştuk. Ne eksik, ne olsa iyi olur diye düşünüyorsunuz diye sorduk.
Sonuç olarak şöyle bir karar verdik: Politik şiddetin seviyesi, süregiden hedef göstermeler yüzünden sürekli ‘bir aradayız’ vurgusu yapmak zorunda kalıyoruz. Aslında benzer hareketlerin, ağların içinde olan ya da aynı görüşte gibi görünen insanlar arasında da daha nüanslı tartışmalar yapmaya ihtiyaç var. Çok güçlü ve saldırgan bir blok karşısında, tek bir muhalefet bloğu gibi durmaya çalışıyoruz. Ama konuşulacak çok şey var. Aslında herkes aynı sayfada değil. ‘O zaman ufak ufak bu tartışmalara başlayabileceğimiz yer burası olur mu?’ diye yola çıktık. Mesela dayanışma kelimesinin içinin boşaldığını hissettiğimiz için, artık neredeyse yardımlaşma anlamında kullanılmaya başladığını düşündüğümüz için ilk sene dayanışmanın radikal anlamlarına ve daha radikal dayanışma modellerine odaklandık. Bunun üzerine bir dizi konuşma düzenledik. İkimiz de sık sık hareketli görüntüyle çalıştığımız için bir yandan da film dünyasıyla sanat dünyasının arasında kalan, her iki mecrada da işleyebilecek ama hiçbir yerde tam olarak rahat edemeyecek işlerin online gösterimini yapalım dedik. Bazen çok beğendiğimiz bir işi tek başına gösteriyoruz, bazen de seriler yapıyoruz. ‘Suç, soykırım, mesuliyet ’ serisi, ‘Ekolojik kriz, kolonyalizm, ekstraktivizm’ serisi, şimdi devam eden ‘LGBTİ+ sanatçıların işleri ve kuir üretimler’ serisi… Bu serilerde de filmle video sanatının arasında kalmış işler olmalarına özen gösteriyoruz. Temalarının ya da üreticilerinin kırıklarda olmasına özen gösteriyoruz. Üzerlerinde baskı olduğu için kurumların pek de gösteremeyecekleri işlerden seçki yapmaya çalışıyoruz. Evet, bence ilk mütevazi hedeflerine ulaştı. Ama elbette hayallerimiz daha büyük.
Nasıl devam edeceğiz? KIRIK’ta yakında duyurusu çıkacak iki tane yerel yönetimler buluşması olacak 1 Haziran ve 8 Haziran’da. Güzel bir tesadüfle son forum da yerel yönetimlerle ilgiliydi. Forum herkesin fikrini paylaştığı, taleplerini dile getirdiği açık tartışma olarak çok kıymetli. KIRIK ise yapılandırılmış, konuşmacıların da olduğu, içeriğin bu konulara uzun süredir emek vermiş insanlar tarafından oluşturulduğu bir formatta buluşma düzenliyor. Bence aynı konunun yakın zamanlı olarak iki ayrı formatta tartışılması birbirini çok güzel destekleyecek. Bir taraf talep üretiyor, bir taraf işin bilgisini daha geniş kesimlerle paylaşmaya çalışıyor. Daha önce yaptığımız Kültür Belası buluşmasında da benzer bir şey oldu. Öncesinde Kültür Yolu tartışması başlamıştı, yazılar çıkmıştı, Depo’da forumlar olmuştu. Biz de KIRIK’ta kültür savaşları ve kültürel hegemonya konusunu etraflıca, sadece kültür alanından değil, LGBTİ+ aktivistleriyle, daha önce alternatif kurum kurma tecrübesi olan insanlarla, medya üzerinden vs. tartışma olanağı yaratmaya çalıştık.
C.M.: Bir süredir kültürel hegemonya ve kültür savaşları üzerine düşünüyorsunuz KIRIK’ta. Tanıl Bora katıldığı oturumda edebiyatta, sinemada, ya da genel olarak sanatta hegemonik olamayan iktidarın eşyayla olan ilişkide, gündelik hayatta hegemonik olabildiğinden söz ediyordu. Kültürel alandaki çok büyük bir mücadele var. O oturumda da konuşuldu. Değişen stratejiler de var: ‘Kültür Yolu’ projesi gibi. Sen o oturumda ‘iç etme’ yöntemi diyorsun buna. Biraz bunu açmak ister misin?
Z.P.: O strateji işledi mi işlemedi mi tam emin değilim. Ama denendi ve yanılmıyorsam ilk kez Kültür Yolu projesinde denendi. Çok bireysel bir deneyim olarak anlatacağım. Bir Kültür Yolu müjdesi zaten veriliyordu, hepimiz bunu duyuyorduk ve altından ne çıkacak diye bekliyorduk. Sonra benim elime açıldığı gün Kültür Yolu’nun basın bülteni ulaştı. Bir baktım ki çalıştığımız bütün kurumlar orada Kültür Yolu’nun parçası olarak listelenmiş. O kurumlardan birinde o anda benim işim sergileniyordu. Ama kimse benimle bunun iletişimini kurmamıştı. Kurumun basın bülteninde olduğundan haberi var mı yok mu, ondan bile haberim yoktu. Kültür Yolu’nun açıldığı ilk günde inanılmaz bir telefon trafiği oldu. Herkes birbirini arayıp ‘bu ne?’, ‘bundan senin haberin var mıydı?’ diye soruyor birbirine. Bir süre sonra anladık ki, komisyon edilmişler işler, sergiler var. O insanların durumdan daha net haberi var. Bir de Beyoğlu hattı üzerinde olan tüm kurumlara ‘biz sizi bültene alıyoruz, kültür yolu rotasında olacaksınız, tamam mı?’ diye sorulmuş, önlerine tabela koyulmuş. Kimse de bugünün Türkiye’sinin siyasi ortamında buna hayır diyememiş, bir kısmı ise seve seve, bir problem görmeden evet demiş.
‘Kurumları İç Etme Stratejisi’
Burada ilk defa yapılan şuydu: Kültürel hegemonyanın içinde olmadığı varsayılan insanları davet eden Yeditepe Bienali gibi bir alternatif alan yaratmaktansa, ilk defa ‘bu kurumları iç ediyoruz, onları da listeye alıyoruz, şimdi bu Kültür Yolu’nun parçasısınız’ denilerek bir emrivaki yapıldı. Kültür Yolu, AKM’nin açılışı ile açıldı. ‘Geziciler, hainler gidecek bu ülkeden’ vs. diye kürsüden açılış konuşması yapılıyor ama aynı Kültür Yolu projesinin içinde hakaret ettiği kurumlar var ve hakaret edilen insanların işleri sergileniyor. Bunu hiç umursamıyorlar. Hepimizin ağrına giden bu oldu. Bu iç etme hamlesini çaktırmadan yapabilmek için de bir PR şirketi var, dolayısıyla siz Kültür Bakanlığı ile değil PR şirketi ile muhatap oluyorsunuz. Davetin asıl sahibi neredeyse gizleniyor. Bu telefon trafiğinin üstüne garip bir sessizlik oldu, herkes birbiriyle bu konuyu konuşuyor ama kamusal bir tartışma dönemiyor. Önce Nazım Dikbaş’ın yazısı çıktı, sonra Eda Hisarlıoğlu ve Marina Papazyan’ın yazısı.. Özellikle ikinci yazının yaptığı müdahale tartışmanın fitilini ateşledi. Sonra tartışma genişleyerek forumlarda da devam etti. Bu tartışma güzel yürüdüğü için ikinci ve üçüncü Kültür Yolu bence ilki gibi olamadı, garip bir nümayişe dönüp sönümlendi. İlkinde olduğu gibi bizim alandan davet edecek sanatçı bulamadılar ya da kurumlar biraz daha uzak durdu. Hep birlikte müdahale ettik gibi hissediyorum. Ama diğer yandan sanatın şehrin pazarlanması için turistikleştirerek algılanışı yalnızca Kültür Bakanlığı ya da Kültür Yolu’nun sorunu değil. Sanat kurumları ve muhalif belediyeler de bu anlayıştan çok uzak değiller. Bu uzlaşmanın karşısında aktivistler ve sanat alanındaki kimi aktörler ellerinden geldiğince karşı durmaya çalışıyorlar.
‘Buluntuyla Çalışmak Feminist Düşünme Biçimiyle Örtüşüyor’
C.M.: Buradan senin sanatsal pratiğine geçelim istersen. Öncelikle kendi pratiğini nasıl tarifliyorsun ve bu pratiğinde feminist yöntemden nasıl yararlanıyorsun?
Z.P.: Popüler kültür, gündelik hayat ve internet kültürü en sık faydalandığım malzemeler. Bunların içinde birtakım kodlar ve bilgiler nasıl üretiliyor diye düşünüyorum sıklıkla. Cinsiyet rolleri, cinsiyete dayalı temsiller, bilgi üretimleri çalışmalarımda bazen yer buluyor. Ama bir tema olarak yer almasa da bilgiyle ve üretimle feminist bir ilişki kurduğumu düşünmek istiyorum. Çok ufak istisnalar haricinde, çok uzun süredir neredeyse tamamen bulunmuş malzemeyle çalışıyorum. Bunun da feminist pratikle ve düşünme biçimiyle örtüştüğünü düşünüyorum. Çünkü feminizmin en fazla kafa yorduğu şeylerden biri bize verili gelen şeyleri sorgulamak, verili saydıklarımızın neleri gösterdiğine ya da neleri sakladığına bakmak. Uzun süre, toplumsal cinsiyet rolleri etraflıca tartışıldı ama şimdi oda ısısından, ilaç deneylerine, emniyet kemeri yüksekliğinden, eşya tasarımlarına kadar her şeyin içindeki cinsiyetçi yaklaşımlar tartışılıyor. Aslında buluntu malzeme ile çalışmak bence tam da bu şekilde düşünmekle örtüşen bir metot.
Ben bir şeyi merak ediyorum, bir şeye takılıyorum, takıldıktan sonra etrafında toplayabileceğim her şeyi toplamaya başlıyorum ve bu malzemeyi yeniden düzenlemeye başlıyorum. Bu yöntemin ortaya çıkan ürünü didaktik olmaktan kurtardığını düşünüyorum. Çünkü o yeniden düzenleme aşamasında ben bir müdahalede bulunsam da çok net bir söz söylemiyorum. İzleyici ortaya çıkan şeyle karşılaştığı zaman kendi geçmişi, kendi yanında taşıdığı tecrübe her ne ise buradan yola çıkarak bakmaya, düşünmeye ya da tepki vermeye başlıyor. En azından öyle olduğunu umuyorum. Bahsettiğimiz malzeme melodramlar ise, hepimizin o melodramlarla bir toplumsal, kolektif ilişkisi var ama kişiselleşen bir tarafı da var. Ben bir takım sahneleri bir araya getiriyorum, kendi gördüğüm, hissettiğim üzerinden ama bakan herkes kendi tecrübesiyle ilişkiye geçiyor. Ya da bu sergide olduğu gibi yüzlerce şarkının içindeki bütün ah’ları bir araya getirdiğimde herkes hayatında ne için ah çekiyorsa, çektiyse onun üzerinden hissetmeye, düşünmeye başlayabilir.
C.M.: Görüntülerle ve özellikle gündelik olanla çalışan bir sanatçı olarak TikTok videolarıyla aran nasıl? Tiktok dünyası gündelik görselliğin içinde çok büyük bir hacim kaplıyor. Epey malzeme çıkmıyor mu oradan ve manzara sunmuyor mu aslında?
Z.P.: Sadece TikTok değil ama hareketli, hareketsiz görüntü, ses, metin üreten ve yaygın dolaşıma sokan her şeyin junkysiyim. Arkadaşlarım internetin dibine dalmış yine kum çıkarmış diye dalga geçiyorlar benimle. Geceleri oturur en olmayacak dipsiz internetin en diplerinde bir şeyleri kurcalarım. Her şey için bir yerimden bir meme çıkar, ‘Know Your Meme’ en sevdiğim sitelerden biridir. İnternette dolaşımda olan şeylerin arkeolojisini de çok heyecan verici buluyorum, ilk nasıl çıktı, sonra nasıl yaygınlaştı? vs. Doğrudan TikTok videolarından bir şey üretmedim ama internetin en popüler kişileri zaten tüm mecraları aynı anda kullanıyor. Belki TikTok için üretiyor ama instagram’da da karşına çıkıyor, en kapsamlı, uzun içerikler YouTube’a yükleniyor. Böyle bir geçişlilik var o imaj kültürünün içinde. Benim için daha kolay olduğu için ben genelde Youtube videolarıyla çalıştım. Ama özellikle ‘Ürkütmeden Bir Kadına Nasıl Dokunursunuz?’ ya da ‘Kendine Ait Bir Banyo’ tam da o dediğin TikTok kültürünün de ürünleri. Erkekler saçlarına nasıl bakım yapar ya da nasıl kız tavlar gibi bir takım tavsiye videolarından yola çıkıyor. Onu belki ayrıca soracaksın ama bu sergide yer alan Mükemmel Döngü videosu da aslında oraya da göz kırpıyor. Sürekli yüklenmesini beklediğimiz videolar, birinin arkasından hemen diğerinin gelmesi, sonu gelmeyen videolar, videolar.
‘Algoritmalar Toplumda Baskın Olanı Yeniden Üretiyor’
C.M.: Geçen haftalarda başlayan bir tartışma var. Youtuber ve yazar Alice Cappelle’in ‘Collapse Feminism’ isimli kitabından sonra feminizmin bir düşüş döneminde olup olmadığı tartışılmaya başlandı. Artreview’daki yazısında Amelia İbrahim de bu konuya değindi. Aslında kürtaj hakkı eylemleri ve Metoo hareketi sonrası böyle bir tartışmanın gerçekleşeceği düşünülmezdi. Esas sorun şu: muhafazakâr ve anti feminist ideolojinin çevrimiçi kanallarla yayılması hatta hegemonik hale gelmesi. Takip edebildin mi bilmiyorum ama bu tartışma hakkında ne düşünüyorsun?
Z.P.: Bu tartışmayı kaçırmışım, bilmiyorum. O yüzden doğrudan bahsettiğin tartışmaya referans veremeyeceğim ama kendi gözlemlerim ve düşüncelerim üzerinden belki bir iki şey söylemeye çalışabilirim. Çevrimiçi dünya mücadele etmeye çalıştığımız cinsiyetçiliği yeniden üretiyor mudur, elbette üretiyordur. Çünkü toplumda baskın olanı, çevrimiçi ortamda veriyi üretenlerin dünyaya bakışlarını algoritmalar, botlar yeniden ve yeniden üretiyor. Bunu defalarca tecrübe ettik. Image Recognition ya da Image Search Software’ler ilk geliştirildiğinde siyah insan imajlarını goril imajından ayıramıyordu. Kullanıcılar ırkçıysa ya da o kodları yazanların bu konuya özel bir hassasiyeti yoksa insanlığın en kötü yanları internetin işleyişinde karşımıza çıkıveriyor. Diğer yandan özellikle sosyal medya algoritmaları genellikle kullanıcıları zaten okuyacağı, bakacağı şeylere yönlendirerek kapalı devre çevrimiçi topluluklar yaratıyorlar. Dolayısıyla cinsiyetçiliğin de buradan beslenmesi çok kolay. Ama ben herhangi bir teknolojinin onu kullanan insanlardan bağımsız olarak iyi ya da kötü olarak yaftalamanın kolaya kaçmak olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla internet ortamındaki böyle bir gerileme, dünyanın pek çok yerinde eş zamanlı gerçekleşen toplumsal gerilemenin yansıması bence.
C.M.: Bir yandan pek çok meseleye dair de söz söyleyebilen bir feminist hareket var Türkiye’de. Dünyadaki diğer örneklerden farklılıkları var.
Z.P.: Türkiye’deki feminist hareketin geçmişiyle de şimdisiyle de bu anlamda çok gurur duyuyorum. Hiçbir zaman yalnızca beden politikalarına sıkışmadı. Her zaman başka hareketlerle kesişimine dair sağlam bir sözü oldu ve bu kesişimlerin feminizme içkin olduğunu söyledi. Türkiye’deki feminist hareketin tarihinde de LGBTİ+ hareketin tarihinde de savaş karşıtlığını, olaylara enternasyonal bakışı, ekoloji hareketiyle dirsek temasını, göçmenlerle ve diğer marjinalleştirilmiş kesimlerle dayanışmayı görmek mümkün.
Sürekli Yeniden Denemenin İşaretleri
C.M.: Biraz da ‘Bütün Ah’lar’ başlıklı son sergine bakalım isterim. Sergideki ‘Olasılıklar, Önlemler ve Bağlantılar’ serinde 20 yıldır katıldığın toplantılarda aldığın notlardan süzülen kimi işaretler yer alıyor. Bakınca ilk olarak oklara takıldım. Stratejik bir planın, bir kaçışın ya da bir alt ediş anının, arkadan dolanmanın duygusuna kapılıyorum baktıkça. Ara yollar, yeni güzergahlar, değişen hamleler…
Z.P.: Bu işi yapmaya karar verdiğimde farklı dönemlerden rastgele defterler seçtim. İlki 2006’dan, sonuncusu da bu seneden. Arada birkaç sene arayla 2013, 2014, 2020, 2023 yıllarından defterler var. Katıldığımız toplantıların konuları ya da niteliği de değişiyor, bizim olduğumuz insan da değişiyor. İlk başta konuştuğumuz gibi ben kendi işaretlerimden bir seçki yaptım ama bakan kişilerin de kendi defterlerini, kendi verdikleri emekleri, kendi toplantılarını, tartışmalarını bu işaretlere bakarken hayal etmelerini istedim. Serginin geri kalanı içinde olduğumuz ruh haline dairse, ‘Olasılıklar, Önlemler ve Bağlantılar’ bizim tüm bunların içindeki bitmeyen çabamıza dair. Elbette sadece bir kişinin defterlerine bakınca bile işaretlerin nasıl değiştiğini, dönüştüğünü görmek mümkün. Bahsettiğin oklar, yuvarlaklardan oluşan bağlantıların büyük çoğunluğu daha yakın zamanlı defterlerden. Daha eski defterlerde bu bağlantı işaretleri daha az. O zaman daha sanki ‘budur, budur, budur’ der gibi kendinden emin alt alta dizlimmiş notlar var. Bir kısmı köşeli dev parantezlerle gruplanmış. Ama senin dediğin gibi ‘o konu buradan döner, buraya bağlanır mı?’, ‘bu buradan çıkar ama acaba şöyle de düşünebilir miyiz?’ gibi bağlantılar daha yakın dönem defterlerinde daha çok var. Belki de sürekli yeni stratejiler aradığımız, sürekli yeniden denemek zorundan kaldığımız için. Çünkü kafamızın daha karışık olduğu, nasıl bu toplumsal sıkışıklığın içinden çıkacağımızı bilemediğimiz bir dönemdi. O işaretlerin bir kısmı senin de bildiğin, geldiğin forumlarda alınmış notlardan. İşte birinin o anda söylediğini bir şeyi alıp ‘bak biz bunu KIRIK için de böyle konuşmuştuk’ ya da ‘Faillik Forumları’nda şöyle benzer bir şey demiştik’ gibi aslında başka başka toplantıları da, tartışmaları da birbirine bağlamaya çalışan bir zihinden çıkıyor.
C.M.: Peki soru işaretleri? O da bu son 20 yılın en önemli işaretlerinden biri aslında. Hep bir bilinmezlik içerisindeyiz. Bu sadece bir iktidar planı anlamında değil. Bizim de neyi nasıl yapacağımız konusunda müthiş bir bilinmezlik var. Seni o toplantılarda soru işaretleriyle boğuşturan neydi?
Z.P.: Aslında toplantı notlarını tararken soru işaretlerine karar kılmadan önce merak edip defterlerdeki net kararları aradım: ‘Yapılacak’, ‘edilecek’, ‘böyle yapmalı’, ‘şöyle yapacağız’ Buna benzer net karar ve yargı bildiren cümleler toplantı notlarında o kadar azdı ki. Bütün verilen kararları sonuna soru işareti koyarak not almışım. O yüzden de ismini ‘soru işaretleri’ değil, ‘olasılıklar’ koydum. Çünkü bir umudu da içeren bir şekilde, ‘şimdi bunu deneyeceğiz, acaba böyle yapılabilir mi?’ soruları onlar. Karar gibi görünse bile aslında bir deneme. Son 5-6 sene özellikle, çeşit çeşit strateji denediğimiz ama denediğimiz yoldan da emin olmadığımız bir dönem oldu. Önceki dönemleri hatırladığımda, ‘Emek Sinemasını yıktırmayacağız’ kadar net cümleler kurma cüretimiz vardı. Bu cümleyi kurabiliyorduk çünkü her hafta o sokakta buluşabiliyor, her hafta eylem yapabiliyorduk ve her eylem bir öncekinden daha kalabalık olabiliyordu. ‘Bu böyledir’ diyebilecek bir güç hissedebiliyorsun, daha cüretli cümleler kurabiliyorsun. Şimdiki toplantı notlarında o soru işaretleri çok artıyor. Çünkü cümlelerin başında, içimizdeki seste hep ‘acaba?’ var ‘belki bu defa’ var. İçinden geçtiğimiz deneme-yanılma, bir yol arama a sürecinin izleri olduğu için işin adını ‘olasılıklar’ koymak istedim.
‘Kimin Sesi Hepimizin Ah’larının Taşıyıcısı Olabilir?’
C.M.: Kolajlar üreten, ürettiği kolajların içerisinden düşünen bir sanatçısın. Bu sergide de Sezen Aksu şarkılarında geçen ‘ah’ seslerini bir araya getiriyorsun. Sezen Aksu şarkılarına bakmak nereden aklına geldi?
Z.P.: Son birkaç senedir daha çok iç çektiğimi fark ettim. Bir şey düşündüğüm için değil, özellikle o anda bir şey canımı sıktığı için değil. Bedensel-zihinsel bir rahatlama arayışı anında derin iç çekişler… Ortada bir şey yokken, bir şey konuşulmuyorken bile bir ah çekince üstümüzde senelerdir birikmiş o yük bir anlığına kalkıyor gibi. Kendimi bu eylemi yaparken yakaladıkça iç çekme üzerine düşünmeye başladım. Çok ah çektik son senelerde, Gezi’den sonra, özellikle 2016’dan sonra iyice yoğunlaşarak. Türkiye tarihinde ahlar hep yok muydu? Hep vardı ama bu dönem kendi kişisel tarihim ve kaybettiklerimiz açısından benim için daha yüklü. Tüm bunları düşünürken, bu ahları şarkılarda bulmak istedim. Bir nida, ünlem olarak çok kullanılır ah ama hangi şarkılara bakacağım? Bir kişiyi seçecek olsam kimin sesi hepimizin ah’larının taşıyıcısı olabilir? Ben belki başka bir sanatçının ahlarıyla kendi hikayemi daha özdeş görebilir, ya da sen bir başkasının ahlarıyla daha yakın hissedebilirsin ama o kişiyi herkes bilmeyebilir. Ama Sezen Aksu’yu şu an hayatta olan hemen her kuşak bilir. 1975’ten beri şarkı üretiyor. Annem de onun ah’larını bilir, 2000’lerde doğmuş biri de bilir. Belki ben Sezen Aksu’nun 2000’lerini bilmem, 1990’larını daha iyi bilirim. Bir başkası 1980’lerini daha iyi bilir. Biraz böyle cinsiyetleri, sınıfı, kültürleri paralel kesme imkanı olan bir isim olarak kendisini seçtim. Bir sebebi buydu. İkinci sebebi de benim bildiğim kadarıyla Erdoğan’a özür diletmiş tek insan. Zamanında bir gazete, içinde Adem ve Havva’nın geçtiği bir şarkı sözü sebebiyle Aksu’yu hedef göstermişti. Erdoğan da “Hz. Adem efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yer geldiğinde koparmak bizim görevimizdir” gibi bir şey söylemişti. Bunun üzerine ‘Avcı’ isimli bir şarkı yazdı Sezen Aksu ve sözlerini web sitesinde yayınladı. ‘Nereye baksam acı/ Kim yolcu kim hancı/Dur bakalım…Beni öldüremezsin/ Sesim, sazım, sözüm var benim/Ben derken ben herkesim’ diye bitiyordu. Sen avcı gibi görebilirsin kendini ama ben bunca senedir kalplerdeyim, bunca senedir üretiyorum, bana bir şey olmaz diyordu özetle. . O şarkı bir gecede 60 küsur dile çevrildi Twitter üzerinden ve bu sözler yayıldı. İnanılmaz bir kampanyaya dönüştü ve birkaç gün sonra Erdoğan ‘Benim açıklamalarım Sezen Aksu’ya değildi. Sezen Aksu, Türk müziğinin önemli bir ismidir’ diyerek özür diledi. Benim bu iktidar döneminde gördüğüm bu kadar net tek özürdü. O yüzden de onu seçmek istedim. Hiçbir zaman siyasetini çok net ortaya koymamış olabilir ama toplumsal yaraların da etrafında dolaşan şarkıları vardır zaman zaman. Biz de onu zaten politik olduğu için dinlemeyiz. Herkesin ya eğlenmek için ya birinden ayrıldığında ağlamak için sevdiği bir iki Sezen Aksu şarkısı vardır. O yüzden de kolektif bilinçaltımızdaki ah’ları, en kapsamlı onun ah’ları toplar diye düşündüm.
‘İç Çekişler İsyanı da Bedduayı da İçeriyor’
C.M.: Bir taraftan da ‘Ah’ öyle bir ses ki… Çeşitli duygu anlarında da birbirine zıt hallerde de o ses karşımıza çıkabiliyor. ‘Ah yine mi keder’, ‘ah İstanbul İstanbul olalı’, ‘yeni gün gelsin duyulsun ahhhhh’ gibi… Bu ahlarla nasıl bir bağlam kurguladın? Aslında Mustafa Avcı kaleme aldığı sergi metninde ‘Olasılıklar, Önlemler ve Bağlantılar’ başlıklı işinle ilgili olarak toplumsal çıkışsızlık haline karşı ısrarlı ve kolektif çabaları hatırlattığından söz ediyor. Buradaki ah’ların da böyle bir karşılığı var mı? Bir yandan çok kederli, ama öte yandan ses de yükselten, umutlandıran ah’lar.
Z.P.: Ah çekmek de, ah etmek de, ahını almak da var. Yani ben burada ahın farklı anlamları üzerinden de düşündüm. Ah çekiyoruz ama ahımız da alındı. Bir çeşit ilenme halini de, bela okuma halini de taşıyor ahlar. Birlikte o acıyı çektiğimiz kadar birlikte lanet de ediyoruz ve bunun kolektif çıkış ararken güçlendiren bir yanı var. Öbür taraftan hep birlikte rahatlamaya çalışmaya dair de bir şey var. Çok bireysel bir yerden; o nefesi dışarı çıkarmak, ah veya of sesini çıkarmak rahatlatan, basıncı alan bir şey. Genel olarak bütün o iç çekişler, ah, of, aman hangisi olursa olsun bir isyan duygusunu da, karşı tarafa ilenme duygusunu da, beddua etme duygusunu da içeriyor.
C.M.: Sergi mekanının ortasındaki koltuk peki? O neye işaret?
Z.P.: Koltuk aslında galerinin koltuğu, yaptırmadık. Ama yerleştirmede izleyicinin hiçbir yere bakmadan sesi dinleyebileceği iki alan yaratmak istedim. Aynı şekilde bir bank da var, ikisinin de nereye baktığı belirsiz. Biraz durup kendi ah’larınla yüzleşeceğin ya da dilersen gözünü kapatıp, uzanıp sesi dinleyebileceğin bir yer. Öyle bir yere koyduk ki hem dışarıya arkası dönük hem sergideki bir işin arka yüzüne bakıyor. Aslında hiçbir yere bakmıyor, boşluğa bakıyor. Şekliyle birlikte düşününce biraz da terapi koltuğu gibi. İzleyici kendi kendine kalmak isterse, hiç bir şeye bakmak zorunda kalmadan durabilsin diye.
‘Beklemek Çok Yer Kaplayan Bir Duyguydu’
C.M.: Sergideki bir diğer işin ise ‘Mükemmel Döngü’ isimli video çalışman. Bizi böyle sıkı bir beklentiye sokuyor. Başlamasını bekliyoruz, görmek istiyoruz, başlayıp başlamadığını sorguluyoruz, bozuldu galiba bu filan diye soruyoruz etrafa. Tüm iş aslında bu bekletmeden ibaret. Neyin beklentisidir bu?
Z.P.: İşte onu her izleyen kendi beklentisinden bulsun. Bu sergiyi düşünürken hem kolektif hem bireysel bir ruh hali sergisi olmasını istedim. Benim bu sergiyi hazırladığım son dört senede ne geldi başımıza? Başımıza gelenlerin karşısında nasıl durduk? Biz ne yaptık? Beklemek çok yer kaplayan bir duyguydu. Bir sonraki seçimlerin gelmesini bekledik, seçim sonuçlarını bekledik. Arkadaşlarımız hapisten çıkacak mı diye bekledik. Açılan davalar düşecek mi diye bekledik. Üniversitelere geri dönebilecek miyiz diye bekledik. Ekonomi düzelecek mi diye bekledik. Enkazın altından insanlar çıkabilecek mi, yardım gidecek mi diye bekledik. Belki sadece son yıllar için değil, Türkiye için hep olan bir duygu bu bekleme hali. Ama sanki onun çok yoğunlaştığı bir döneminden geçtik. Hep bir değişim beklentisi, hep bir umut… ‘Oldu’ diyorsun, öteleniyor. Kazandık diyorsun seçim tekrar ediliyor. Bir davadan beraat çıkıyor ama hemen yeni bir dava başlıyor. Hep o ikilikte tutuyor. Bitti mi, bitecek mi? Dolayısıyla bu askıda kalma halinin kendi üstümdeki etkilerini çok hissediyorum. Geleceğe dair plan yapamamak, nereye gittiğimizi bilememek, görememek… Biraz bunu taklit eden bir şey olsun istedim.
Kendi pratiğimde video ve internet kültürü geniş bir yer kaplıyor. Dolayısıyla bu bekleme halinin, askıda kalma halinin malzemesini buradan seçtim. Yine ruh haline dair bir yerden ilham alsa da genel pratiğime de göz kırpıyor. Sergi yazsını yazan arkadaşım Mustafa Avcı da bence bunu çok güzel ifade etti: ‘Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar çok olayın ve hikayenin yaşandığı bir dönemde, biz aynı kısır döngünün içinde hep bir sonraki videoya geçiyoruz, o videonun yüklenmesini bekliyoruz.’’ Bütün bu felaketlerle sarılmış halimizde de senin dediğin gibi bir sonraki TikTok videosu, bir sonraki Reels’i yükleme, uyuşmuş bir halde bir sonra gelene atlama halindeyiz.
C.M.: 24 Mayıs’ta “Kamerasız” başlıklı video gösterimin gerçekleşecek. Orada da yine Youtube videolarıyla bir anlatım sunuyorsun. Dziga Vertov’un ‘Kameralı Adam’ filmine paralel gelişen bir kurgu var. Elizaveta Svilova’nın orijinal kurgusunu da takip ediyorsun ama değişen kayıt teknolojisiyle birlikte. Filme nasıl bakmalıyız?
Z.P.:. Hareketli görüntüyle uğraşan herkesin dönüp dönüp yeniden baktığı bir filmdir bence Kameralı Adam. Çünkü sinemanın çok erken tarihlerinde kamera, kamerayı tutan kişi, kurgu, kurguyu yapan kişi ve kameranın baktığı yer ve hem gündeliği döndüren hem de sinemayı mümkün kılan emek üzerine düşünen bir film. Bir yandan da Vertov’un tüm bu süreçlere dair yazdığı manifestoları var. Herkesin kameralı insan olmasını arzu ve talep ediyor. O ‘Kameralı Adam’ diyor ama haydi biz şimdi onu ‘Kameralı İnsan’a çevirelim. Kameralar küçülmeli, hep elimizde olmalı, herkes her şeyi, gündeliğini kaydetmeli ve film toplumsal olarak bizim içimizden çıkmalı diyor. Bunu o zaman bir ütopya olarak dile getiriyor.
Bugün bu gerçek oldu ancak bir distopya olarak yaşanıyor. Hepimizin kamerası var, hepimiz her şeyi kaydedebiliyoruz, sürekli ve durmadan görüntü üretiyoruz. Kamerasız’ın fikri buradan çıktı. Aynı film, tam da Vertov’un hayal ettiği gibi, herkesin bugünün küçülmüş kayıt teknolojileriyle kaydettikleriyle yeniden yapılsaydı nasıl olurdu? Kamerasız saniyesi saniyesine Kameralı Adam’ın kurgusunu takip ediyor ancak videoların tamamı sıradan insanların YouTube’a yüklediği videolar. Ne değişiyor? Çok basitçe: orijinal filmde madende geçen bir bölüm var, madenin içine kamera-kameraman giriyor, işçiyi ve işi çekiyor. Biz hem işi, hem işçiyi, hem bir makine olarak kamerayı ve hem de onu kullanan kameramanı görüyoruz. Sonrasında kurgu masasını ve tüm bunları birleştiren ve filmi film yapan Elizaveta Svilova’yı izliyoruz. Bugünün teknolojisine transfer ettiğimizde biz işçiyi görmüyoruz, madeni işçinin kafasındaki point of view kameralarından görüyoruz. Dolayısıyla emekçi artık kendi emeğini çekiyor. Orijinal filmde kamera, kameraman, işçi ve kurgucu diye ayrışanlar şu anda tek bir kişide buluşabiliyor. Çoğu zaman ortada insan bile yok, birtakım kameralar objelerin üzerinde, bir futbol topuna ya da bir sırığa bağlanmış. Earthcam’ler, araç kameraları, dashboard kameraları vs. Bu yeni dünyada aynı film nasıl görünürdü diye soruyorum basitçe. Kameralı Adam’ı, kurgu masasında oturan kamerasız bir kadın, sadece interneti kullanarak yeniden nasıl kurgulardı?
Kamerasız’a ilk inanıp yapmam için Eva International için komisyon eden kişi Merve Elveren’di. Daha sonra tam pandemi çıkışında Protocinema’nın 10. Yıl sergisinde Beykoz Kundura’da gösterilmişti. İstanbul’un merkezinde hiç gösterme şansım olmadı. Bu sergiye de koymak istemedim, çünkü bu serginin başka bir sözü var. Birlikte işlemesi mümkün değil. O yüzden de serginin kapanış partisi olarak, hep istediğimiz ama bir türlü yapamadığımız bir canlı müzik performansıyla birlikte bir gösterim yapacağız.
Canlı müzik performansı da orijinal filme ve yapıldığı döneme göz kırpıyor. Filmin soundtrackini de yapan FitiSound, bu soundtrackin mixini gösterimde canlı olarak icra edecek. ‘Kameralı Adam’ filmi için 80’in üzerinde soundtrack üretilmiş ilk günden beri ve sıklıkla canlı orkestra eşliğinde gösterimleri yapılan bir film. Biz de bu geleneğe böyle eklenmiş oluyoruz. Hem başka bir izleme tecrübesi olsun, hem filme bakalım hem de Fitisound’u dinleyelim ve birlikte salınalım dans edelim istedik.
C.M.: Esfir Shub’un bir metninden yola çıkarak 2018’de kaleme aldığı yazısında Alla Gadassik, Shub’un montajcı-kadınlara bir görsel hafıza alanı atfettiğini ve bu görsel hafızanın film izleyiciliğinde uzmanlaşmaya ve muhakeme gücüne yol açacağını; yani aslında bir filmi kurgulamanın hem eleştirel bir izleyici yaratacağını hem de filmi doğrudan alımlamamızı sağlayacak sonuçlara yol açacağını söyler. Buradan hareketle 2015’te yaptığın Erkek Erkeğe filminden sonra filmlerdeki eril öğelere bakışında bir değişiklik oldu mu ya da nasıl bir değişiklik oldu?
Z.P.: Kurgu yapmaya başlayınca zaten filmleri ve hatta videoları o göz olmadan izlemek çok zor oluyor. İsmini de teşekkürlerimle vermiş olayım; ‘Kamerasız’ın kurgusunu yaparken animasyon gereken yerlerde Tatlan Tuncel’le çalıştım. Bu sergideki ‘Mükemmel Döngü’de de Tatlıhan’la çalıştım. Ama geri kalan bütün işlerin kurgusunu kendim yapıyorum. Çünkü o kurgu yapma süreci benim için düşünme ve araştırma süreci. Eleştirel bakışı kurma süreci. Dolayısıyla önce proje kafada kuruluyor, her şey hazır olduktan sonra kurguya geçiyoruz gibi olmuyor. Kurgu aşaması çok fazla şey değiştiriyor. Ben kurgunun inanılmaz bilgi üreten, bakış açısı üreten bir süreç olduğunu düşünüyorum. Bir parçanın bir parçayla hangi sırayla ne şekilde yan yana gelebileceğini bozup bozup yeniden yapmak benim bugün nasıl düşündüğümü bile çok belirliyor. Montaja atfedilen öneme çok inanıyorum.