Bir Sergi 2 Görüş bölümümüzde iki eleştiri yazısını Fırat Arapoğlu ve Wenda Koyuncu, Güneş Terkol’un Krank Art Gallery solosu Dünyadan Bir Işık Geçti: Hey Bekle üzerine yazdı. Ali Akay küratörlüğündeki sergi 2 Şubat’a kadar açık.
Fırat Arapoğlu / Görüş 1
Dünyadan Bir Işık Geçti: Hey Bekle!
Takip ettiğim kadarıyla, bence, Güneş Terkol sanatı zihinlerde yatıştırıcı bir eylem olarak görüyor ve bunu savlar gibi işler üretiyor. Ama bu yatıştırma eylemi izleyiciler için değil, Öteki için. Sanatçı, algının belli nesnelerini “özel kılarak” (özellikle kumaş üzerinde dikişler), gündelik hayatın içinden olanla hayranlık duyulan arasındaki gerilim üzerinde çalışıyor. Bu da, – yenilikçi sanatçılarda gözlemlenen – olası bir biçimde, dünyanın “yeni yönlerini” gösterebilme anlamına gelmekte. Zaten neden sanat yapıtlarının her zaman izleyici tarafından tuvaller, heykeller, videolar üzerinden görülebilmek için üretildiklerini farz etmek zorunda olalım ki?
Öte yandan hafif ve kırılgan kumaşlar üzerine yapılan dikişlerde, sözgelimi sadece parmakların veya bir torsonun görülmesi, bana Freud’un cinsel ilginin parçaları hedeflediği tezini düşündürdü ki, bu da beni Terkol’un yaklaşımını, Marc Quinn’in heykelleri ile düşünmeye sevk etti – Ama bazen de tersi bir yönde, uzuvsuz figür değil, figürsüz uzuvlar olarak. Öte yandan üretimlerin genelinin çerçevelerden kurtulması ise, Terkol’u Modern Sanat Tarihine bağlıyor. Sonuç olarak organik boya kullanımı ve kumaşın hafifliğini, temsil ettikleriyle değil, temsil etmedikleriyle düşünmenin de etkili olacağını düşünmekteyim. Sözgelimi “Toprak Altında” çalışmasını Şehrazad ve Binbir Gece Masalları üzerinden düşünelim, kabul. Ama, boşluk ve yılanın, temsilin ötesinde bir noktaya bizi çekmekte olduğunu düşünemez miyiz?
O boşlukta ne var(dı)? Bu bir pozitif boşluk mudur? Öyleyse eğer, orada göremediğimiz şeyler nelerdir?
Wenda Koyuncu / Görüş 2
Hayaletlerimiz Kardeştir Bizim
Güneş Terkol’ün Hey Bekle! adlı sergisine girdiğimizde ve sanatçının kullandığı malzemeye baktığımızda algı, direk olarak bizi naif bir hayalet imgesini düşünmeye itiyor. Mekanın yatay sathında yerleşen seri üretim(miş gibi) eserlere eşlik eden, duvarlara gelişigüzel asılmış ya da orada unutulmuş izlenimi veren, sera kumaşlarına işlenmiş figürlerin her köşeden salınan görünüş biçimi perili bir evin eprimiş, solmuş görüntüsüne götürüyor bizi.
Etraftan toplanagelmiş atık maddelerinin potansiyellerinden damıtılan renkli dokudan oluşan figürler, metafizik bir dünyanın değil gerçek dünyanın figürleri olarak karşımıza çıkıp, görünme ve saklanma diyalektiğine bağlı çalışıyor. Bu görünüp kaybolma mevzusu sergideki diğer işlerle buluşunca aklımıza Marx’ın Komünist Manifestosu‘nun bilindik giriş cümlesini fısıldıyor: “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor-Komünizm Hayaleti.” Marx, bu hayalet nitelendirmesinden rahatsız olsa da o dönem sanayi burjuvasının ezilenler karşısındaki tedirginliğinden emindir ve bu hayaletin proleterler tarafından gerçek bir güce dönüşmesinin zamanının geldiğinden dem vurmaktadır.
Görünür gibi olup kaybolmak, bir anda umulmadık bir uzamdan çıkıp düşünme ve mücadele azmini canlandırmak hayaletin varlık sebebidir. Emperyal dünyanın bir imgesine küçük bir delik açmak, ya da kadın mücadelesinin tekil vakalarından ilham almak, birkaç ağacın temsilinde kenti temerküz eden oligark yapıları tedirgin etmek, işçi emekçilerin küçük bir kıpırdanışından çarkların geçici de olsa durmasını sağlamak, sığınmacılara, çok ağır bedeller karşısında küçük de olsa yaşama imkanını sağlatmak gibi birçok sahanın hayaletleri vardır. Görünür, kaybolur.
Dayanıksız, ezilmeye, yırtılıp atılmaya müsait malzemeden olan bu imgeler, bize bizim neler yapabileceğimizi anlatıyor. Bir el çırpmasıyla kaybolacak olan hayaletler, bir başka köşeden tekrar belirecektir. Hem bize hem de kardeş olan hayaletlerimize tahammülü olmayanlara hiç bıkmadan görünecektir. Yeter ki, bize “Hey Bekle” diye seslendiği zaman durup bakalım.