Kıyı güncel sanat projesi mevcudiyetleri bir şekilde Antalya ile kesişen sanatçıların kentin farklı kıyı yerleşkelerinde gerçekleştirmeyi planladığı bir dizi eylemselliği içeriyor. Projenin ilk sergisi “Şehrin Altı” 1-8 Haziran 2021 tarihleri arasında kentin önemli kıyı alanlarından birisi olan Konyaaltı sahilinde izleyici ile buluştu.
“Parmaklarım kıpırdıyor kendiliğinden, sol gözüm seyiriyordu. Pürüz- lü bir çizgiyi yürüdüm, deniz daha uzak.” Oktay Rıfat, Agamennon II
Kıyı güncel sanat projesi bağımsız, periferik ve kolektif bir oluşum olarak kent içerisindeki sanatçıların etkileşimini artırmayı hedeflerken aynı zamanda pandemi sürecinde dijital ortama sıkışan sanat pratiklerine alternatif bir mekan olarak doğayı yeniden hatırlatmayı arzular. Kentin sanatın merkezileşme sorunsalına periferik bir bağlantı dahi kurmadaki çekincesi, galeri mekanlarının yetersizliği ve var olan az sayıdaki güncel mekanın kentteki sanatçılarla kurduğu sınırlı iletişim; projenin bir mevcutlaşma/namevcutlaşma mekanı olarak kıyıya taşınmasına vesile olmuştur.
Son yıllarda artan merkez dışı kolektivite deneyimleri, güncel sanat ortamında odaktan kaçışın mümkünlüğü üzerine yeni bir söylem üretirken, lokal dinamikler etkisinde tekrarı kıran fark değerleri oluşturmaktadır. Bu kaçış çizgilerinin oluşturduğu kültürel ağlar ve haritalandırma sistemi, periferideki sanatçının ürettiği söylemin niteliğiyle doğru orantılı olarak yeni bir farklılık ve konum bildirimi şeklinde arşivsel bir nitelik kazanmaktadır. Antalya’da bu tarz güncel deneyimlerin eksikliği kenti atıl bir durumda bırakmakla birlikte, kentin güncel sanat haritasına nasıl konumlanacağı sorusu bir muamma olarak kalmaktadır.
“Fiziksel ve düşsel ikili bir geçit”
Nurdan Gürbilek’in “bir sözcüğe ne kadar yakından bakarsanız, o kadar uzaktan dönüp bakacaktır size” hatırlatması kıyı sözcüğünde bir kez daha anlam bulur. Sözcük, fiziksel varlığıyla ilişkili şekilde yaklaşılmak istendikçe uzaklaşan, varlık alanını koruyan bir yapıya bürünür. Kara ile suyun birleştiği yer, kenar, periferi, sahil, ıssız ve tenha yer anlamlarındaki kıyı sözcüğü üzerine düşlemek, sözlük anlamından çıkıp poetik olana geçit verir. Kişisel/kolektif; an/ bellek; aidiyet/aidiyetsizlik ile ilişkilenen fiziksel ve düşsel ikili bir geçit.
Bir “chiasmus” olarak kıyı bir sınıra temas edip geri dönmenin, her dönüşte kendi üzerine farklı şekilde katlanmanın “topos”u niteliğinde bir bütünlük figürü arz etmez. Üstelik bu tarz bir bütünsüzlük kendi bağlamının dışına taşarak kenarına iliştiği mekânsal kurgularla farklı ilişkisellikler üretir. Bir taşranın kıyısı, sayfiyede kendi rutinlerini kurgulayan kıyı, bir turizm kentinin kıyısı ya da büyük bir metropolün sunduğu yaşamsallıkta fon görevindeki kıyı birbirinden çok farklı mekânsal jestler içerisindedirler. Denizi hiç görmemiş bir insanın kıyısı ile tenha bir sayfiyede ya da kalabalık bir kıyı kentinde yaşayan insanın kıyısı şüphesiz farklı olacaktır. Kıyıya dair üretilen izlekler, imgelemler, ilişkilenme pratikleri hem ortak bir noktada kesişen hem de birbirinden sonsuzca ayrılan kimi zaman birbiri üzerine katlanan deneyimler ekseninde şekillenirler.
“Kıyı kenti” kavramı içerdiği su ve kara bileşenleri ile çift kutuplu bir mekansallık sunmaktadır. Kara ortamı genişliğinin ulaştığı en uç nokta olarak kıyı mekanı başka bir ortama geçişte bir arayüz olarak belirerek bir sınır deneyimi kurgular. Sucul [aquatic] ve sucul olmayan [nonaquatic] her iki yüzün birbirine karıştığı, ayrıştığı, birbirini her an yeniden tanımladığı, olumladığı ya da ihlal ettiği ikili bir bileşen olarak karşımıza çıkan bu sınır deneyimi kara ve su ekosistemini ortak bir physis ve poesiste birleştirir. Physis ve poesis bileşenleri öznenin bakışına göre farklılaşsa da farklılaştığı başka bir nokta daha vardır bu da her kıyı ya da kıyı kentinin kendi içerisinde sunduğu mekânsal kurgudur.
“Bakışa göre poz veren bir sözcük”
Metropolden biraz uzak bir menzili hedef alırsak, henüz metropol olamamış her kıyı kenti bünyesinde, biraz taşra biraz da sayfiye kültürünü taşır. Antalya bu bağlamda her üç mekânsal kurgunun yaşam bulduğu, kent ve kıra ait kültürel kodların bir arada olduğu melez bir örüntü sunar. Darlık, boğuntu, kasvet, tekdüzelik, kenarda kalmışlık gibi olumsuz anlamlara karşı; saflık, samimiyet, sıcaklık, sahicilik-otantiklik, sükunet gibi olumlu anlamlar üreten taşra sözcüğü Şükrü Argın’ın “Taşraya içeriden bakmak mümkün müdür?” adlı yazısında “bakışa göre poz veren bir sözcük” olarak karşımıza çıkar.
Bakışı perdeleyen, mahremiyetine nüfuz etmeye izin vermeyen, onu savuşturan bir kavram olarak taşra, gerçek anlamda büyükşehir olamamış her kentin kimliğinde gizlenen ve yeniden canlanabilecek bir hayalet gibi karşımıza çıkar. Sayfiye yaşamında taşra unsurlarına rastlamak mümkün olsa da taşra burada kasvetli anlamlarından biraz uzaklaşıp yazın rehavetine yer açan Tanıl Bora’nın deyimiyle sefa ve keyif bileşiminde bir davetkarlık ve mükrimlik sunar.
Zaman burada kentteki koşturmacasından sıyrılıp, kendi içerisinde bir ahestelik kurgular. Sayfiyede her iş biraz bekleyebilir ya da ertelenebilir. Bu bağlamda zamanın soyut ve çevreleyici etkileri hafifler. Zamanın çizgisel karakteri kırılır. Doğanın döngüsel karakterine yer açılır sayfiyede. Mevsimlik işler, gün dönümleri, gece yürüyüşleri, öğle uykuları; her eylemsellikte doğa kendini biraz daha hissettirir.
Estetiği ile bizimle ilişki kuran doğa
Farklı mekânsal kurguların sunduğu kıyı deneyimlerine zaman faktörü ve mevsimsel döngülerdeki değişimler de eklenir. Sezon dışı, sezon içi zamanlar ya da kışın nemli soğuğu, yazın kavurucu sıcaklığı; tenhalık, ıssızlık, kalabalıklık gibi insan deneyimiyle etkileşime giren çoklu mevsimsel kurgular mekanın ilişkiselliğini belirler. Benjamin’in ifadesiyle, “yeni kiracısını bekleyen bir daire” formundaki ıssızlık sezon dışı zamanlarda sahil yerleşkelerini esir alır. Bu tenha yerler insan etkileşiminin yoğun döngüsünden sıyrılarak yeniden doğal olana kabuğunu açar. İnsan ayak izlerinin kıyıdan silinmesi insan olmayan türlerin varlığına yer açan bir aralık sunmaya başlar.
Neil Shubin “İçimizdeki Balık” kitabında 365 milyon yıl önce insanlaşmaya başladığımız yer olarak kıyı alanlarını işaret eder. Düz kafalı balık fosillerinin atalarımız olduğunu hatırlayarak kıyının bütün varlıklarıyla ilişki kurmak mümkündür. Kant’ın “Beğeni Eleştirisi”nde hatırlattığı gibi doğanın tüm biçimleri estetikliği ile bizimle iletişim kurmaktadır. Oluş halindeki bu mekanlarda; incelmek, sakinleşmek, yavaşlamak başka yaşam formlarına saygı duymaktan geçmektedir.
Yeryüzünün katı, sıvı ve gaz hali birbirinden farklı varoluş formlarında bir diğerinin varlık alanına yer açarlar. Yeryüzünün katı formu çok sık biçimlerde yer değiştirmezken sucul formu sürekli bir akış ve hareket halindedir. Bachelard, yaşadığımız yerin bir uzam olmasının ötesinde bir madde, bir ışık, su, toprak ya da rüzgar olduğundan bahseder. Ve suyun tüm sırlarımızı bilmesi için aidiyet duyusuna ihtiyacı yoktur. Anonim bir su birikintisi tüm anılarımızın sığınağı olabileceği gibi, kişisel anlatımızın kaydını tutabilmekte, bir hafıza mekanı haline gelebilmektedir.
Her şey insanlar için mi?
Dünyanın hareketi ve yaydığı ısı ile birlikte denizden yükselen su buharının yağmur olup tekrar denize dönmesi gibi, insan bedeninde kalp kanın organlar tarafından özümsenip geri verilmesinde dairesel hareketlerde bulunur. Tıpkı anne karnında sudan karaya çıkış gibi kara ve deniz arasındaki bu çizgi barındırdığı psikolojik zıtlıklarla doğal sınırların en köklüsü ve gizemlisidir. Kıyı ve insan varoluşu arasındaki bu fiziksel paralellikler bilinç ve bilinçaltı için de uyarıcı etkenlere sahiptirler. Deniz tıpkı bilinçaltı gibi kimi zaman örtücü bir formda keskinlik kaybına yol çarken kimi zaman da sunduğu berraklık ve yansıtıcılıkla bilincin yüzeye çıkmasına izin verir.
Antroposen çağda her şeyin insanlar için olduğu düşüncesi; hammaddesi doğa olan şehirlerin de eşitsiz gelişimini hazırlamıştır. Doğa siyasallaşarak bilinçli ve bilinçsiz tüketimin nesnesi durumuna indirgenmiştir. Dolgu alanlarına dönüştürülerek ehlileştirilen, otoyol bandına terk edilen ya da peyzaj düzenlemeleriyle tasarlanmış kıyı alanları kente tabi kılınarak doğanın talan edilmesinde meşruluk hissi uyandırmışlardır. Kıyı alanlarının yalnızca insanlar için olmadığı unutularak yoğun insan faaliyetlerine açık alanlar haline gelmelerinin önü açılmıştır.
İnsanmerkezci faaliyetlerin vuku bulma alanı olarak ikinci doğa birinci doğaya bağımlı olduğunu unutarak kendine yeni yapay parantezler açmaktadır. Farklı canlı türlerinin kayboluşundan, ekolojik felaketlere 6. kitlesel yokoluş içerisindeki dünya her geçen gün yeni bir çevresel krizin eşiğine gelmektedir. Tüm bu olumsuz bileşenlere karşılık; yeryüzünün dünyadaki varoluşumuza yer açan onu mümkün kılan ilksel mekanımız olduğunu unutmadan sanatın iyileştirici gücüyle doğaya uyumlanmak mümkündür. En nihayetinde doğa ve insan arasındaki ilişkilenme pratikleri yıkıcı unsurlarından sıyrılarak estetik bir algıda buluşabilirler.
Yalnızca güzellik, sanat ve duyumsal niteliklerle ilgili olmayan estetik aynı zamanda yaşam süreçlerine bağlı bir ilişkilenme sorunudur da. Bedenim tıpkı dünyayı etkilediği gibi dünyadan da etki alır. Yeryüzü bedenimin devamı olarak sınırlı ve sonsuz varlığımın bir parçasıdır. Bedenim ile yeryüzünün acısını ya da sevincini duyabilirim. Ve bu duyumsama sayesinde onunla daha fazla şey paylaşabilir dünya ile bir olabilirim. Yeryüzü benim bedenim, öteki ile bütünleşmeme açılan kapı bu haliyle de imkansız bir takas.
İLGİLİ HABERLER
*Görsel Künyeleri (Sırasıyla)
Kıyı güncel sanat projesi sergi alanı
“Şehrin Altı”, Antalya, 2021
Gülden Ataman, “İsimsiz”, 2020
Kemal Tizgöl, “Yabancı”,2020
Maria Aslanbey, “Kıyıdayım”, 2020
Çiğdem Yola, “’Ruh ve Zaman, Düş ve Göç’’”, 2020